GÖLGENİ ARDINA AL Ana Karakterler

ELÇİN BEG VAHAPZADE

Azeri. 70’ine dayanmış, formuna dikkat eden, zarif bir adam. İncecik, yüz hatlarına son derece uyumlu bıyığı ve her zaman traşlı, temiz cildiyle yaşına göre bayağı yakışıklı, esmer biri. Saçları yer yer kırlaşmış, ama dökülmemiştir. Sürekli şık takım elbiselerle, boyalı, ışıl ışıl ayakkabılarıyla gezer. Yakasına karanfil takar. Boynunda ölen eşine ait bir kolye, cebinde de içinde onun resminin olduğu bir tabaka taşır. Silahını da yanından ayırmaz, çünkü hasmı çoktur.  Şebekenin yurt dışı ilişkilerinde uzun yıllar görev yapmış, kaçak olduğu yıllar boyunca izini kaybettiği kızını bulmak için yurda dönmüştür. Konuştuğu istisnasız her insana karşı son derece kibar davranan bu adam, gerektiğinde kıyıcı olabileceğini de zaman zaman gösterir. Şaşırtıcı özelliklere sahiptir: Sanattan anlar, iyi bir müzik dinleyicisidir, hatta piyano çalar. Hayat okulundan mezun, görmüş geçirmiş biridir.

İNTRO

“Elçin Beg Vahapzade, sınıfına rağmen hayli düzgün otelin resepsiyonuna yanaştı. Kolunda asılı pardösüyü omzuna atıp, bavulunu yere bıraktı, görevliye bakındı. Bankonun üzerindeki zile dokundu. Çok geçmeden, genç görevli, kaymış kravatını düzeltmeye çalışıp, uykulu gözlerini ovalayarak geldi. Yakası karanfilli, eski bir İstanbul beyefendisi gibi giyinmiş bu adamı önce garipsedi genç. Elçin Beg, bir on dakika içerisinde otele kaydını yaptırmış, görevlinin yanına kattığı on beş yaşlarındaki kominin ardı sıra asansöre binip, üçüncü kattaki odasına çıkmıştı. Etrafı süzerek, ortaya ilerledi. Pardösüsünü yatağa bıraktı. Komi, bahşiş sevdasıyla onun gözlerini yakalamaya çalışarak içeride fırdönüyordu. “Banyonun ışıkları şuradan yanıyor. Dolapta ikişer takım baş ve vücut havlusu var. Kullanmak isterseniz, mini bar burada. Bu klimanın, bu da televizyonun kumandaları. Çantanızı şuraya bıraktım.” Sonra, gözlerini geçkince, ama yaşına göre dinç duran, yakışıklı adamdan ayırmadan kapıya doğru gerileyip, bekledi. Elçin Beg, çok uzak bir hayalin içindeymiş gibi, duvardaki manzara resmine dalmıştı. Deniz vardı resimde, kuşlar, ağaçlar, ufukta kızıl bir güneş. Alnına düşen perçemini düzeltti parmaklarıyla. O esnada geride bekleyen genci fark etti. Gülümseyerek ona yaklaştı, nazikçe yakasındaki karanfili çıkarıp, onun avucuna bıraktı.”

ELÇİN BEG’DEN ALINTILAR:

“Oturun, lütfen. Basit bir isteğim olacak. Döndüğümü çoktan duymuş olmalısın. Beni öldürtmek için hazırlığını da yapmışsındır tezden. Senden ricam, beni başkasına havale etmemendir. Kaçacak değilim. Neyi aradığımı, niçin döndüğümü biliyorsun. Her hafta bugün, cumartesi gecesi, bu saatlerde buraya geleceğim. Gayrisi sana kalmıştır.”

“Güzeldi… Bir kızımız var. Onu bulmak için döndüm. Onun resmini de annesininkinin yanına koyacağım. Bu kolyeyi eşimin boynundan aldım. Hala teninin sıcaklığı üstünde.”

“Ben kırk senedir… Belki daha da uzun bir zamandır Türkiye’de değildim. Öyle bir zaman ki, belki de yaşanmadı da, ben rüyamda gördüm. Bunun aksini ispatlayan, birkaç anı kırıntısı.”

“Yok, öyle gülme delikanlı. Biz zamanında çok içtik bu boğaz güzelini. İyi de içtik. Bak, sıkılmazsan anlatayım sana.” … “Rakıdan küçük küçük yudumlar alınır… Bir dikişte bir duble rakıyı içmek makbul değildir.” … “Buz gibi şişeden bardağa çevire çevire dökülür ve o nefis kokunun daha fazla yayılması sağlanır…” … “Bardağa konulan rakının yarısı kadar su konması makbuldür.” … “Rakıya buz koymak olmaz; rakının içindeki suyla alkolü aynı oranda etkilemediği için daha seyrek olan alkol üste çıkar. İdeal karışım bozulur. En uygunu rakıya soğuk su koymaktır.” … “İlk yudumu aldıktan sonra ağızda bekletip, dişlerin arasından derin bir nefes alınır ki akciğerler de nasibini alsın…”

“Siz sanatçı mı gördünüz ki? Ama biraz sabredersen, tanışacaksın… O şarkı söylerken, zaman dururdu. Müşteriler, büyülenirdi. Çatalı bıçağı düşürürlerdi ellerinden. Çıt çıkmazdı. Öyle bir alkış kopardı ki o sahneden inerken, İstanbul yıkılacak sanırdın. Görkemliydi, çok görkemli…”

“Burada sonsuz kredim var benim,” … “Eski mekanım ne de olsa. Ama bir hayaletin içki daveti de kaçmaz doğrusu!”

“Çello, herkese kıyar, ama bana kıyamaz. Hem, standartlarına da uymuyorum.”

“O, o. Kesinlikle o,” … “Hemen buluş onunla… İçime doğdu, şöyle biri olmalı: Simsiyah saçları, zeytin gibi gözleri olan, gülüşü güzel, kırk yaşlarında bir kadın… Hani sana Dilber’imin resmini göstermiştim ya, ona benzemeli. Geleceğimi söyle ona. Benim de kendisiyle tanışmak istediğimi söyle.”

“Ben kimseye kazık atmış değilim. Hiç ilgim olmadığı halde, şarkıcı kadın olayını mesele haline getirdi. Bunun bir bahane olduğunu biliyorum, ama beni orada istemeyen kendisidir.”

“Umudunuz bendeyse, bir dahaki karşılaşmayı beklemek zorundasınız. Bir randevum var,” … “Şansını deneyeceksen,” … “bunu (karanfili) ona ver delikanlı. En azından benden torpilli olduğunu anlayacaktır.”

“Sen, bir de benim gençliğimi görecektin!”

“İstediğin zaman uğra. Bugünlük vakit ayıramadım, kusura bakma. Gönlünce ye, iç bu gece. Bendensin, Tanrı misafiri.”

“Hepiniz benim bir muhbir olduğumu düşünüyorsunuz sanırım. Başka hiçbir şey aklıma gelmiyor, katlimin istenmesine neden. Benim ne derecede emin biri olduğumu bilirsiniz. Yıllarca kasanızı korudum. Gurbette, dilini bilmediğim Bulgarların arasında, dışarıya kaçırdığınız adamlara yardım ettim. Onları sakladım. Sevkiyatların rahatça gerçekleşmesini sağladım. Buna rağmen elime ne geçti? Karım, bana hasret öldü. Kızımı göremedim yıllarca, nerede olduğunu bilmedim. Bir defa, küçücükken görebildim onu, Kasım sayesinde. Ben babanım, diyemeden, koparır gibi çekip aldı kızımdan o da beni.”

“Kadınım ve bebeğim beni ilgilendirir. Onları koruyabilirim!”

“Geçmişinle barış ki, bugününün içine etmesin…”

“Tek dileğim, bu işi bir hafta erteletmesi. Yaşamak, Dilber’in olmadığı bir dünyada benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Hatta yanına gidecek olmak beni mutlu edecektir. Ama orada bana kızımızı soracak. Ne diyeceğim?”

(Kızına:) “Sen, gerçek misin?”

“Temizlemeyin. Bu ellerle temizlemeyin Battal’ın pisliklerini… Bu eller ne kadar nazik tutardı mikrofonu, öyle serçe parmağınız havada. Tutuşunuz vardı kadehi, incitmeden… Gitmeyin oraya bir daha. Size otelin, hatta istediğiniz otelin en güzel odasını tutayım. Merak etmeyin, ben karşılayacağım. Gitmeyin o batakhaneye.”

“Boş verin.” … “Alın size bir çiçek. Ne yakışırdı saçınıza. Biraz yıpranmış ama… Yaşadığı anı iyi değerlendirmeli. Size bir parça çalayım mesela. Bu gençler benim çalabileceğime inanmıyorlar.”

“Hayat bir yangınsa, yanalım be Neriman Tarhan!” … “Bırakalım şimdi bunları. Az sonra çıkacağım bu otelden. İki sokak ötede, ana caddede kızım beni bekliyor olacak. Yürüyeceğim yol seksen adımdır. Seksen adım! Yürüdüğüm bunca yoldan sonra o derece kısa bir yoldur ki, o yolu ben, tek adımda alırım. Nihat’ın katili, bana erişemez bile!”

“Sus, sus. Anlıyorum. Ama düşünsene; eğer dostluğumuz zaman ve mekân gibi şeylere bağlıysa, sonunda zamanı ve mekânı yendiğimizde, kendi dostluğumuzu da yıkmış oluruz! Öyle değil mi? Biz birbirimize gönülden bağlıyız. Bunu biliyorum.”

“Bir hayalet olarak nesneleri kavrayabilme yetimi dünyadakine oranla hayli yitirdiğimi söyleyebilirim.” … “Benden korkmana, utanmana, gözlerini benden kaçırmana gerek yok,” … “Artık kin, nefret, öfke gibi gereksiz dünyevi duygular geçersiz benim için. Ben, seni daima kardeşim yerine koydum. Sana bir şey söyleyeyim mi? Gittiğim yerde ortak dostlarımız oldukça fazla.”

 

ZEYNEL BEY

Yaşı 90’a yaklaşan, içten pazarlıklı, tahammülsüz, sert, otoriter suç baronu. Aynı zamanda Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin patronu. Battal’ın kayınbiraderi ve aynı zamanda üstü. Dolayısıyla, Komiser Cemil’in dayısı. Aksesuar olarak elinde sürekli, beyaz taneleri olan, sedefli bir tespih taşır. Candan’ın gayrı meşru babası. Hasta, her an ölümü bekleyen biridir. Ama hiç ölmeyecekmiş gibi de işine asılır. Yine de yorulduğunun farkındadır ve işleri Battal’a bırakıp, çekilmeye kararlıdır.

İNTRO

“Zeynel Beyaz’ın köşkünün salonu Battal’inkinden genişti. Ama içi o kadar zevksiz döşenmemişti. Bu Zeynel Bey’den değil, zengin ailesi sayesinde iyi bir eğitim almış karısı Sıdıka Hanım’dan kaynaklanı­yordu. … , yanındakilere fazlasıyla güvenen, doksana dayanan yaşı nedeniyle de kendini geride tutan bir ba­rondu. Yüzünü dolduran çizgilerin her biri nice yaşanmış­lıkların nişanesiydi. Her zaman şıktı. O gün de albenili bir takım giyinmişti. İpek kravatına iliştirilmiş altın iğnenin üzerinde adının baş harfleri yazıyordu. Derisi çekilmiş elleri buruş buruş, benekliydi, ama bakımlıydı tırnakları. Kötürüm görüntüsüne rağmen, gözleri karşı­sında oturanları tartarken son derece canlıydı. … Zeynel Bey, avu­cuna topladığı beyaz taneli tespihini ceketinin cebine attı ve diğer cebinden çıkardığı tabakadan aldığı hapı ağzına aldı. Onu geri koyarken ortaya hitap etti: ‘Kontrol altında tutama­dığın her şey geri döner, seni vurur. Bunu bilmiyor değilsiniz.’ Battal, rahatladı, koltuğuna daha da yerleşti. Ali, Seyfettin ve Turgut, düşünceliydiler. Tuncay, Zeynel Bey’ in kulağına bir şeyler fısıldadı. Zeynel Bey, kalktı. Diğerleri de kalkmaya yel­tenince, durdurdu onları Zeynel Bey. ‘Rahatsız ol­mayın. Doktorla randevum vardı, Tuncay onu hatırlatı­yor.’ Zeynel Bey ve Tuncay, çıktılar.”

ZEYNEL BEY’DEN ALINTILAR:

“İyi bir bahçıvan bulamadım, Seyfi.” … “Burayı kumarda kazandım, biliyorsun. Adamın iyi bir gül koleksiyonu vardı. Tüm bahçeyi kaplardı, göz alı­cıydılar. Kala kala bu çeşit kaldı onunkilerden, bir de…””

“Kasım, bugün gelir. Tuncay, oyalayabildiğin kadar oyala onu. Oradan oraya gö­tür, yedir, içir. Ben sana Kasım’ı getirmen için haber veri­rim.”

“Tamam, kısa kes. Böyle şeyleri niye bana getirirsin ki? Kâhyamsın. İşe yararsa alırsın. Yaramayacaksa zaten sana kalmaz;  ben görür, koyarım kapıya.”

“Bugün elinde olanın yarın yitmeyeceğinin garantisi yoktur. Havadan bir şey edinmeye inanmam ben. Kimseye de bu hissi tattırmak istemem. Ama görüyorum ki sırtlanlar leşi bekler. Kurt, kocadığını belli etmeyecek. Bu sabah Seyfettin düştü. Ötekiler de dizilir sıraya şimdi… Hey gidi. Köhne bir çiftlik evinden vardığımız noktaya bak.”

“Başarı? Başarı, evet. Peder bey çiftlik eviyle birlikte boyumca borç bıraktı miras. Ne nasıl halloldu, hatırlamıyorum bile. Bunun kendiliğinden gerçekleştiği hissi oluşuyor. Kimseye borçlu hissetmiyorsun. Hâlbuki yenmesi elinde olmayan bir savaşa girmezsen, yenilmezsin. Hepsi bu!”

“O eski, at pisliği kokan çiftlik evine benzemiyor, değil mi?” … “İkimiz de ihtiyarladık, Kasım. Yıllarca ben dünya malının, sen kabadayılığın şöhretinin ardında koştuk. Çekilme zamanıdır benim için. Yerime birini tayin etmek icap eder. Sen geçtin aklımdan ilkin.”

“Ne zamandır özeniyorum Battal’a. Sonunda ben de yaptırdım. Şu balıklar nasıl bir mucize, insanın yükünü alıveriyorlar.” … “Böcek dediğime bakma. Konsey de öyle dediydi. Sen sen ol, kimseyi küçümseme. Küçük önemlidir.” … “Simide lezzetini veren küçük bir susam tanesi, büyük makineleri küçük çarklar işletir ve unutma, deve büyüktür ama ot yer, şahin küçüktür ama et yer!”

“Çıkarın şu kara kara gözlüklerinizi! Taziyede her birinizin çıplak gözlerini göreceğim!”

“Gitti, Kasım. Ben dururken, o gitti. Kimse bana kazık atamaz, beni yarı yolda bırakamaz, derdim; o bıraktı.”

“Kendi ölümlülüğünün farkına varmak, kişinin yaşama bakışını da değiştiriyor, Battal. Yaşam görüşlerindeki en net değişim, onun kısalığının ve geçmişe göre daha dolu yaşanması gerektiğinin farkına varılmasıymış…”

“O kadar eski ki son ağlamam, bana hayatım boyunca gözyaşı dökmemişim gibi geliyor. Belki ağlardım küçükken; düşer ağlardım, misketimi kaybeder ağlardım belki. Ama babam öldüğü gün eve gittim ve baktım yerde yatıyor kefeniyle, üstünde bir bıçak. Anam, bacım, halalarım, konu komşu feryatlar içinde ağlıyor. Yabancıyım bir anda babama. Şaşırıyorum, bu ölüyü neden bize getirmişler… Ama aynen kurulu bir makine, bir robot gibi, gidip yabancının başına çöküyorum. Sıkıyorum kendimi, ayıp olmasın, anası, amcası ağlarken bu susuyor denmesin diye, bağıra bağıra ağlamak istiyorum; gıkım çıkmıyor, damla yaş gelmiyor gözümden. Etraftakilere bir yaratık görmüş gibi bakıyorum; ağlamak ne, nasıl bir şey, bir insan niye ağlar?”

“Bu kadar yıl tırtıkladıkların sana ömür boyu bakar Tuncay’ım, neyi düşünüyorsun?”

“Az sonra eşinerek seni bekleyen bir avuç çakalın karşısına çıkacaksın. İlk andan avucuna alacaksın onları.” … “Ayakta iken hakimsindir; oturduğunda herkesle aynı seviyede. Başlamadan önce kendine zaman tanı. Çakallar dikkatlerini toplayıp sessizleşsin, sonra konuşmaya başla.” … “Cümlelerinde basit, açık sözcükler kullan. Basitlik içtenlik, kararlılık demektir. Gözünü onlara dik. Gülümse, ama gülme.”

“Bu, Küba’dan geldi.” … “Vahapzade, puro güç, başarı, takdir ve ince zevkler üzerine kurulmuş bir tutku, heyecan ve statü simgesidir. Yakılmasından saklanmasına, içilmesinden satın alınmasına kadar, çok zengin bir kültüre sahiptir.” … “Bak, her iki ucu da kapalı. Sadece içeceğin başı keseceksin. Doğru ucu kesmek için dış sargı yaprağının üzerine sarılmış yaprağa dikkat edeceksin.” … “Bununla keseceksin.” … “Kutuyla birlikte geldi; şuraları gümüş.” … “Bir puronun ucunu asla dişlerinle koparma. Puroyu içerken dişinle ısırma.” Puroyu ağzına götürdü. Elçin Beg’in yakmasını reddedip, masasının çekmecesinden çıkardığı çakmakla yaktı onu. “Asla başkasının purosunu yakma. Puro yakmak kişiseldir. Bırak, içen kendi purosunu yaksın.”

“Salih, biz de sana ‘cin’ deyip duruyoruz. Seni de çarparlarmış demek ki! Elçin Beg miydi?”

“Şartı ne çabuk unuttun, İstanbul’un kralı?” … “Polis ve yabancı yok.”

“Kötü bir gençlik geliyor, Battal,” … “Bizim zamanlar gibi değil. Televizyonun, internetin, şaşaa göstergelerinin kuşattığı, kendini şaşırmış bir güruh. Bizim kitabımızda önemli olan namdı. Kabadayılık, nam içindi. Öldürüyorsan nam için, vuruyor, kırıyorsan nam içindi. Sevdiğini gösterirken dahi namının şerefine uygun yapardın bunu. Şimdi medya gence diyor: Para orda, tak beline silahı, git al, diyor. Örnek koyuyor önüne. Çocuk sanıyor ki, bir haftada kralım! Düzenimizi, yasamızı bilen eski insanlarımızı harcarsak, kendimizi harcamış oluruz.”

“Öyle, delikanlı. Yine göçüyoruz. Kurtulamadık şu göçme işinden. Göçebe milletiz vesselam…” … “Göçebeliğin zor koşulları, hepimizi böyle sert karakterli, haşin savaşçılar yapmış. Bir de böyle itilip kakıldıkça direnmişiz, daha da saldırgan olmuşuz.” … “Geride bıraktıklarımızı anmaz olmuşuz…” … “Yarın Candan Hanım’ı alıp çiftliğe getirin.”

“Anarşist anarşist konuşma!” … “Sen köy mü bilirsin? Seni kim böyle yetiştirdi?”

“İsyan! Demek isyankârsın, ha? Dünyayı kurtarmaya soyunan o zavallılardansın, değil mi? Adaletsizliğe isyan edeceksin.” Sesini yumuşattı. “Ama güzel kızım, bilmiyorsun ki isyan edebilmek için, isyanının dikkate alınması için zengin olman gerekir. Zira insanları yalnız para etkiler.”

“Zulüm? Demek beni zalim biri olarak görüyorsun. Oysa benimki sadece oyunu kuralına göre oynamak.”

“Hayat, siyasettir. Siyasette önemli olan gerçek değildir. Gerçek yoksa, uydurulur. Varsa, görmezden gelinir. Gerçekler bize karşıysa, tersyüz ederiz onları. Gerçek dediğin, şemsiye gibidir, yağmur geliyorsa açarsın, güneş göründüğünde baston gibi kullanırsın. Yani gerçek yoktur. Biz her zaman gerçekten üstünüz.”

“Üç aylık ömrüm kaldı. Bana katlanacağın sadece üç aydır…”

“Seni hatırlamamın şu an benim için hiç önemi yok. Aslında şu boşluk anında hiçbir şey önemli değil. Bu-raya gelmek için epey yol tepmiş olmalısın…”

“Madem geldin ve vasiyetimi verecek senden başka kimse yok, dinle o zaman. Kızımı bul. Adı, Candan. Tavladaki beyaz at onundur. Alacak onu. Beni reddetse de alacak. De ki, son nefesinde bile seni söyledi. Candan dedi, de.”

 

BATTAL

70’ini henüz aşmış, iri, küt bir adam. Mafyatik ilişkiler içerisinde, aldığı haraçlar ve sahibi olduğu gazinonun geliriyle yaşayan bir patron. Genelde mesafeli, sert bir mizaca sahip. Mimikleri sır vermeyen, balmumu heykellere benzer bir yüzü, dudak çizgisinde bıraktığı kalın bir bıyığı vardır. Zevkli bir giyim tarzı yoktur. Sonradan görme para babaları gibi giyinir. Aksesuar olarak, turuncu taşlı, irice bir tespih taşır. Zeynel Beyaz’ın eniştesi, Komiser Cemil’in ağabeyidir. Oflaz adında pek hazzetmediği bir evlatlığı bulunmaktadır. Öz çocuğu yoktur.

İNTRO

“Battal, elinde kesme kristalden bir viski bardağı, yağmur damlalarının dövdüğü camdan bahçeyi seyrediyordu. Bardağının boş olduğunu onu dudağına götürünce fark etti. Üzerinde viski şişesi duran masaya gidip şişeyi açtı, bardağını doldurdu. Kapağı kapatmadan salonun orta­sında dikilen kardeşi Cemil’e döndü. “İstemediğine emin misin?” Cemil, abisine ait olmasına rağmen, o köşke her gelişinde kendisini yabancı hissederdi. O zevksiz şatafat, avizeler, oymalı mobilyalar, pahalı halılar, duvar­lardaki birbirleriyle tema bütünlüğü olmayan, mezatlarda büyük paralar verilmiş tablolar, masa ve gümüşlükte, sehpalarda duran tuhaf biblolar ve tüm bu garip dünyaya insanı ziyadesiyle yabancılaştıran, içinde bir sürü süs balığının dolandığı yüksek akvaryum… Cemil, bakışlarını ne yana çevirse kaçamayacağını bildiği bu karmaşadan kurtulamayacaktı.”

BATTAL’DAN ALINTILAR:

“Salih arabayı çıkarsın.”

“Beyefendi içki­sini bitirip kalkacak. Misafirimdir. Para almayın.”

“Dü­şündün mü? Yoksa para mı az geldi?”

“Onun davası başkasına havale. Buluncaya kadar tek işimiz Oflaz. Eve gidemiyoruz karı dırdırından.”

“Cemil’i karıştırma! Hem siparişimi de teslim etmedin. Adam benimle dalga geçer gibi dükkânımda geziyor!”

“Siparişim nerede Kasım? Elçin Beg olduğu için mi geciktiriyorsun? Sipariş sipariştir. Fark eder mi? Öksüzlerine mi dokundu yoksa?”

“Beni seçtiğinizde üçünü birden karşınıza alacaksınız. Oysa onlardan birini seçtiğinizde rahatsınız. Ben dahil kimse itiraz etmeyecektir size. Sizin için endişem.”

“Aynını versem, seni göndereni öldürür müsün?”

“Çello’nun masasından sağ salim kalktığına göre, bugün şanslı gününde olmalısın. Bir daha böyle çocukluk yapma!”

“Niye ecelinle buluşmaya bunca heveslisin? Hem kızını bulup ne yapacaksın? Ona ‘Seni bırakıp kaçtım, kırk yıl aramadım. İşte geldim, şefkatli kollarıma koş,’ mu diyeceksin?”

“Gördün mü, ablan iki dakikada harcadı seni! Oysa sen onun Oflaz’ına yarenlik etmek için tez elden kırdırdın kemiklerini, öyle değil mi?”

“Siparişi vereli kaç gün oldu Çello? Kasım gibi sen de mi çaptan düştün? Ne bekliyorsun?”

“Onu istemiyorum. Çünkü beklentisi var. Beklentili adamın ümidi ayakta tutulmak ister. Bana emir eri, piyon lazım. Vezir değil. Elimde olsa o kodamanları da elerim.”

“Yarın konseyi topluyorum. İkiniz iki yanımda olacaksınız. Salih, senin emeğini inkâr edemem. Bunca yıl, attığım her adımda yanımdaydın. Sağ kolumdun. Öyle olmaya da devam edeceksin. Ama yetmez. Belki ikiniz de yetmeyeceksiniz. Yine de herhalde orospu çocuğu Tuncay’ın tek başına becerdiğini birlik olup becerebilirsiniz!”

“Tuvaletçimden uzak dur. Kadının kafasını karıştırıyorsun!”

“Bunlardan uzak kal diye okuttum seni. Polis olman da hedefim değildi ya, senin seçimin! Şimdi git buradan!”

“Bu defa son kez gazinoya gelip üzerime yürüyeceksin. Ben de sana ateş edeceğim. Yo, yanlış anlama. Vurmak için değil.”

“Zeynel Abi bana gizli birtakım dosyalardan bahsetmişti. Holdingde bir kasada… Nihat, git toplantıya kadar Salih’i ayılt. İkinizin de orada olmanızı istiyorum. Halletmem gereken bir iş var. Zeynel Abi’yi coşturmanın hiçbir âlemi yok şimdi. Tek bir adamla baş edebiliriz herhalde!”

“Bak, komiser. Bu işi sessiz sedasız, basını falan karıştırmadan çözeceksiniz.”

“Evet, doğru! Seyfi de öyleydi. Şimdi baş zanlı! Ama durun. Kendi ayağınızla geldiniz, iyi ettiniz. Çünkü onun kadar sizler de zanlısınız!”

“Şimdi de bunu öldürün o zaman!” … “Bir şahit de bu! Dinlemesi gerekenin asıl patronu olduğunu unutan bir köpek!”

“Hayatta aynı anda hem sevip, hem ölesiye nefret ettiğim iki adam peş peşe öldü… Yaşam ne garip! Bir anda masalsın… Arabayı çıkar, Salih. Yengene de bak, kendine gelmiş mi? Bu öğlen kaldırılacak iki cenazemiz var.”

“Bu babası bellisiz ne gidiyor taziye vermeden?”

“Şu dakikadan sonra beni hiçbir şey şaşırtmaz Nihat,” …. “Ama seni hevesli gördüm. Anlat bakalım.”

“İçimizde bir polis daha olmasının bir önemi var mı? Bizim Cemil polis değil mi zaten? Bunları neden kafana takıyorsun şimdi?”

“En azından bu gece değil. Seni bağlayıp, arabanın bagajına koyacağım. Gece, bana karar vermek için zaman verecektir. Bugün büyük acım var. Bir tane daha eklersem üstüne, kaldırmaz yüreğim. Yaşlıdır. Bu Nihat, biraz daha genç. Belki, ona bırakırım bu işi…”

“Herkes bir gün ölecek! Bir büyüğümüz ölmüştür, ama bizim konumumuz kendimizi salmamıza manidir. Vakur olacak, ayakta durup, herkese moral vereceksin!”

“Seni öldürmeyeceğim. Unutmayacağım da. İçinde kaynadığım kazana kan doldu, boyumdan taştı…”… “İçimde öyle bir yangın var ki, kesilen etimi hissetmiyorum bile. Şimdi kollarını saran ipleri de keseceğim ve elimde bu bıçakla dışarıya çıkacağım. On beş dakika vereceğim sana. Garajın arka kapısından çıkacaksın. Kimse görmeyecek gittiğini. Geri döndüğümde hala buradaysan, boğazını keseceğim.”

 

AGA KASIM

65 civarı, zayıf, yüz hatları sert ve derin, esmer saçları kırlaşmış ve kısım kısım dökülmüş, folklorik köy oyunlarını oldukça iyi oynayan, yaşına göre hayli atak bir adamdır. Yedilinin lideri konumundadır. Aynı zamanda bir kahvehane işletir. Eski bıçkın kabadayılardandır. Oynayarak, belindeki palaskayı silah niyetine kullanarak dövüşür. Genelde siyah, çizgili, yelekli bir takım giyinir; ancak kravat takmaz. Dövüşmediği zamanlarda ayakkabılarını arkalarına basarak giyer. Kemer yerine uzun bir asker palaskası takar. Siyah bir tespihi vardır, elinden pek düşürmez. Genelde hislerini saklamayı iyi becerir, ama kini, öfkesi yamandır.

 

İNTRO

“Salih’in açtığı kapıdan inip, hoşnutsuz bir ifadeyle mekânı süzdü Battal ve yarı aralık kapıyı iterek, içeriye girdi. Boş masaların arasında ilerleyip, dipteki büyük kolonun arkasındaki patron masasında demlenen Kasım’ı gördü. Yetmişlerinde, bir gözü diğerinden kısık, saçları dökülmüş, gençliğinde yakışıklı, yıkıcı olduğu belli, görmüş geçirmiş bir adamdı Kasım. Çizgili, eski bir takım elbisenin içine gömlek ve yelek giymişti. Yumurta topuk ayakkabılarının arkalarına basıyordu. Battal’a domates, peynir ve yeşil soğandan oluşan mütevazı sofrasını gösterdi. “Sadece konuşmaya geldim,” dedi Battal, kibirle. Kasım, kalktı, Battal’a onu izlemesini işaret etti.”

AGA KASIM’DAN ALINTILAR:

“Ziyaretime gelen herkes kahvemi içer”

“Zeynel Bey’e yarın uğrayacağımı söyle. Bunca adamı kırdırtması lüzumsuzdu. Haber salması yeter­liydi.”

“Hangisi olduğunu bilmen gerekmez. Birinin seninki olduğunu bil, yeter.”

“Ben, kendi çöplüğümün horozuyum sadece.”

“Seni öyle çok sırtımda taşıdım ki. Abinle Zeynel Beylere gelirdiniz. Durmazdın yerinde, üç-dört yaşlarındaydın. Bana emanet ederlerdi. ‘Atım ol,’ derdin, dört ayak olup üstümde gezdirirdim seni odalarda. Deli olurdun.”

“Ben zavallı bir kahveciyim. Onlar müşterilerdi. Her günkü, alelade müşteriler…”

“Tamam, Pazar, o iş senin. Teslimata bir haftan var. Elini çabuk tutsan iyi edersin. Yoksa yapacağımı bilirim!”

“Öğreneceksiniz Cuma. Bir bebek yürümeyi, konuşmayı, koşmayı öğrenir gibi, yeni bir hayatı öğreneceksiniz.”

“Arkadaş, bu gece dükkânını kapatıyorum. Biraz zararın olacak, ödeşiriz. Müşterileri çıkar. Yalnız,” …, “şu neşeli masa hariç. Sonra kapıyı kilitle ki, dışarıya çıkıp eğlenceden mahrum kalmasınlar.”

“Gittiğin, Zeynel Beyaz adında bir işadamının binasıydı,” … “Elindeki oranın bodrum kat planı.” … “İşaretli olan, kasa odası. Haf-ta içi bina yoğun olur. Cuma akşamından pazartesi sabahına kadar, güvenlikçiler hariç, in cin bulunmaz. Büyük bir çanta edineceksin. Çantayla birlikte o kata inip, gizleneceksin. Bunu cuma akşamından yap. Pazartesi sabahına kadar üç gece binadan çıkman imkânsız; tüm kapılar kilitli. Kattaki güvenlik tedbirlerini öğrenip atlatmak sana kalıyor. Diğer kâğıttaki ikinci ve dördüncü rakamlardan eminim. Sırası farklı olabilir. Kasanın şifresini bunlardan türeteceksin. Üç gün içinde kasayı açacak, içindeki dosyaları çantaya yerleştirecek, dikkat çekmeden memurların arasına karışıp, binadan çıkarak bana getireceksin.”

“Ne yapacaksın, Cuma? Kin insana yüktür. O yükü seni ekibe aldığım gün attın biliyorum ben. Bunca yıl sonra tekrar sırtlamanın faydası ne? Üstelik neredeyse yüz yaşına gelmiş, bir ayağı çukurda bir adamı mı öldüreceksin?”

“Demek, Battal beni sana sipariş etti”

“Çek git bu memleketten Azeri. İnine dön! Geldin ve bütün düzeni darmadağın ettin!”

“Ben… Bütün hayatımda yalan söyledim, Pazar. İşimin bir parçasıydı bu. İstesem, dediğin şeyleri kabul etmezdim. İlk defa sana karşı dürüst olma ihtiyacı duydum. O babandı, evet. Bizler, anaları, kardeşleri, babaları olan aileler değil, kiralık katilleriz. Şu kadar zamanda sığınaktakilerin alayı bunu öğrendi de sen mi öğrenemedin? Hata bendeydi belki. Seni çok önce işe çıkarmalıydım.”

“Bütün dünya susmalı şu an. Çekilmeli denizler, gökten güneş çekilmeli ki anlasın, bilsin yedi düvel… Adam gibi bir adam gitti…”

“İkimizin kanı birbirine karışmıştır.”

“Beni şu yangabuza bırakma, yeğenim. İstersen, sana teslim olurum.”

“En azından seni bıçak sallayamayacağın mesafede tutarım!”

“Sana bir şey söyleyeyim mi? Artık ben de ölümü istiyorum. Bacının özlemi yordu beni. Çürüttü. Yapacağım tek şey, işini bir parça zorlaştırmak olacaktır. Bunun karşılığında senden isteğim,” … “işin ardını zorlama. Sana yanarım.”

 

KOMİSER CEMİL

Başına buyruk, serseri mizaçlı, kıyafetine çok dikkat etmeyen bir komiser.  Battal Bey’in kardeşidir. 40lı yaşların başında, fit, işine tutkun bir adalet adamıdır. Abisiyle arasındaki büyük yaş farkı, babalarının bir, annelerinin ayrı oluşundandır. Zor bir adamdır. Bu da sevgilisi Sibel’le sık sık kapışmalarına neden olmaktadır. İşine aşık, takıntılı bir polistir. Dağınıktır, ama yolunu bulur.

İNTRO

“Battal, elinde kesme kristalden bir viski bardağı, yağmur damlalarının dövdüğü camdan bahçeyi seyrediyordu. Bardağının boş olduğunu onu dudağına götürünce fark etti. Üzerinde viski şişesi duran masaya gidip şişeyi açtı, bardağını doldurdu. Kapağı kapatmadan salonun orta­sında dikilen kardeşi Cemil’e döndü. “İstemediğine emin misin?” Cemil, abisine ait olmasına rağmen, o köşke her gelişinde kendisini yabancı hissederdi. O zevksiz şatafat, avizeler, oymalı mobilyalar, pahalı halılar, duvar­lardaki birbirleriyle tema bütünlüğü olmayan, mezatlarda büyük paralar verilmiş tablolar, masa ve gümüşlükte, sehpalarda duran tuhaf biblolar ve tüm bu garip dünyaya insanı ziyadesiyle yabancılaştıran, içinde bir sürü süs balığının dolandığı yüksek akvaryum… Cemil, bakışlarını ne yana çevirse kaçamayacağını bildiği bu karmaşadan kurtulamayacaktı.”

CEMİL’DEN ALINTILAR:

“Unutma, ölümün bunların elinden olacak. O vakit yanında olmayacağım!”

“Ne çene var sende Cumhur. Hadi, sür.”

“Seni almaya gelirim. Gelemezsem, bir ekip otosu çevirirsin. Hadi eyvallah.

“Zeynel’in adamlarını sen mi dövdün Aga Kasım?”

“Müdürüm, ne istiyorsunuz benden, silahımı çekip bodoslama dalayım mı aralarına?”

“Babasıdır belki. Hazır adamı bulmuşken isteriz kızı,” … “Sen kızı alırsın, ben de senden kurtulurum. Nasıl?”

“Ekip ayarla. Kasım’ın kahvehaneyi yirmi dört saat gözaltına alıyoruz. Bu adamlar oraya tekrar gelecek!”

“Elimiz boş dönmeyelim, komiserim. Kısa günün karı, şunu alın. Hem içkili araç kullanmak kendisi için de tehlikeli. Beyefendiyi korumuş oluruz!”

“Her tartışmayı kazanamazsın, aptal,” … “Yalandan yere atıyorsun canını tehlikeye. Otur oturduğun yerde! Beynini kemiren ne? Nedir ciğerini yiyen kırkayak? Gün doğar, büyük adamlarca belirlenmiştir bile kim ölecek, kim kalacak. Sen kimsin?”

“Abimin mekânında korumalık yapmış, Elçin Beg diye birinden bahsedilirdi. Ancak daha önce ne yüzünü, ne fotoğrafını görmüştüm. Birine benzeteceğim ama…”

“Müdürün mü sordu?” … “Eli kolu bağlı bir polis olarak müdürlüğün ne işine yararım acaba?”

“Demek gizli… Biz yıllardır bilgi topluyoruz. Belki de işin ucuna vardık. İkimizden hiç yoksa birini davada tutmalılar. Ne oluyor? Neler dönüyor koduğumun yerinde?”

“Siz Elçin Vahapzade miziniz?”

“Bütün kariyerini üzerine yatırdığın bir dosya var. Yıllarca uğraşıyor ve düğüm düğüm çözüyorsun muammayı. Bir ilişki, seni bir başkasına yönlendiriyor. İsimler… Sanki bir başka boyutta, başka bir evrende yaşayan insanlar. Onları öğreniyor, duyuyor, hissediyorsun, ama o evrene geçemiyorsun. Boyut farklı. Engeller var.”

“Sayende makine çalıştı. Ben Cumhur’u bulmaya gidiyorum. Gecikmem. Faturalar buzdolabının üstünde. İnternetten çöz şunları gözünü seveyim. Hesaplaşırız.”

“Afiyet olsun, Tuncay’cığım,” dedi Cemil, gülerek. “Sen alıştın zaten. Canın kahve çekti mi, polise gidiyorsun bundan sonra!”

“Vallahi, burada bulunuşum, ailevi nedenlerden. Binanın yeni sahibi abim, malum!”

“Yürü, Cumhur. Biz de inelim bodruma. Bizsiz eğlence olur mu?”

“O da bir suçlu ise gereğini yapmaktan geri duracağımı mı sanıyorsunuz?”

“Sizden istediğim, beni daha az yoracak bir yolda bana yardımcı olmanız. Günler, aylar sürecek bir tarama neticesinde ulaşacağım bilgileri bana kısa sürede verebilirsiniz mesela. Ben de sizi kenarda tutmak için nüfuzumu kullanırım. Artık ne kadar kaldıysa o da!”

“Kaybettim. Hiçbir şey çıkmamıştı zaten. Masaya bırakmıştım. Çöplerle gitmiş olmalı.”

“Candan Hanım’ın bizim bilgimiz dâhilinde salındığına dair yazı. Buna diğer kadınların isimlerini de ekleyin. Bizimle geliyorlar.”

“Sabaha kadar sana seni anlatmaya devam edebilirim!”

“İçeriye girmeyeceksem, burada ne işim var?”

“Hemen pes ediyorsun! Yukarıda şenlik başladı.”

“Vur onu! Vur!”

 

UFUK CİVELEK

30’lu yaşların ortalarında, bakımlı, ince, kumral dalgalı saçları omuzlarında, güzel, narin bir kadın. Çalışırken daima pembe, ince çerçeveli bir gözlük takmaktadır. Psikiyatristtir. Yatalak annesiyle birlikte yaşar. Aynı zamanda uzun yıllar sonra döndüğü üniversitesinde yüksek lisans yapmaktadır. Pek fazla arkadaşı yoktur. Asosyal bile denebilir kendisi için.

İNTRO

“Ufuk, bal rengi gözlerini duvardaki takvi­me çevirdi. Yaprak perşembe gününü gösteriyordu. Takvimin hemen üzerindeki duvar saati ona geç kaldığını hatırlattı. Annesine götüreceği ilaçlar için nö­betçi eczane aramak durumundaydı artık. Doktor önlüğü­nün ceplerine sakladığı yumruklarını sıktı. Pembe çerçe­veli gözlüğünün ardındaki bezgin bakışlarını Per­şembe’ye dikti. Adamın üzerinde siyah bir takım elbise, yakasında gevşemiş siyah kravat takılı beyaz bir gömlek vardı. Siyah, rugan ayakkabıları yıpranmıştı. Ellerine sağlıkçı eldivenleri geçirmişti. Gözleri kapalı, kuca­ğında pofuduk bir yastık, şezlong tipi koltuğa uzanmıştı. Ufuk, bu kırklarında, seyrek saçlı, göbekli adamdan duyduğu korkuya şaştı. Komik bir halde yastığa sarılmış, uykudaydı Perşembe. Garip bir çekiciliği de yok değildi. Ufuk, bu iki duygu arasında gidip geldi bir zaman. Perşembe’nin gözkapakları büzüştü, yerinde hu­zursuzca kıpırdandı adam. Alnı ter içinde kalmıştı. Ufuk, ona yaklaştı, gözlüğünün altından, titreyen kirpikleriyle süzdü onu. Nefesini toparladı.”

UFUK’TAN ALINTILAR:

“Üç dediğimde uyanacaksın. Gevşe… Bir, iki, üç!”

“Ne yapacağız biz seninle? İstiyorsun ki ben hep yanında durayım. Kim bakacak bize? Klinikle muayenehane arasında mekik dokuyorum. Sunum hazırlıyor, dergilere yazıyorum. Seminerlere gidip, ders çalışıyorum bu yaşta… İlacının bir kutusu ne kadar biliyor musun?”

“Ya, Mehpare, bugün savunmamı verip şu tezden kurtulacaktım! Bıktım vallahi. Nereden başladım onca işimin arasında?”

“Birçok yetişkin orta yaş yıllarının en yoğun döneminde, tam da kendi yaşlanmalarıyla yüzleştikleri bir sırada ebeveynlerini kaybeder. Bu kayıp her ne kadar beklenen bir olay olsa da, kişi üzerindeki etkileri beklenmedik ölçüde sarsıcı olabilir. Tezim, ebeveyn kaybı olgusunun, yetişkinin hayatında ne anlama geldiğini ve nasıl sonuçlara yol açtığını ele almaktadır. En sık rastlanan durum babanın ölümünün anneden önce gerçekleşmesidir ve …”

“Kararlıyım. Annem düzelmeden, düzelmeyecekse de ölmeden bir ilişkiye girmeyecek, evlenmeyeceğim. Ben zor dayanıyorum kadının derdine, elin adamıyla başımı belaya sokamam! Hem gerek de yok. Böyle huzurluyum.”

“Farklı bir zamanda, farklı bir insanım.”

“Cenazeden gelince odaya girdim ve şu bardağı gördüm.” … “Kaldırmak isteyince, bir anda ürperdim. Bardak sıcacıktı! Sanki az önce annemin avucundaydı…”

“Bir beraberlikte kendisini gözlemlemeden ve olduğu gibi yaşayabilecek yürekliliğe sahip bir kimsenin sonradan konuşacağı bir şey olmaz. Yaşanan, yaşanır ve biter. Serhat’ın anlamadığı bu. Israrcılığının beni pes ettireceğini sanıyor, ama bu ondan her seferinde daha fazla soğumama sebep oluyor. Bu da Serhat Bey’i son anışımdır. Nokta.”

“Öğretim üyeleri üniversitenin dışına çıktılar. Üniversitenin içinde binlerce öğrenci ile boğuşmak, onlara bilimsel çalışma hevesi telkin etmek gibi zor bir şeyin üstesinden gelmektense, kolay kazanç yollarını seçtiler. Kalanların bir kısmı Don Kişot, ama ekserisi bilim aşkı nedeniyle değil, beceriksizliklerini telafi için, çoğunlukla da tor-pille üniversitede kalanlar. Rahman Hoca’yı tenzih ederim, ama okula çıktığımda içine bir sürü öküzün tıkıldığı bir ahırda gezindiğimi sanıyorum!”

“İnsanlar her zaman güzel sözler söylemek zorunda değil, Sinan. Konuşmak zorunda da değiller. Esas olan samimiyettir. Bana muhakkak bir şey anlatmak istiyorsan, seanslarda gördüğün şu rüyanın aslını anlat.”

“Hiçbir şey olmayacak ve sen de rahat duracaksın! Bir daha belaya bulaşmayacağına dair söz verdin!”

“Bir şey olduğu yok aslında. Başlamamış şeyleri başlamış kabul etmek gibi kökü dışarıda huylarım depreşiyor arada. Sorun bende. Kendim mükemmele ermiş gibi, başkalarını da kendimce hizaya getirmeye çalışıyorum.”

“Kendimi seviyor… sayıyor… ve onaylıyorum.”

 

CANDAN

Balıketi, otuzlarında, kumral bir kız. Pek makyaj yapmadığı halde uzun kesim, dalgalı, gür saçları, su gibi teniyle çekici. Salaş giyinmeyi seven, rockçı tarzı kıyafetleri olan, takıda büyük kocaman şeyleri tercih eden biri. Başına buyruk kişiliği, özgürlükçü tavırları var, bir parça asi. Çok sevdiği şarkıcılık mesleğinde bir yere gelmek ve babası olan Zeynel Bey’e ulaşmak için İstanbul’a gelmiştir. Şans eseri aynı otele düştüğü Elçin Beg’le can yoldaşı olacaktır.

İNTRO

“Candan, balıketi bir kızdı, otuzlarında, kumral. Boyasızken bile albeniliydi. Başına buyruk kişiliği, kıyafetine de yansıyordu. Yine de üzerindeki salaş kıyafetler arasında bir uyum sağlamıştı: Uzun, dökümlü bir kot etek üzerine rengârenk bir tişört ve kendine bir beden büyük, kollarını katlayarak kullandığı bir nubuk mont giyinmişti. Her yanına takıştırdığı plastik takılar, başkasında göz yorabilecekken, onu daha da çekici kılıyordu. Uzun kesim, dalgalı, gür saçlarını salmıştı. Burnunun üzerindeki reflekte gözlük, iri, kahverengi gözlerinin ışıltısını ancak örtüyordu. Yol yorgunu olduğu belliydi; düşüktü omuzları. Güç taşıdığı bavulunu sürükleyerek girdi Elçin Beg Vahapzade’nin de kalmakta olduğu otele. Omzunda kocaman bir günlük çanta asılıydı. Soluklanarak resepsiyon görevlisi Mehmet’e baktı. Otuzlarında, esmer kıvırcık saçlı, kilolu bir gençti Mehmet ve işinin rutinini kırmak için türlü uğraşlar geliştirmişti: Arkadaki küçük odada boncuktan kuşlar yapar, uyduruk şiirler karalar, bazen etraf tenhayken, on yıldır sırrını çözemediği bağlamasını tıngırdatırdı. Uğraşlarının en normali bulmaca çözmekti ve o ölü sezonun sıkıntılı akşamında da bankonun arkasında yapmakta olduğu buydu. Candan’ın öksürüğüyle toparlandı.”

CANDAN’DAN ALINTILAR:

“Koltuklar benim değil ya, istediğiniz yere oturun.”

“Kusura bakmayın. Ben de babamı bulmaya geldim İstanbul’a, ama en azından kim olduğunu biliyorum.”

“Gösterişliyim,” … “erkekler bana bakmadan duramaz.” … “Baksana, sana ‘Eşkıya’ dememden alınmıyorsun, değil mi? Gerçekten, çok sevdiğim bir karakterdir.”

“Otel yemeklerini, kahvaltılıkları sevmem. Baksana, çay bile rezalet. Uyku tutmadı diye indim. E, seni göreceğim varmış.”

“Biliyor musun, o kadın öldü,” … “Babamın karısı. Gazetede okudum. Beni bekliyormuş gibi. Babamı aramaya gelişimi beklemiş gibi…”

“Yahu, eşkiya, pencüse ile nasıl aldın o kapıyı sen? Demek beni böyle yeniyorsun!”

“Elçin Beg sizden o kadar bahsetti, sanatınızı o kadar övdü ki, sizinle tanışmaya can atıyordum!”

“Gülbeyaz’ın kızıyım. Hamile kaldığı zaman kendisine inanmadığınız, şantaja kalkıştığı bahanesiyle İstanbul’dan uzaklaştırdığınız kadının!”

“Şu polisi diyorsun. Geldi. Tanıştık. Birkaç kez görüştük hatta. Israrlı. Bilemiyorum. Polislerden pek hoşlanmıyorum galiba.”

“Bunlar insanca kurallar değil. Orman yasası! Kendi kurduğunuz yalanlarla ayaktasınız!” … “Üstün falan değilsiniz! Yalanlarınıza o denli bat-mışsınız ki onlara kendiniz de kanar olmuşsunuz! Çürü-müş, yoz, yıkılmakta olan bir imparatorluk sizinki. Sizler de altında kalacaksınız!”

“Bak, eşkıya. Ben durumunu beğenmiyorum. Bu geceden tezi yok, bana taşınıyorsun. Ben babamı istemiyorum. Kızın seni istemiyor. Yani, sen öyle diyorsun… Ben senin kızın, sen benim babamsın bundan sonra, tamam mı? O aptal kız kardeşim akıllanıp dönerse, kapımız açık. Problem var? Problem yok. İtiraz da yok. Gece program bitince seni almaya geleceğim. Damadın olmaya niyetli geri zekâlının müthiş bir arabası var! Görmelisin!”

“Battal da kim, Cumhur? Cenazeler bana ait. Gömülecekleri yeri belirlemek, hele onları yan yana gömmek! Buna karar verme yetkisini nereden buluyorlar?”

 

PERŞEMBE 

40’lı yaşların başında, şişman olmayan ama topluca, saçları hafif dökük, esmer bir adam. Yedilinin diğer üyeleri gibi, genelde siyah bir takım elbise: takımın içinde beyaz, uzun kollu gömlek giymekte ve ince siyah kravat takmaktadır. Yıllar önce bir kan davası olayında babaannesi ve kendisinin kurtulduğu bir katliam esnasında ailesinin diğer tüm üyelerini kaybetmiş ve bir süre sonra yaşlı babaannesini de yitirince öksüz kalıp yetimhaneye düşmüş, buradan da tetikçi ekibini oluşturan diğer yetimlerle birlikte Kasım’ın ekibine dahil olup, onun tarafından yetiştirilmiştir. Bir adres karışması sonucu öldüreceği adamın yerine muayenehanesini basacağı psikiyatrist Ufuk’a aşık olacak, işi haricindeki zamanının neredeyse tümünü onun peşinde koşarak geçirecektir.

İNTRO

“…Adamın üzerinde siyah bir takım elbise, yakasında gevşemiş siyah kravat takılı beyaz bir gömlek vardı. Siyah, rugan ayakkabıları yıpranmıştı. Ellerine sağlıkçı eldivenleri geçirmişti. Gözleri kapalı, kucağında pofuduk bir yastık, şezlong tipi koltuğa uzanmıştı. Ufuk, bu kırklarında, seyrek saçlı, göbekli adamdan duyduğu korkuya şaştı. Komik bir halde yastığa sarılmış, uykudaydı Perşembe. Garip bir çekiciliği de yok değildi. … Perşembe’nin gözkapakları büzüştü, yerinde huzursuzca kıpırdandı adam. Alnı ter içinde kalmıştı. … Perşembe’nin dudakları aralandı. Yüzü rahatladı, içi sakinledi biraz. Kucağındaki yastığı sıkan elleri gevşedi.”

PERŞEMBE’DEN ALINTILAR:

“Dengesiz, kirli basamaklar. Elimde beş yaşlarında bir çocuk… Basamakların kıyısında kalın, yuvarlak demirden, paslı bir korkuluk… Duvarın badanası dökük…”
“Kuralları değiştirmeliyiz,” … “Adam diye gidiyorum, kadın çıkıyor! Neden kadın öldürmüyoruz, anlamıyorum ki.”
“Bak, Pazar,” … “Bir önceki iş bitmemişken yenisini almak için Kasım’a ne diller döktüm. O resim sende. Bir haftadır kendin getir diye bekliyorum!”
“O rüya… Günlerdir uyuyamıyorum. Gündüzleri bile o başörtüsünün peşindeyim; bir umut, dönmesini bekliyorum. Her seferinde bana dönen, vurduğum birinin gözleri oluyor. Bu rüyayla bağımı kesmeliyim.”
“Ona bir silah ver, Salı. Hepimiz kadar iyi kullandığını biliyorsun.”
“Öyle de olur,” … “Ben gidinceye kadar tak. Sonra çıkar istersen.”
“Birbirinizden uzak durun, dedin. Benden de uzak durun demedin ya. Evlat babadan kopar mı?”
“Benimki de Per… Sinan, Sinan Çeçen.” … “Baksana, Bahtiyar. Benim bir çırağa ihtiyacım var. Burada çalışır mısın? Hem, harçlığın da çıkar.”
“Yok, yok. Hem beklemek de güzel. Aşağıda bir çay bahçesi var. Oraya gidelim mi? Manzarası iyi.”
“Polis olduğunuz anlaşılıyor. Şimdi meseleniz neyse söyleyin ve gidin!”
“Ben, basit bir adamım. Hayatım o mekândan ibaret. Sen hayatıma renk oldun. Değiştiriyorsun beni.”
“Fazla bir şey hatırlamıyorum. Babaannemin yüzünü hatırlamayışım gibi. Bir an hatırlasam, rüya tamamlanacak. Yüzünü gösterecek bana… Bir köy evi. Uzak. Mutlu bir köy evi. Küçüğüm. Koşturuyorum oraya, buraya. Annem, babam, bir abim var. Kız kardeşim. Hayal meyal… Dedem var, babaannem… Babaannem hariç, hepsinin yüzü gözümün önünde…”
“Günahsız o çocuk, Ufuk,” dedi Perşembe. “Günahsız. Adam, benim için gelmişti! Ona bir şey olursa…”
“Çello,” … “Çello şerefsizi, kahvehaneyi basıp, bizim çırağı yaralamış. Onu getirdim. Aga Kasım’ı da o mu vurdu?”
“İkimiz bir ateşte, ben yanarım, o yanmaz…”
“Aga Kasım, burada silah bırakmamıştır. Bırakmış olsa niye duvar örsün?”
“Biz adamı tam buradan vururuz. Bir anda çıkar nefesi. Gittiğini anlamaz bile. Sanki hiç doğmamış gibi…”
“Kulağımın değil de, şu gözlerimin pası bir silinseydi iyi olurdu bak. Hala kelebekler uçuşuyor önümde. Seni bile zor seçiyorum!”
“İşi büyütmeyi düşünüyorum. Bodrum katı adam edip, bilardo masaları koyacağım.” … “O zaman mecburen çalışanlarım olacak.”
“Sonra… ortalık aydınlanıyor… Bu defa o velet yok. Merdivenleri çıkarken çok rahatım. Bacaklarım tüy kadar hafif…”
“Kendimi seviyor… sayıyor… ve onaylıyorum.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir