GÖLGENİ ARDINA AL Ana Karakterler

ELÇİN BEG VAHAPZADE

Azeri. 70’ine dayanmış, formuna dikkat eden, zarif bir adam. İncecik, yüz hatlarına son derece uyumlu bıyığı ve her zaman traşlı, temiz cildiyle yaşına göre bayağı yakışıklı, esmer biri. Saçları yer yer kırlaşmış, ama dökülmemiştir. Sürekli şık takım elbiselerle, boyalı, ışıl ışıl ayakkabılarıyla gezer. Yakasına karanfil takar. Boynunda ölen eşine ait bir kolye, cebinde de içinde onun resminin olduğu bir tabaka taşır. Silahını da yanından ayırmaz, çünkü hasmı çoktur.  Şebekenin yurt dışı ilişkilerinde uzun yıllar görev yapmış, kaçak olduğu yıllar boyunca izini kaybettiği kızını bulmak için yurda dönmüştür. Konuştuğu istisnasız her insana karşı son derece kibar davranan bu adam, gerektiğinde kıyıcı olabileceğini de zaman zaman gösterir. Şaşırtıcı özelliklere sahiptir: Sanattan anlar, iyi bir müzik dinleyicisidir, hatta piyano çalar. Hayat okulundan mezun, görmüş geçirmiş biridir.

İNTRO

“Elçin Beg Vahapzade, sınıfına rağmen hayli düzgün otelin resepsiyonuna yanaştı. Kolunda asılı pardösüyü omzuna atıp, bavulunu yere bıraktı, görevliye bakındı. Bankonun üzerindeki zile dokundu. Çok geçmeden, genç görevli, kaymış kravatını düzeltmeye çalışıp, uykulu gözlerini ovalayarak geldi. Yakası karanfilli, eski bir İstanbul beyefendisi gibi giyinmiş bu adamı önce garipsedi genç. Elçin Beg, bir on dakika içerisinde otele kaydını yaptırmış, görevlinin yanına kattığı on beş yaşlarındaki kominin ardı sıra asansöre binip, üçüncü kattaki odasına çıkmıştı. Etrafı süzerek, ortaya ilerledi. Pardösüsünü yatağa bıraktı. Komi, bahşiş sevdasıyla onun gözlerini yakalamaya çalışarak içeride fırdönüyordu. “Banyonun ışıkları şuradan yanıyor. Dolapta ikişer takım baş ve vücut havlusu var. Kullanmak isterseniz, mini bar burada. Bu klimanın, bu da televizyonun kumandaları. Çantanızı şuraya bıraktım.” Sonra, gözlerini geçkince, ama yaşına göre dinç duran, yakışıklı adamdan ayırmadan kapıya doğru gerileyip, bekledi. Elçin Beg, çok uzak bir hayalin içindeymiş gibi, duvardaki manzara resmine dalmıştı. Deniz vardı resimde, kuşlar, ağaçlar, ufukta kızıl bir güneş. Alnına düşen perçemini düzeltti parmaklarıyla. O esnada geride bekleyen genci fark etti. Gülümseyerek ona yaklaştı, nazikçe yakasındaki karanfili çıkarıp, onun avucuna bıraktı.”

ELÇİN BEG’DEN ALINTILAR:

“Oturun, lütfen. Basit bir isteğim olacak. Döndüğümü çoktan duymuş olmalısın. Beni öldürtmek için hazırlığını da yapmışsındır tezden. Senden ricam, beni başkasına havale etmemendir. Kaçacak değilim. Neyi aradığımı, niçin döndüğümü biliyorsun. Her hafta bugün, cumartesi gecesi, bu saatlerde buraya geleceğim. Gayrisi sana kalmıştır.”

“Güzeldi… Bir kızımız var. Onu bulmak için döndüm. Onun resmini de annesininkinin yanına koyacağım. Bu kolyeyi eşimin boynundan aldım. Hala teninin sıcaklığı üstünde.”

“Ben kırk senedir… Belki daha da uzun bir zamandır Türkiye’de değildim. Öyle bir zaman ki, belki de yaşanmadı da, ben rüyamda gördüm. Bunun aksini ispatlayan, birkaç anı kırıntısı.”

“Yok, öyle gülme delikanlı. Biz zamanında çok içtik bu boğaz güzelini. İyi de içtik. Bak, sıkılmazsan anlatayım sana.” … “Rakıdan küçük küçük yudumlar alınır… Bir dikişte bir duble rakıyı içmek makbul değildir.” … “Buz gibi şişeden bardağa çevire çevire dökülür ve o nefis kokunun daha fazla yayılması sağlanır…” … “Bardağa konulan rakının yarısı kadar su konması makbuldür.” … “Rakıya buz koymak olmaz; rakının içindeki suyla alkolü aynı oranda etkilemediği için daha seyrek olan alkol üste çıkar. İdeal karışım bozulur. En uygunu rakıya soğuk su koymaktır.” … “İlk yudumu aldıktan sonra ağızda bekletip, dişlerin arasından derin bir nefes alınır ki akciğerler de nasibini alsın…”

“Siz sanatçı mı gördünüz ki? Ama biraz sabredersen, tanışacaksın… O şarkı söylerken, zaman dururdu. Müşteriler, büyülenirdi. Çatalı bıçağı düşürürlerdi ellerinden. Çıt çıkmazdı. Öyle bir alkış kopardı ki o sahneden inerken, İstanbul yıkılacak sanırdın. Görkemliydi, çok görkemli…”

“Burada sonsuz kredim var benim,” … “Eski mekanım ne de olsa. Ama bir hayaletin içki daveti de kaçmaz doğrusu!”

“Çello, herkese kıyar, ama bana kıyamaz. Hem, standartlarına da uymuyorum.”

“O, o. Kesinlikle o,” … “Hemen buluş onunla… İçime doğdu, şöyle biri olmalı: Simsiyah saçları, zeytin gibi gözleri olan, gülüşü güzel, kırk yaşlarında bir kadın… Hani sana Dilber’imin resmini göstermiştim ya, ona benzemeli. Geleceğimi söyle ona. Benim de kendisiyle tanışmak istediğimi söyle.”

“Ben kimseye kazık atmış değilim. Hiç ilgim olmadığı halde, şarkıcı kadın olayını mesele haline getirdi. Bunun bir bahane olduğunu biliyorum, ama beni orada istemeyen kendisidir.”

“Umudunuz bendeyse, bir dahaki karşılaşmayı beklemek zorundasınız. Bir randevum var,” … “Şansını deneyeceksen,” … “bunu (karanfili) ona ver delikanlı. En azından benden torpilli olduğunu anlayacaktır.”

“Sen, bir de benim gençliğimi görecektin!”

“İstediğin zaman uğra. Bugünlük vakit ayıramadım, kusura bakma. Gönlünce ye, iç bu gece. Bendensin, Tanrı misafiri.”

“Hepiniz benim bir muhbir olduğumu düşünüyorsunuz sanırım. Başka hiçbir şey aklıma gelmiyor, katlimin istenmesine neden. Benim ne derecede emin biri olduğumu bilirsiniz. Yıllarca kasanızı korudum. Gurbette, dilini bilmediğim Bulgarların arasında, dışarıya kaçırdığınız adamlara yardım ettim. Onları sakladım. Sevkiyatların rahatça gerçekleşmesini sağladım. Buna rağmen elime ne geçti? Karım, bana hasret öldü. Kızımı göremedim yıllarca, nerede olduğunu bilmedim. Bir defa, küçücükken görebildim onu, Kasım sayesinde. Ben babanım, diyemeden, koparır gibi çekip aldı kızımdan o da beni.”

“Kadınım ve bebeğim beni ilgilendirir. Onları koruyabilirim!”

“Geçmişinle barış ki, bugününün içine etmesin…”

“Tek dileğim, bu işi bir hafta erteletmesi. Yaşamak, Dilber’in olmadığı bir dünyada benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Hatta yanına gidecek olmak beni mutlu edecektir. Ama orada bana kızımızı soracak. Ne diyeceğim?”

(Kızına:) “Sen, gerçek misin?”

“Temizlemeyin. Bu ellerle temizlemeyin Battal’ın pisliklerini… Bu eller ne kadar nazik tutardı mikrofonu, öyle serçe parmağınız havada. Tutuşunuz vardı kadehi, incitmeden… Gitmeyin oraya bir daha. Size otelin, hatta istediğiniz otelin en güzel odasını tutayım. Merak etmeyin, ben karşılayacağım. Gitmeyin o batakhaneye.”

“Boş verin.” … “Alın size bir çiçek. Ne yakışırdı saçınıza. Biraz yıpranmış ama… Yaşadığı anı iyi değerlendirmeli. Size bir parça çalayım mesela. Bu gençler benim çalabileceğime inanmıyorlar.”

“Hayat bir yangınsa, yanalım be Neriman Tarhan!” … “Bırakalım şimdi bunları. Az sonra çıkacağım bu otelden. İki sokak ötede, ana caddede kızım beni bekliyor olacak. Yürüyeceğim yol seksen adımdır. Seksen adım! Yürüdüğüm bunca yoldan sonra o derece kısa bir yoldur ki, o yolu ben, tek adımda alırım. Nihat’ın katili, bana erişemez bile!”

“Sus, sus. Anlıyorum. Ama düşünsene; eğer dostluğumuz zaman ve mekân gibi şeylere bağlıysa, sonunda zamanı ve mekânı yendiğimizde, kendi dostluğumuzu da yıkmış oluruz! Öyle değil mi? Biz birbirimize gönülden bağlıyız. Bunu biliyorum.”

“Bir hayalet olarak nesneleri kavrayabilme yetimi dünyadakine oranla hayli yitirdiğimi söyleyebilirim.” … “Benden korkmana, utanmana, gözlerini benden kaçırmana gerek yok,” … “Artık kin, nefret, öfke gibi gereksiz dünyevi duygular geçersiz benim için. Ben, seni daima kardeşim yerine koydum. Sana bir şey söyleyeyim mi? Gittiğim yerde ortak dostlarımız oldukça fazla.”

 

ZEYNEL BEY

Yaşı 90’a yaklaşan, içten pazarlıklı, tahammülsüz, sert, otoriter suç baronu. Aynı zamanda Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin patronu. Battal’ın kayınbiraderi ve aynı zamanda üstü. Dolayısıyla, Komiser Cemil’in dayısı. Aksesuar olarak elinde sürekli, beyaz taneleri olan, sedefli bir tespih taşır. Candan’ın gayrı meşru babası. Hasta, her an ölümü bekleyen biridir. Ama hiç ölmeyecekmiş gibi de işine asılır. Yine de yorulduğunun farkındadır ve işleri Battal’a bırakıp, çekilmeye kararlıdır.

İNTRO

“Zeynel Beyaz’ın köşkünün salonu Battal’inkinden genişti. Ama içi o kadar zevksiz döşenmemişti. Bu Zeynel Bey’den değil, zengin ailesi sayesinde iyi bir eğitim almış karısı Sıdıka Hanım’dan kaynaklanı­yordu. … , yanındakilere fazlasıyla güvenen, doksana dayanan yaşı nedeniyle de kendini geride tutan bir ba­rondu. Yüzünü dolduran çizgilerin her biri nice yaşanmış­lıkların nişanesiydi. Her zaman şıktı. O gün de albenili bir takım giyinmişti. İpek kravatına iliştirilmiş altın iğnenin üzerinde adının baş harfleri yazıyordu. Derisi çekilmiş elleri buruş buruş, benekliydi, ama bakımlıydı tırnakları. Kötürüm görüntüsüne rağmen, gözleri karşı­sında oturanları tartarken son derece canlıydı. … Zeynel Bey, avu­cuna topladığı beyaz taneli tespihini ceketinin cebine attı ve diğer cebinden çıkardığı tabakadan aldığı hapı ağzına aldı. Onu geri koyarken ortaya hitap etti: ‘Kontrol altında tutama­dığın her şey geri döner, seni vurur. Bunu bilmiyor değilsiniz.’ Battal, rahatladı, koltuğuna daha da yerleşti. Ali, Seyfettin ve Turgut, düşünceliydiler. Tuncay, Zeynel Bey’ in kulağına bir şeyler fısıldadı. Zeynel Bey, kalktı. Diğerleri de kalkmaya yel­tenince, durdurdu onları Zeynel Bey. ‘Rahatsız ol­mayın. Doktorla randevum vardı, Tuncay onu hatırlatı­yor.’ Zeynel Bey ve Tuncay, çıktılar.”

ZEYNEL BEY’DEN ALINTILAR:

“İyi bir bahçıvan bulamadım, Seyfi.” … “Burayı kumarda kazandım, biliyorsun. Adamın iyi bir gül koleksiyonu vardı. Tüm bahçeyi kaplardı, göz alı­cıydılar. Kala kala bu çeşit kaldı onunkilerden, bir de…””

“Kasım, bugün gelir. Tuncay, oyalayabildiğin kadar oyala onu. Oradan oraya gö­tür, yedir, içir. Ben sana Kasım’ı getirmen için haber veri­rim.”

“Tamam, kısa kes. Böyle şeyleri niye bana getirirsin ki? Kâhyamsın. İşe yararsa alırsın. Yaramayacaksa zaten sana kalmaz;  ben görür, koyarım kapıya.”

“Bugün elinde olanın yarın yitmeyeceğinin garantisi yoktur. Havadan bir şey edinmeye inanmam ben. Kimseye de bu hissi tattırmak istemem. Ama görüyorum ki sırtlanlar leşi bekler. Kurt, kocadığını belli etmeyecek. Bu sabah Seyfettin düştü. Ötekiler de dizilir sıraya şimdi… Hey gidi. Köhne bir çiftlik evinden vardığımız noktaya bak.”

“Başarı? Başarı, evet. Peder bey çiftlik eviyle birlikte boyumca borç bıraktı miras. Ne nasıl halloldu, hatırlamıyorum bile. Bunun kendiliğinden gerçekleştiği hissi oluşuyor. Kimseye borçlu hissetmiyorsun. Hâlbuki yenmesi elinde olmayan bir savaşa girmezsen, yenilmezsin. Hepsi bu!”

“O eski, at pisliği kokan çiftlik evine benzemiyor, değil mi?” … “İkimiz de ihtiyarladık, Kasım. Yıllarca ben dünya malının, sen kabadayılığın şöhretinin ardında koştuk. Çekilme zamanıdır benim için. Yerime birini tayin etmek icap eder. Sen geçtin aklımdan ilkin.”

“Ne zamandır özeniyorum Battal’a. Sonunda ben de yaptırdım. Şu balıklar nasıl bir mucize, insanın yükünü alıveriyorlar.” … “Böcek dediğime bakma. Konsey de öyle dediydi. Sen sen ol, kimseyi küçümseme. Küçük önemlidir.” … “Simide lezzetini veren küçük bir susam tanesi, büyük makineleri küçük çarklar işletir ve unutma, deve büyüktür ama ot yer, şahin küçüktür ama et yer!”

“Çıkarın şu kara kara gözlüklerinizi! Taziyede her birinizin çıplak gözlerini göreceğim!”

“Gitti, Kasım. Ben dururken, o gitti. Kimse bana kazık atamaz, beni yarı yolda bırakamaz, derdim; o bıraktı.”

“Kendi ölümlülüğünün farkına varmak, kişinin yaşama bakışını da değiştiriyor, Battal. Yaşam görüşlerindeki en net değişim, onun kısalığının ve geçmişe göre daha dolu yaşanması gerektiğinin farkına varılmasıymış…”

“O kadar eski ki son ağlamam, bana hayatım boyunca gözyaşı dökmemişim gibi geliyor. Belki ağlardım küçükken; düşer ağlardım, misketimi kaybeder ağlardım belki. Ama babam öldüğü gün eve gittim ve baktım yerde yatıyor kefeniyle, üstünde bir bıçak. Anam, bacım, halalarım, konu komşu feryatlar içinde ağlıyor. Yabancıyım bir anda babama. Şaşırıyorum, bu ölüyü neden bize getirmişler… Ama aynen kurulu bir makine, bir robot gibi, gidip yabancının başına çöküyorum. Sıkıyorum kendimi, ayıp olmasın, anası, amcası ağlarken bu susuyor denmesin diye, bağıra bağıra ağlamak istiyorum; gıkım çıkmıyor, damla yaş gelmiyor gözümden. Etraftakilere bir yaratık görmüş gibi bakıyorum; ağlamak ne, nasıl bir şey, bir insan niye ağlar?”

“Bu kadar yıl tırtıkladıkların sana ömür boyu bakar Tuncay’ım, neyi düşünüyorsun?”

“Az sonra eşinerek seni bekleyen bir avuç çakalın karşısına çıkacaksın. İlk andan avucuna alacaksın onları.” … “Ayakta iken hakimsindir; oturduğunda herkesle aynı seviyede. Başlamadan önce kendine zaman tanı. Çakallar dikkatlerini toplayıp sessizleşsin, sonra konuşmaya başla.” … “Cümlelerinde basit, açık sözcükler kullan. Basitlik içtenlik, kararlılık demektir. Gözünü onlara dik. Gülümse, ama gülme.”

“Bu, Küba’dan geldi.” … “Vahapzade, puro güç, başarı, takdir ve ince zevkler üzerine kurulmuş bir tutku, heyecan ve statü simgesidir. Yakılmasından saklanmasına, içilmesinden satın alınmasına kadar, çok zengin bir kültüre sahiptir.” … “Bak, her iki ucu da kapalı. Sadece içeceğin başı keseceksin. Doğru ucu kesmek için dış sargı yaprağının üzerine sarılmış yaprağa dikkat edeceksin.” … “Bununla keseceksin.” … “Kutuyla birlikte geldi; şuraları gümüş.” … “Bir puronun ucunu asla dişlerinle koparma. Puroyu içerken dişinle ısırma.” Puroyu ağzına götürdü. Elçin Beg’in yakmasını reddedip, masasının çekmecesinden çıkardığı çakmakla yaktı onu. “Asla başkasının purosunu yakma. Puro yakmak kişiseldir. Bırak, içen kendi purosunu yaksın.”

“Salih, biz de sana ‘cin’ deyip duruyoruz. Seni de çarparlarmış demek ki! Elçin Beg miydi?”

“Şartı ne çabuk unuttun, İstanbul’un kralı?” … “Polis ve yabancı yok.”

“Kötü bir gençlik geliyor, Battal,” … “Bizim zamanlar gibi değil. Televizyonun, internetin, şaşaa göstergelerinin kuşattığı, kendini şaşırmış bir güruh. Bizim kitabımızda önemli olan namdı. Kabadayılık, nam içindi. Öldürüyorsan nam için, vuruyor, kırıyorsan nam içindi. Sevdiğini gösterirken dahi namının şerefine uygun yapardın bunu. Şimdi medya gence diyor: Para orda, tak beline silahı, git al, diyor. Örnek koyuyor önüne. Çocuk sanıyor ki, bir haftada kralım! Düzenimizi, yasamızı bilen eski insanlarımızı harcarsak, kendimizi harcamış oluruz.”

“Öyle, delikanlı. Yine göçüyoruz. Kurtulamadık şu göçme işinden. Göçebe milletiz vesselam…” … “Göçebeliğin zor koşulları, hepimizi böyle sert karakterli, haşin savaşçılar yapmış. Bir de böyle itilip kakıldıkça direnmişiz, daha da saldırgan olmuşuz.” … “Geride bıraktıklarımızı anmaz olmuşuz…” … “Yarın Candan Hanım’ı alıp çiftliğe getirin.”

“Anarşist anarşist konuşma!” … “Sen köy mü bilirsin? Seni kim böyle yetiştirdi?”

“İsyan! Demek isyankârsın, ha? Dünyayı kurtarmaya soyunan o zavallılardansın, değil mi? Adaletsizliğe isyan edeceksin.” Sesini yumuşattı. “Ama güzel kızım, bilmiyorsun ki isyan edebilmek için, isyanının dikkate alınması için zengin olman gerekir. Zira insanları yalnız para etkiler.”

“Zulüm? Demek beni zalim biri olarak görüyorsun. Oysa benimki sadece oyunu kuralına göre oynamak.”

“Hayat, siyasettir. Siyasette önemli olan gerçek değildir. Gerçek yoksa, uydurulur. Varsa, görmezden gelinir. Gerçekler bize karşıysa, tersyüz ederiz onları. Gerçek dediğin, şemsiye gibidir, yağmur geliyorsa açarsın, güneş göründüğünde baston gibi kullanırsın. Yani gerçek yoktur. Biz her zaman gerçekten üstünüz.”

“Üç aylık ömrüm kaldı. Bana katlanacağın sadece üç aydır…”

“Seni hatırlamamın şu an benim için hiç önemi yok. Aslında şu boşluk anında hiçbir şey önemli değil. Bu-raya gelmek için epey yol tepmiş olmalısın…”

“Madem geldin ve vasiyetimi verecek senden başka kimse yok, dinle o zaman. Kızımı bul. Adı, Candan. Tavladaki beyaz at onundur. Alacak onu. Beni reddetse de alacak. De ki, son nefesinde bile seni söyledi. Candan dedi, de.”

 

BATTAL

70’ini henüz aşmış, iri, küt bir adam. Mafyatik ilişkiler içerisinde, aldığı haraçlar ve sahibi olduğu gazinonun geliriyle yaşayan bir patron. Genelde mesafeli, sert bir mizaca sahip. Mimikleri sır vermeyen, balmumu heykellere benzer bir yüzü, dudak çizgisinde bıraktığı kalın bir bıyığı vardır. Zevkli bir giyim tarzı yoktur. Sonradan görme para babaları gibi giyinir. Aksesuar olarak, turuncu taşlı, irice bir tespih taşır. Zeynel Beyaz’ın eniştesi, Komiser Cemil’in ağabeyidir. Oflaz adında pek hazzetmediği bir evlatlığı bulunmaktadır. Öz çocuğu yoktur.

İNTRO

“Battal, elinde kesme kristalden bir viski bardağı, yağmur damlalarının dövdüğü camdan bahçeyi seyrediyordu. Bardağının boş olduğunu onu dudağına götürünce fark etti. Üzerinde viski şişesi duran masaya gidip şişeyi açtı, bardağını doldurdu. Kapağı kapatmadan salonun orta­sında dikilen kardeşi Cemil’e döndü. “İstemediğine emin misin?” Cemil, abisine ait olmasına rağmen, o köşke her gelişinde kendisini yabancı hissederdi. O zevksiz şatafat, avizeler, oymalı mobilyalar, pahalı halılar, duvar­lardaki birbirleriyle tema bütünlüğü olmayan, mezatlarda büyük paralar verilmiş tablolar, masa ve gümüşlükte, sehpalarda duran tuhaf biblolar ve tüm bu garip dünyaya insanı ziyadesiyle yabancılaştıran, içinde bir sürü süs balığının dolandığı yüksek akvaryum… Cemil, bakışlarını ne yana çevirse kaçamayacağını bildiği bu karmaşadan kurtulamayacaktı.”

BATTAL’DAN ALINTILAR:

“Salih arabayı çıkarsın.”

“Beyefendi içki­sini bitirip kalkacak. Misafirimdir. Para almayın.”

“Dü­şündün mü? Yoksa para mı az geldi?”

“Onun davası başkasına havale. Buluncaya kadar tek işimiz Oflaz. Eve gidemiyoruz karı dırdırından.”

“Cemil’i karıştırma! Hem siparişimi de teslim etmedin. Adam benimle dalga geçer gibi dükkânımda geziyor!”

“Siparişim nerede Kasım? Elçin Beg olduğu için mi geciktiriyorsun? Sipariş sipariştir. Fark eder mi? Öksüzlerine mi dokundu yoksa?”

“Beni seçtiğinizde üçünü birden karşınıza alacaksınız. Oysa onlardan birini seçtiğinizde rahatsınız. Ben dahil kimse itiraz etmeyecektir size. Sizin için endişem.”

“Aynını versem, seni göndereni öldürür müsün?”

“Çello’nun masasından sağ salim kalktığına göre, bugün şanslı gününde olmalısın. Bir daha böyle çocukluk yapma!”

“Niye ecelinle buluşmaya bunca heveslisin? Hem kızını bulup ne yapacaksın? Ona ‘Seni bırakıp kaçtım, kırk yıl aramadım. İşte geldim, şefkatli kollarıma koş,’ mu diyeceksin?”

“Gördün mü, ablan iki dakikada harcadı seni! Oysa sen onun Oflaz’ına yarenlik etmek için tez elden kırdırdın kemiklerini, öyle değil mi?”

“Siparişi vereli kaç gün oldu Çello? Kasım gibi sen de mi çaptan düştün? Ne bekliyorsun?”

“Onu istemiyorum. Çünkü beklentisi var. Beklentili adamın ümidi ayakta tutulmak ister. Bana emir eri, piyon lazım. Vezir değil. Elimde olsa o kodamanları da elerim.”

“Yarın konseyi topluyorum. İkiniz iki yanımda olacaksınız. Salih, senin emeğini inkâr edemem. Bunca yıl, attığım her adımda yanımdaydın. Sağ kolumdun. Öyle olmaya da devam edeceksin. Ama yetmez. Belki ikiniz de yetmeyeceksiniz. Yine de herhalde orospu çocuğu Tuncay’ın tek başına becerdiğini birlik olup becerebilirsiniz!”

“Tuvaletçimden uzak dur. Kadının kafasını karıştırıyorsun!”

“Bunlardan uzak kal diye okuttum seni. Polis olman da hedefim değildi ya, senin seçimin! Şimdi git buradan!”

“Bu defa son kez gazinoya gelip üzerime yürüyeceksin. Ben de sana ateş edeceğim. Yo, yanlış anlama. Vurmak için değil.”

“Zeynel Abi bana gizli birtakım dosyalardan bahsetmişti. Holdingde bir kasada… Nihat, git toplantıya kadar Salih’i ayılt. İkinizin de orada olmanızı istiyorum. Halletmem gereken bir iş var. Zeynel Abi’yi coşturmanın hiçbir âlemi yok şimdi. Tek bir adamla baş edebiliriz herhalde!”

“Bak, komiser. Bu işi sessiz sedasız, basını falan karıştırmadan çözeceksiniz.”

“Evet, doğru! Seyfi de öyleydi. Şimdi baş zanlı! Ama durun. Kendi ayağınızla geldiniz, iyi ettiniz. Çünkü onun kadar sizler de zanlısınız!”

“Şimdi de bunu öldürün o zaman!” … “Bir şahit de bu! Dinlemesi gerekenin asıl patronu olduğunu unutan bir köpek!”

“Hayatta aynı anda hem sevip, hem ölesiye nefret ettiğim iki adam peş peşe öldü… Yaşam ne garip! Bir anda masalsın… Arabayı çıkar, Salih. Yengene de bak, kendine gelmiş mi? Bu öğlen kaldırılacak iki cenazemiz var.”

“Bu babası bellisiz ne gidiyor taziye vermeden?”

“Şu dakikadan sonra beni hiçbir şey şaşırtmaz Nihat,” …. “Ama seni hevesli gördüm. Anlat bakalım.”

“İçimizde bir polis daha olmasının bir önemi var mı? Bizim Cemil polis değil mi zaten? Bunları neden kafana takıyorsun şimdi?”

“En azından bu gece değil. Seni bağlayıp, arabanın bagajına koyacağım. Gece, bana karar vermek için zaman verecektir. Bugün büyük acım var. Bir tane daha eklersem üstüne, kaldırmaz yüreğim. Yaşlıdır. Bu Nihat, biraz daha genç. Belki, ona bırakırım bu işi…”

“Herkes bir gün ölecek! Bir büyüğümüz ölmüştür, ama bizim konumumuz kendimizi salmamıza manidir. Vakur olacak, ayakta durup, herkese moral vereceksin!”

“Seni öldürmeyeceğim. Unutmayacağım da. İçinde kaynadığım kazana kan doldu, boyumdan taştı…”… “İçimde öyle bir yangın var ki, kesilen etimi hissetmiyorum bile. Şimdi kollarını saran ipleri de keseceğim ve elimde bu bıçakla dışarıya çıkacağım. On beş dakika vereceğim sana. Garajın arka kapısından çıkacaksın. Kimse görmeyecek gittiğini. Geri döndüğümde hala buradaysan, boğazını keseceğim.”

 

AGA KASIM

65 civarı, zayıf, yüz hatları sert ve derin, esmer saçları kırlaşmış ve kısım kısım dökülmüş, folklorik köy oyunlarını oldukça iyi oynayan, yaşına göre hayli atak bir adamdır. Yedilinin lideri konumundadır. Aynı zamanda bir kahvehane işletir. Eski bıçkın kabadayılardandır. Oynayarak, belindeki palaskayı silah niyetine kullanarak dövüşür. Genelde siyah, çizgili, yelekli bir takım giyinir; ancak kravat takmaz. Dövüşmediği zamanlarda ayakkabılarını arkalarına basarak giyer. Kemer yerine uzun bir asker palaskası takar. Siyah bir tespihi vardır, elinden pek düşürmez. Genelde hislerini saklamayı iyi becerir, ama kini, öfkesi yamandır.

 

İNTRO

“Salih’in açtığı kapıdan inip, hoşnutsuz bir ifadeyle mekânı süzdü Battal ve yarı aralık kapıyı iterek, içeriye girdi. Boş masaların arasında ilerleyip, dipteki büyük kolonun arkasındaki patron masasında demlenen Kasım’ı gördü. Yetmişlerinde, bir gözü diğerinden kısık, saçları dökülmüş, gençliğinde yakışıklı, yıkıcı olduğu belli, görmüş geçirmiş bir adamdı Kasım. Çizgili, eski bir takım elbisenin içine gömlek ve yelek giymişti. Yumurta topuk ayakkabılarının arkalarına basıyordu. Battal’a domates, peynir ve yeşil soğandan oluşan mütevazı sofrasını gösterdi. “Sadece konuşmaya geldim,” dedi Battal, kibirle. Kasım, kalktı, Battal’a onu izlemesini işaret etti.”

AGA KASIM’DAN ALINTILAR:

“Ziyaretime gelen herkes kahvemi içer”

“Zeynel Bey’e yarın uğrayacağımı söyle. Bunca adamı kırdırtması lüzumsuzdu. Haber salması yeter­liydi.”

“Hangisi olduğunu bilmen gerekmez. Birinin seninki olduğunu bil, yeter.”

“Ben, kendi çöplüğümün horozuyum sadece.”

“Seni öyle çok sırtımda taşıdım ki. Abinle Zeynel Beylere gelirdiniz. Durmazdın yerinde, üç-dört yaşlarındaydın. Bana emanet ederlerdi. ‘Atım ol,’ derdin, dört ayak olup üstümde gezdirirdim seni odalarda. Deli olurdun.”

“Ben zavallı bir kahveciyim. Onlar müşterilerdi. Her günkü, alelade müşteriler…”

“Tamam, Pazar, o iş senin. Teslimata bir haftan var. Elini çabuk tutsan iyi edersin. Yoksa yapacağımı bilirim!”

“Öğreneceksiniz Cuma. Bir bebek yürümeyi, konuşmayı, koşmayı öğrenir gibi, yeni bir hayatı öğreneceksiniz.”

“Arkadaş, bu gece dükkânını kapatıyorum. Biraz zararın olacak, ödeşiriz. Müşterileri çıkar. Yalnız,” …, “şu neşeli masa hariç. Sonra kapıyı kilitle ki, dışarıya çıkıp eğlenceden mahrum kalmasınlar.”

“Gittiğin, Zeynel Beyaz adında bir işadamının binasıydı,” … “Elindeki oranın bodrum kat planı.” … “İşaretli olan, kasa odası. Haf-ta içi bina yoğun olur. Cuma akşamından pazartesi sabahına kadar, güvenlikçiler hariç, in cin bulunmaz. Büyük bir çanta edineceksin. Çantayla birlikte o kata inip, gizleneceksin. Bunu cuma akşamından yap. Pazartesi sabahına kadar üç gece binadan çıkman imkânsız; tüm kapılar kilitli. Kattaki güvenlik tedbirlerini öğrenip atlatmak sana kalıyor. Diğer kâğıttaki ikinci ve dördüncü rakamlardan eminim. Sırası farklı olabilir. Kasanın şifresini bunlardan türeteceksin. Üç gün içinde kasayı açacak, içindeki dosyaları çantaya yerleştirecek, dikkat çekmeden memurların arasına karışıp, binadan çıkarak bana getireceksin.”

“Ne yapacaksın, Cuma? Kin insana yüktür. O yükü seni ekibe aldığım gün attın biliyorum ben. Bunca yıl sonra tekrar sırtlamanın faydası ne? Üstelik neredeyse yüz yaşına gelmiş, bir ayağı çukurda bir adamı mı öldüreceksin?”

“Demek, Battal beni sana sipariş etti”

“Çek git bu memleketten Azeri. İnine dön! Geldin ve bütün düzeni darmadağın ettin!”

“Ben… Bütün hayatımda yalan söyledim, Pazar. İşimin bir parçasıydı bu. İstesem, dediğin şeyleri kabul etmezdim. İlk defa sana karşı dürüst olma ihtiyacı duydum. O babandı, evet. Bizler, anaları, kardeşleri, babaları olan aileler değil, kiralık katilleriz. Şu kadar zamanda sığınaktakilerin alayı bunu öğrendi de sen mi öğrenemedin? Hata bendeydi belki. Seni çok önce işe çıkarmalıydım.”

“Bütün dünya susmalı şu an. Çekilmeli denizler, gökten güneş çekilmeli ki anlasın, bilsin yedi düvel… Adam gibi bir adam gitti…”

“İkimizin kanı birbirine karışmıştır.”

“Beni şu yangabuza bırakma, yeğenim. İstersen, sana teslim olurum.”

“En azından seni bıçak sallayamayacağın mesafede tutarım!”

“Sana bir şey söyleyeyim mi? Artık ben de ölümü istiyorum. Bacının özlemi yordu beni. Çürüttü. Yapacağım tek şey, işini bir parça zorlaştırmak olacaktır. Bunun karşılığında senden isteğim,” … “işin ardını zorlama. Sana yanarım.”

 

KOMİSER CEMİL

Başına buyruk, serseri mizaçlı, kıyafetine çok dikkat etmeyen bir komiser.  Battal Bey’in kardeşidir. 40lı yaşların başında, fit, işine tutkun bir adalet adamıdır. Abisiyle arasındaki büyük yaş farkı, babalarının bir, annelerinin ayrı oluşundandır. Zor bir adamdır. Bu da sevgilisi Sibel’le sık sık kapışmalarına neden olmaktadır. İşine aşık, takıntılı bir polistir. Dağınıktır, ama yolunu bulur.

İNTRO

“Battal, elinde kesme kristalden bir viski bardağı, yağmur damlalarının dövdüğü camdan bahçeyi seyrediyordu. Bardağının boş olduğunu onu dudağına götürünce fark etti. Üzerinde viski şişesi duran masaya gidip şişeyi açtı, bardağını doldurdu. Kapağı kapatmadan salonun orta­sında dikilen kardeşi Cemil’e döndü. “İstemediğine emin misin?” Cemil, abisine ait olmasına rağmen, o köşke her gelişinde kendisini yabancı hissederdi. O zevksiz şatafat, avizeler, oymalı mobilyalar, pahalı halılar, duvar­lardaki birbirleriyle tema bütünlüğü olmayan, mezatlarda büyük paralar verilmiş tablolar, masa ve gümüşlükte, sehpalarda duran tuhaf biblolar ve tüm bu garip dünyaya insanı ziyadesiyle yabancılaştıran, içinde bir sürü süs balığının dolandığı yüksek akvaryum… Cemil, bakışlarını ne yana çevirse kaçamayacağını bildiği bu karmaşadan kurtulamayacaktı.”

CEMİL’DEN ALINTILAR:

“Unutma, ölümün bunların elinden olacak. O vakit yanında olmayacağım!”

“Ne çene var sende Cumhur. Hadi, sür.”

“Seni almaya gelirim. Gelemezsem, bir ekip otosu çevirirsin. Hadi eyvallah.

“Zeynel’in adamlarını sen mi dövdün Aga Kasım?”

“Müdürüm, ne istiyorsunuz benden, silahımı çekip bodoslama dalayım mı aralarına?”

“Babasıdır belki. Hazır adamı bulmuşken isteriz kızı,” … “Sen kızı alırsın, ben de senden kurtulurum. Nasıl?”

“Ekip ayarla. Kasım’ın kahvehaneyi yirmi dört saat gözaltına alıyoruz. Bu adamlar oraya tekrar gelecek!”

“Elimiz boş dönmeyelim, komiserim. Kısa günün karı, şunu alın. Hem içkili araç kullanmak kendisi için de tehlikeli. Beyefendiyi korumuş oluruz!”

“Her tartışmayı kazanamazsın, aptal,” … “Yalandan yere atıyorsun canını tehlikeye. Otur oturduğun yerde! Beynini kemiren ne? Nedir ciğerini yiyen kırkayak? Gün doğar, büyük adamlarca belirlenmiştir bile kim ölecek, kim kalacak. Sen kimsin?”

“Abimin mekânında korumalık yapmış, Elçin Beg diye birinden bahsedilirdi. Ancak daha önce ne yüzünü, ne fotoğrafını görmüştüm. Birine benzeteceğim ama…”

“Müdürün mü sordu?” … “Eli kolu bağlı bir polis olarak müdürlüğün ne işine yararım acaba?”

“Demek gizli… Biz yıllardır bilgi topluyoruz. Belki de işin ucuna vardık. İkimizden hiç yoksa birini davada tutmalılar. Ne oluyor? Neler dönüyor koduğumun yerinde?”

“Siz Elçin Vahapzade miziniz?”

“Bütün kariyerini üzerine yatırdığın bir dosya var. Yıllarca uğraşıyor ve düğüm düğüm çözüyorsun muammayı. Bir ilişki, seni bir başkasına yönlendiriyor. İsimler… Sanki bir başka boyutta, başka bir evrende yaşayan insanlar. Onları öğreniyor, duyuyor, hissediyorsun, ama o evrene geçemiyorsun. Boyut farklı. Engeller var.”

“Sayende makine çalıştı. Ben Cumhur’u bulmaya gidiyorum. Gecikmem. Faturalar buzdolabının üstünde. İnternetten çöz şunları gözünü seveyim. Hesaplaşırız.”

“Afiyet olsun, Tuncay’cığım,” dedi Cemil, gülerek. “Sen alıştın zaten. Canın kahve çekti mi, polise gidiyorsun bundan sonra!”

“Vallahi, burada bulunuşum, ailevi nedenlerden. Binanın yeni sahibi abim, malum!”

“Yürü, Cumhur. Biz de inelim bodruma. Bizsiz eğlence olur mu?”

“O da bir suçlu ise gereğini yapmaktan geri duracağımı mı sanıyorsunuz?”

“Sizden istediğim, beni daha az yoracak bir yolda bana yardımcı olmanız. Günler, aylar sürecek bir tarama neticesinde ulaşacağım bilgileri bana kısa sürede verebilirsiniz mesela. Ben de sizi kenarda tutmak için nüfuzumu kullanırım. Artık ne kadar kaldıysa o da!”

“Kaybettim. Hiçbir şey çıkmamıştı zaten. Masaya bırakmıştım. Çöplerle gitmiş olmalı.”

“Candan Hanım’ın bizim bilgimiz dâhilinde salındığına dair yazı. Buna diğer kadınların isimlerini de ekleyin. Bizimle geliyorlar.”

“Sabaha kadar sana seni anlatmaya devam edebilirim!”

“İçeriye girmeyeceksem, burada ne işim var?”

“Hemen pes ediyorsun! Yukarıda şenlik başladı.”

“Vur onu! Vur!”

 

UFUK CİVELEK

30’lu yaşların ortalarında, bakımlı, ince, kumral dalgalı saçları omuzlarında, güzel, narin bir kadın. Çalışırken daima pembe, ince çerçeveli bir gözlük takmaktadır. Psikiyatristtir. Yatalak annesiyle birlikte yaşar. Aynı zamanda uzun yıllar sonra döndüğü üniversitesinde yüksek lisans yapmaktadır. Pek fazla arkadaşı yoktur. Asosyal bile denebilir kendisi için.

İNTRO

“Ufuk, bal rengi gözlerini duvardaki takvi­me çevirdi. Yaprak perşembe gününü gösteriyordu. Takvimin hemen üzerindeki duvar saati ona geç kaldığını hatırlattı. Annesine götüreceği ilaçlar için nö­betçi eczane aramak durumundaydı artık. Doktor önlüğü­nün ceplerine sakladığı yumruklarını sıktı. Pembe çerçe­veli gözlüğünün ardındaki bezgin bakışlarını Per­şembe’ye dikti. Adamın üzerinde siyah bir takım elbise, yakasında gevşemiş siyah kravat takılı beyaz bir gömlek vardı. Siyah, rugan ayakkabıları yıpranmıştı. Ellerine sağlıkçı eldivenleri geçirmişti. Gözleri kapalı, kuca­ğında pofuduk bir yastık, şezlong tipi koltuğa uzanmıştı. Ufuk, bu kırklarında, seyrek saçlı, göbekli adamdan duyduğu korkuya şaştı. Komik bir halde yastığa sarılmış, uykudaydı Perşembe. Garip bir çekiciliği de yok değildi. Ufuk, bu iki duygu arasında gidip geldi bir zaman. Perşembe’nin gözkapakları büzüştü, yerinde hu­zursuzca kıpırdandı adam. Alnı ter içinde kalmıştı. Ufuk, ona yaklaştı, gözlüğünün altından, titreyen kirpikleriyle süzdü onu. Nefesini toparladı.”

UFUK’TAN ALINTILAR:

“Üç dediğimde uyanacaksın. Gevşe… Bir, iki, üç!”

“Ne yapacağız biz seninle? İstiyorsun ki ben hep yanında durayım. Kim bakacak bize? Klinikle muayenehane arasında mekik dokuyorum. Sunum hazırlıyor, dergilere yazıyorum. Seminerlere gidip, ders çalışıyorum bu yaşta… İlacının bir kutusu ne kadar biliyor musun?”

“Ya, Mehpare, bugün savunmamı verip şu tezden kurtulacaktım! Bıktım vallahi. Nereden başladım onca işimin arasında?”

“Birçok yetişkin orta yaş yıllarının en yoğun döneminde, tam da kendi yaşlanmalarıyla yüzleştikleri bir sırada ebeveynlerini kaybeder. Bu kayıp her ne kadar beklenen bir olay olsa da, kişi üzerindeki etkileri beklenmedik ölçüde sarsıcı olabilir. Tezim, ebeveyn kaybı olgusunun, yetişkinin hayatında ne anlama geldiğini ve nasıl sonuçlara yol açtığını ele almaktadır. En sık rastlanan durum babanın ölümünün anneden önce gerçekleşmesidir ve …”

“Kararlıyım. Annem düzelmeden, düzelmeyecekse de ölmeden bir ilişkiye girmeyecek, evlenmeyeceğim. Ben zor dayanıyorum kadının derdine, elin adamıyla başımı belaya sokamam! Hem gerek de yok. Böyle huzurluyum.”

“Farklı bir zamanda, farklı bir insanım.”

“Cenazeden gelince odaya girdim ve şu bardağı gördüm.” … “Kaldırmak isteyince, bir anda ürperdim. Bardak sıcacıktı! Sanki az önce annemin avucundaydı…”

“Bir beraberlikte kendisini gözlemlemeden ve olduğu gibi yaşayabilecek yürekliliğe sahip bir kimsenin sonradan konuşacağı bir şey olmaz. Yaşanan, yaşanır ve biter. Serhat’ın anlamadığı bu. Israrcılığının beni pes ettireceğini sanıyor, ama bu ondan her seferinde daha fazla soğumama sebep oluyor. Bu da Serhat Bey’i son anışımdır. Nokta.”

“Öğretim üyeleri üniversitenin dışına çıktılar. Üniversitenin içinde binlerce öğrenci ile boğuşmak, onlara bilimsel çalışma hevesi telkin etmek gibi zor bir şeyin üstesinden gelmektense, kolay kazanç yollarını seçtiler. Kalanların bir kısmı Don Kişot, ama ekserisi bilim aşkı nedeniyle değil, beceriksizliklerini telafi için, çoğunlukla da tor-pille üniversitede kalanlar. Rahman Hoca’yı tenzih ederim, ama okula çıktığımda içine bir sürü öküzün tıkıldığı bir ahırda gezindiğimi sanıyorum!”

“İnsanlar her zaman güzel sözler söylemek zorunda değil, Sinan. Konuşmak zorunda da değiller. Esas olan samimiyettir. Bana muhakkak bir şey anlatmak istiyorsan, seanslarda gördüğün şu rüyanın aslını anlat.”

“Hiçbir şey olmayacak ve sen de rahat duracaksın! Bir daha belaya bulaşmayacağına dair söz verdin!”

“Bir şey olduğu yok aslında. Başlamamış şeyleri başlamış kabul etmek gibi kökü dışarıda huylarım depreşiyor arada. Sorun bende. Kendim mükemmele ermiş gibi, başkalarını da kendimce hizaya getirmeye çalışıyorum.”

“Kendimi seviyor… sayıyor… ve onaylıyorum.”

 

CANDAN

Balıketi, otuzlarında, kumral bir kız. Pek makyaj yapmadığı halde uzun kesim, dalgalı, gür saçları, su gibi teniyle çekici. Salaş giyinmeyi seven, rockçı tarzı kıyafetleri olan, takıda büyük kocaman şeyleri tercih eden biri. Başına buyruk kişiliği, özgürlükçü tavırları var, bir parça asi. Çok sevdiği şarkıcılık mesleğinde bir yere gelmek ve babası olan Zeynel Bey’e ulaşmak için İstanbul’a gelmiştir. Şans eseri aynı otele düştüğü Elçin Beg’le can yoldaşı olacaktır.

İNTRO

“Candan, balıketi bir kızdı, otuzlarında, kumral. Boyasızken bile albeniliydi. Başına buyruk kişiliği, kıyafetine de yansıyordu. Yine de üzerindeki salaş kıyafetler arasında bir uyum sağlamıştı: Uzun, dökümlü bir kot etek üzerine rengârenk bir tişört ve kendine bir beden büyük, kollarını katlayarak kullandığı bir nubuk mont giyinmişti. Her yanına takıştırdığı plastik takılar, başkasında göz yorabilecekken, onu daha da çekici kılıyordu. Uzun kesim, dalgalı, gür saçlarını salmıştı. Burnunun üzerindeki reflekte gözlük, iri, kahverengi gözlerinin ışıltısını ancak örtüyordu. Yol yorgunu olduğu belliydi; düşüktü omuzları. Güç taşıdığı bavulunu sürükleyerek girdi Elçin Beg Vahapzade’nin de kalmakta olduğu otele. Omzunda kocaman bir günlük çanta asılıydı. Soluklanarak resepsiyon görevlisi Mehmet’e baktı. Otuzlarında, esmer kıvırcık saçlı, kilolu bir gençti Mehmet ve işinin rutinini kırmak için türlü uğraşlar geliştirmişti: Arkadaki küçük odada boncuktan kuşlar yapar, uyduruk şiirler karalar, bazen etraf tenhayken, on yıldır sırrını çözemediği bağlamasını tıngırdatırdı. Uğraşlarının en normali bulmaca çözmekti ve o ölü sezonun sıkıntılı akşamında da bankonun arkasında yapmakta olduğu buydu. Candan’ın öksürüğüyle toparlandı.”

CANDAN’DAN ALINTILAR:

“Koltuklar benim değil ya, istediğiniz yere oturun.”

“Kusura bakmayın. Ben de babamı bulmaya geldim İstanbul’a, ama en azından kim olduğunu biliyorum.”

“Gösterişliyim,” … “erkekler bana bakmadan duramaz.” … “Baksana, sana ‘Eşkıya’ dememden alınmıyorsun, değil mi? Gerçekten, çok sevdiğim bir karakterdir.”

“Otel yemeklerini, kahvaltılıkları sevmem. Baksana, çay bile rezalet. Uyku tutmadı diye indim. E, seni göreceğim varmış.”

“Biliyor musun, o kadın öldü,” … “Babamın karısı. Gazetede okudum. Beni bekliyormuş gibi. Babamı aramaya gelişimi beklemiş gibi…”

“Yahu, eşkiya, pencüse ile nasıl aldın o kapıyı sen? Demek beni böyle yeniyorsun!”

“Elçin Beg sizden o kadar bahsetti, sanatınızı o kadar övdü ki, sizinle tanışmaya can atıyordum!”

“Gülbeyaz’ın kızıyım. Hamile kaldığı zaman kendisine inanmadığınız, şantaja kalkıştığı bahanesiyle İstanbul’dan uzaklaştırdığınız kadının!”

“Şu polisi diyorsun. Geldi. Tanıştık. Birkaç kez görüştük hatta. Israrlı. Bilemiyorum. Polislerden pek hoşlanmıyorum galiba.”

“Bunlar insanca kurallar değil. Orman yasası! Kendi kurduğunuz yalanlarla ayaktasınız!” … “Üstün falan değilsiniz! Yalanlarınıza o denli bat-mışsınız ki onlara kendiniz de kanar olmuşsunuz! Çürü-müş, yoz, yıkılmakta olan bir imparatorluk sizinki. Sizler de altında kalacaksınız!”

“Bak, eşkıya. Ben durumunu beğenmiyorum. Bu geceden tezi yok, bana taşınıyorsun. Ben babamı istemiyorum. Kızın seni istemiyor. Yani, sen öyle diyorsun… Ben senin kızın, sen benim babamsın bundan sonra, tamam mı? O aptal kız kardeşim akıllanıp dönerse, kapımız açık. Problem var? Problem yok. İtiraz da yok. Gece program bitince seni almaya geleceğim. Damadın olmaya niyetli geri zekâlının müthiş bir arabası var! Görmelisin!”

“Battal da kim, Cumhur? Cenazeler bana ait. Gömülecekleri yeri belirlemek, hele onları yan yana gömmek! Buna karar verme yetkisini nereden buluyorlar?”

 

PERŞEMBE 

40’lı yaşların başında, şişman olmayan ama topluca, saçları hafif dökük, esmer bir adam. Yedilinin diğer üyeleri gibi, genelde siyah bir takım elbise: takımın içinde beyaz, uzun kollu gömlek giymekte ve ince siyah kravat takmaktadır. Yıllar önce bir kan davası olayında babaannesi ve kendisinin kurtulduğu bir katliam esnasında ailesinin diğer tüm üyelerini kaybetmiş ve bir süre sonra yaşlı babaannesini de yitirince öksüz kalıp yetimhaneye düşmüş, buradan da tetikçi ekibini oluşturan diğer yetimlerle birlikte Kasım’ın ekibine dahil olup, onun tarafından yetiştirilmiştir. Bir adres karışması sonucu öldüreceği adamın yerine muayenehanesini basacağı psikiyatrist Ufuk’a aşık olacak, işi haricindeki zamanının neredeyse tümünü onun peşinde koşarak geçirecektir.

İNTRO

“…Adamın üzerinde siyah bir takım elbise, yakasında gevşemiş siyah kravat takılı beyaz bir gömlek vardı. Siyah, rugan ayakkabıları yıpranmıştı. Ellerine sağlıkçı eldivenleri geçirmişti. Gözleri kapalı, kucağında pofuduk bir yastık, şezlong tipi koltuğa uzanmıştı. Ufuk, bu kırklarında, seyrek saçlı, göbekli adamdan duyduğu korkuya şaştı. Komik bir halde yastığa sarılmış, uykudaydı Perşembe. Garip bir çekiciliği de yok değildi. … Perşembe’nin gözkapakları büzüştü, yerinde huzursuzca kıpırdandı adam. Alnı ter içinde kalmıştı. … Perşembe’nin dudakları aralandı. Yüzü rahatladı, içi sakinledi biraz. Kucağındaki yastığı sıkan elleri gevşedi.”

PERŞEMBE’DEN ALINTILAR:

“Dengesiz, kirli basamaklar. Elimde beş yaşlarında bir çocuk… Basamakların kıyısında kalın, yuvarlak demirden, paslı bir korkuluk… Duvarın badanası dökük…”
“Kuralları değiştirmeliyiz,” … “Adam diye gidiyorum, kadın çıkıyor! Neden kadın öldürmüyoruz, anlamıyorum ki.”
“Bak, Pazar,” … “Bir önceki iş bitmemişken yenisini almak için Kasım’a ne diller döktüm. O resim sende. Bir haftadır kendin getir diye bekliyorum!”
“O rüya… Günlerdir uyuyamıyorum. Gündüzleri bile o başörtüsünün peşindeyim; bir umut, dönmesini bekliyorum. Her seferinde bana dönen, vurduğum birinin gözleri oluyor. Bu rüyayla bağımı kesmeliyim.”
“Ona bir silah ver, Salı. Hepimiz kadar iyi kullandığını biliyorsun.”
“Öyle de olur,” … “Ben gidinceye kadar tak. Sonra çıkar istersen.”
“Birbirinizden uzak durun, dedin. Benden de uzak durun demedin ya. Evlat babadan kopar mı?”
“Benimki de Per… Sinan, Sinan Çeçen.” … “Baksana, Bahtiyar. Benim bir çırağa ihtiyacım var. Burada çalışır mısın? Hem, harçlığın da çıkar.”
“Yok, yok. Hem beklemek de güzel. Aşağıda bir çay bahçesi var. Oraya gidelim mi? Manzarası iyi.”
“Polis olduğunuz anlaşılıyor. Şimdi meseleniz neyse söyleyin ve gidin!”
“Ben, basit bir adamım. Hayatım o mekândan ibaret. Sen hayatıma renk oldun. Değiştiriyorsun beni.”
“Fazla bir şey hatırlamıyorum. Babaannemin yüzünü hatırlamayışım gibi. Bir an hatırlasam, rüya tamamlanacak. Yüzünü gösterecek bana… Bir köy evi. Uzak. Mutlu bir köy evi. Küçüğüm. Koşturuyorum oraya, buraya. Annem, babam, bir abim var. Kız kardeşim. Hayal meyal… Dedem var, babaannem… Babaannem hariç, hepsinin yüzü gözümün önünde…”
“Günahsız o çocuk, Ufuk,” dedi Perşembe. “Günahsız. Adam, benim için gelmişti! Ona bir şey olursa…”
“Çello,” … “Çello şerefsizi, kahvehaneyi basıp, bizim çırağı yaralamış. Onu getirdim. Aga Kasım’ı da o mu vurdu?”
“İkimiz bir ateşte, ben yanarım, o yanmaz…”
“Aga Kasım, burada silah bırakmamıştır. Bırakmış olsa niye duvar örsün?”
“Biz adamı tam buradan vururuz. Bir anda çıkar nefesi. Gittiğini anlamaz bile. Sanki hiç doğmamış gibi…”
“Kulağımın değil de, şu gözlerimin pası bir silinseydi iyi olurdu bak. Hala kelebekler uçuşuyor önümde. Seni bile zor seçiyorum!”
“İşi büyütmeyi düşünüyorum. Bodrum katı adam edip, bilardo masaları koyacağım.” … “O zaman mecburen çalışanlarım olacak.”
“Sonra… ortalık aydınlanıyor… Bu defa o velet yok. Merdivenleri çıkarken çok rahatım. Bacaklarım tüy kadar hafif…”
“Kendimi seviyor… sayıyor… ve onaylıyorum.”

romandaki kişiler “GÖLGENİ ARDINA AL”

Bazı dostların karakter bolluğundan dolayı hikayenin karmaşıklaştığını söylemeleri üzerine doğan ihtiyaçtan…

 

GÖLGENİ ARDINA AL

ANA KARAKTERLER

 

  • PERŞEMBE: 40’lı yaşların başında, şişman olmayan ama topluca, esmer bir adam. Sondan önceki birkaç bölüm haricinde, yedilinin diğer üyeleri gibi, daima siyah bir takım elbise, takımın içinde beyaz, uzun kollu gömlek giymekte ve ince siyah kravat takmaktadır. Yedilinin parmağında yüzük taşıyan tek üyesi de odur. Sol elinin yüzük parmağında iri bir yüzük taşır.
  • UFUK: 35’inde, bakımlı, ince, kumral dalgalı saçları omuzlarında, güzel, narin bir kadın. Çalışırken daima ince çerçeveli bir gözlük takmaktadır.
  • BATTAL: 70’ini henüz aşmış, iri, küt bir adam. Mafyatik ilişkiler içerisinde, aldığı haraçlar ve sahibi olduğu gazinonungeliriyle yaşayan bir patron. Genelde mesafeli, sert bir mizaca sahip. Mimikleri sır vermeyen, balmumu heykellere benzer bir yüzü vardır. Dudak çizgisinde bıraktığı kalın bir bıyığı vardır. Zevkli bir giyim tarzı yoktur. Genelde sonradan görme para babaları gibi giyinir. Aksesuar olarak, turuncu taşlı, irice bir tespih taşır. Zeynel Beyaz’ın eniştesi, Komiser Cemil’in ağabeyidir.
  • KOMİSER CEMİL: Başına buyruk, serseri mizaçlı, kıyafetine çok dikkat etmeyen bir komiser. Battal Bey’in kardeşidir.
  • EMİNE HANIM: Battal’ın eşi. 60’lı yaşlarda, orta boylu, dirayetli, ama aynı zamanda şefkatli, himayesindekilere kol kanat geren, öfkelendiğinde dişlerini göstermekten çekinmeyen bir hanım. Oldukça düzgün, ölçülü kapalılıkta giyinen, fazla takı takmayan, eski tarz bir ev kadını. Zeynel Beyaz’ın kız kardeşi.
  • OFLAZ: 20’li yaşların sonlarında, esmer, özenti, rol modeli olarak Battal’ı seçmiş, heyecanlı, dizginlenemez, kolayca alev alan, pek çok şeyi içine atan bir genç. Lise terk. Mesleksiz. Battal’ın evlat edinip büyüttüğü, bakmaya devam ettiği Oflaz, ona özenerek, onunki kadar sık ve yoğun çıkmasa da, bıyık bırakır. Birkaç bölüm sonra geçireceği kaza nedeniyle değneklere mahkum olacak ve o süreçte iyice içine kapanacaktır.
  • SALİH: Salih, 60 yaşında, yapılı, biraz göbekli, sert hatları olan bir adamdır. Battal’ın şoförü ve koruması olarak çalışmaktadır. Hep takım elbiseyle dolaşır.
  • KASIM: Kasım, 65 civarı, zayıf, yüz hatları sert ve derin, esmer saçları kırlaşmış ve kısım kısım dökülmüş, köy havalarında oldukça iyi oynayan, yaşına göre hayli atak bir adamdır. Yedilinin lideri konumundadır. Aynı zamanda bir kahvehane işletmektedir. Eski bıçkın kabadayılardan. Oynayarak, belindeki palaskayı silah niyetine kullanarak dövüşür. Genelde siyah, çizgili, yelekli bir takım giyinir, ancak kravat takmaz. Dövüşmediği zamanlarda ayakkabılarını arkalarına basarak giyer. Kemer yerine uzun bir asker palaskası takar. Siyah bir tespihi vardır, elinden pek düşürmez.
  • ELÇİN BEG VAHAPZADE: 70’ine dayanmış, formuna dikkat eden, ince, zarif bir adam. İncecik, yüz hatlarına son derece uyumlu bıyığı ve her zaman traşlı, temiz cildiyle yaşına göre bayağı yakışıklı, esmer bir adamdır. Saçları yer yer kırlaşmış, ama dökülmemiştir. Sürekli şık takım elbiselerle, boyalı, ışıl ışıl ayakkabılarıyla gezer, yakasına karanfil takar. Boynunda ölen eşine ait bir kolye, cebinde de içinde onun resminin olduğu bir tabaka taşır, silahını da yanından ayırmaz. Çünkü hasmı çoktur. Şebekenin yurt dışı ilişkilerinde uzun yıllar görev yapmış, kaçak olduğu yıllar boyunca izini kaybettiği kızını bulmak için yurda dönmüştür. Konuştuğu istisnasız her insana karşı son derece kibar davranan bu adam, gerektiğinde kıyıcı olabileceğini de zaman zaman gösterecektir.
  • MEHMET: Elçin Beg’in katıldığı otelin resepsiyon görevlisi.30 yaşlarında, kıvırcık, kumral saçları olan, biraz kilolu bir genç.
  • KOMİ: 17 yaşında, uyanık gözlerle bakan, sevimli, sıska, esmer bir delikanlı.
  • PAZAR: Esmer, küt saçlı, kendine yakışan, dolgun bir yapıda, 30’lu yaşların sonuna yaklaşan çekici, ama mesafeli bir kadın. Pazar, yıllarca sığınağı ve altı erkeği çekip çevirmiştir. Bu ona anaç bir karakter getirmiştir. Atik, güçlü ve dinçtir. Bu yapıya tezat bir duygusallığı da gizlisinde taşır. Cumartesi’ye gizli bir aşk duymaktadır.
  • PAZARTESİ: 40’lı yaşlarda, fit, atletik, yakışıklı, esmer, uzun bir adam. Yedilinin klasik kıyafetini giyiyor daima. Ekibin en soğukkanlı elemanı.
  • SALI: 60’lı yaşları yaşayan, nostalji duygusu kuvvetli, ekibi derleyici bir adam. Kalıplı, ama yaşının kusurlarını da gösteren, sıradan, ancak güven verici tipte biri. Ekibin en zayıf gören üyesi ve yaşı dolayısıyla en hastalıklı olanı.
  • CUMA: O da 60’lı yaşlarda, Salı’ya göre daha dikkat çekici tipte, yapılı, ama mizaç olarak durgun bir adam. Onun da nostalji duygusu kuvvetli ve içinde güçlü bir kin yaşatıyor.
  • ÇARŞAMBA: 40’lı yaşlarda, ama ekibin en küçük gösteren üyesi. Kısa boyu ve kızıl saçları, tipik Karadenizli görünümüyle diğerlerinden ayrılan bir adam. Küçükken geçirdiği bir şoktan ötürü konuşma yetisini kısmen yitirmiş. Suskunluğu tercih ediyor.
  • CUMARTESİ: 40’lı yaşlarda, esmer, atletik yapıda, refleksleri yerinde, diğer ekip üyelerine göre bedenen daha ince, çatık kaşlı bir adam. Pazar’la birbirlerini seviyorlar ve bu da aralarında elektrikli bir sinir harbi yaşanmasına yol açıyor.

NOT: Yedilinin işe çıkan altısı (Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma ve Cumartesi), genelde kendi üniformaları haline gelmiş siyah takımları giyerler. Cinayetler esnasında, silahlarını ele alırken ve susturucu takarken daima ellerine plastik sağlıkçı eldivenleri geçirirler.

  • ZEYNEL BEY: En yaşlı karakter. 80 küsür yaşındaki içten pazarlıklı, tahammülsüz, sert, otoriter suç baronu. Aynı zamanda Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin patronu. Battal’ın kayınbiraderi ve aynı zamanda üstü. Dolayısıyla, Komiser Cemil’le de akraba. Cemil öksüz büyüdüğünden, onu dayısı sayıyor. Aksesuar olarak elinde sürekli, beyaz taneleri olan, sedefli bir tespih taşır.
  • TURGUT: 60’larında, kilolu, koyu renk çerçeveli gözlük takan bir adam. Konseyin en makul üyesi gibi görünmektedir.
  • ALİ: 40 yaşlarında, sarışın, tilki bakışlı bir adamdır. Konsey üçlüsünün diğer üyelerine göre daha atılgan olan Ali, tam bir entrikacıdır.
  • SEYFETTİN: 50’sine yakın, itici, sinsi yapıda bir adam. Çevresine güven vermediği gibi, kendi de diğerlerine mesafeli bir duruş sergiliyor. Zeynel Beyaz’ın gayrı meşru oğlu olduğu son bölümlerde ortaya çıkacak olan Seyfettin, bu özelliğiyle holdingde de bir yer edinmiştir ve bunu kullanarak Zeynel’i soymaya dahi yeltenecektir.
  • TUNCAY: Sarışın, serseri tipli, atletik, çekici, düzenbaz bir adam, 40 küsür yaşlarında. Zeynel Beyaz’ın sağ kolu. Zeynel baronluktan çekilince boşluğa düşecek ve çıkış için elinden geleni ardına koymayacaktır. Aşırı derecede hırslı ve tam anlamıyla bir organizasyon adamıdır. Daima çok iyi giyinir ve pahalı saatler takar.
  • KOMİSER CUMHUR: Komiser Cemil’den biraz daha genç. Ona göre daha kuralcı. Ortağı Cemil’le hem kardeş gibiler, hem de aralarında bir ast üst ilişkisi var. Cumhur, Cemil’e göre daha duygusal ve kırılgan. İleride Candan’a (Zeynel Beyaz’ın gayrimeşru kızı) kendini kaptıracaktır.
  • NERİMAN TARHAN: Bu tip, Cihan Ünal-Türkan Şoray filmi“Seni Seviyorum”daki (Atıf YILMAZ, 1983) ‘tuvaletçi kadın’ tiplemesinden esinlenerek geliştirilmiştir. Ferda Ferdağ’ın orada oynadığı karakter, eski assolist, şimdinin düşkünü bir eski kadındır. Bizim karakterimiz Neriman Tarhan da aynen onun gibi, bir zamanlar şöhretin zirvesine çıkmış, ama talihsiz bir aşk üçgeninin neticesinde o hayattan el çektirilmiş ve temizlikçiliğe kadar düşürülmüş bir kadındır. Bu yaşamışlığı kadının her tavrından, her mimiğinden anlamalıyız. Hikaye boyunca genelde başında tülbendi ve eski püskü temizlikçi kıyafetleriyle göreceğimiz kadın, düzgün giyindiği sahnelerde gerçekten “bir zamanların güzeli” havasını verir.
  • NECLA: 50’li yaşların sonunda, ama kendine bakan, kumral, etine dolgun, görmüş geçirmiş hayat kadını. Cuma’nın yıllar öncesinden sevdiği kız. Son bölümlerde tekrar bir araya geldiklerinde kadın onun için mesleğini bırakacaktır. Onun Cuma ile geçmişini bilmeyen Kasım, sıkıntılı bir gün geçiren Salı’nın onunla birlikte olmasına aracı olur. Aktris, hem şuh kadını, hem seven, acı çeken kadını, hem anayı, hem sırdaşı verebilecek çok yönlü bir oyun ortaya koyabilmelidir.
  • DİLBER: Elçin Beg’in genç yaşta ölen karısı. Pazar’ın annesi. Battal’ın gazinosunda dansöz (60’larda). 15-16 yaşlarında. Bu tip, Selma GÜNERİ’nin “Ben Öldükçe Yaşarım”daki (Duygu SAĞIROĞLU, 1965) dansöz rolü üzerine geliştirildi. Onun o filmdeki durağan, doğal oyunu burada da geçerlidir. Elçin Beg’e deli gibi aşık olmuştur.

gölgeni ardına al- 4. fasikül

Salı, Kasım’ın mekanına gelmişti, eşlikçi olduğu günün akşamı. İçeride, kapı önünde kararsız, ayakta bekledi. Tuvaletten çıkan Kasım, onu gördü. Elini mendiline kurulayıp, yelek cebinden köstekli saati çıkardı, baktı.

“Hayırdır Salı?”, dedi, saati cebine yerleştirirken.

“Cumartesi’yi gönderdim. Sığınağa gidesim yok. Konuşalım mı?”

Kasım, kapıyı kapatıp kilitlerken, dışarıyı kolaçan etti. Dönüp, odasına çıkan merdivene yöneldi. Salı da yorgun adımlarıyla onun ardından yürüdü. Yukarı çıktıklarında, bir pelte gibi, kendini sedire bıraktı Salı. Kasım’ın kahve hazırlayışını, fincanları doldurup, sehpaya getirişini seyretti. Kasım, ona baktı ve yerde duran elektrikli sobayı sehpaya yanaştırıp, yaktı.

“Gece soğuk olur, ama bu şimdi içeriyi hamam gibi yapar. Paltonu çıkar hele.”

Salı, sessizce denileni yaptı. Gözü sehpaya devrikti. Kahvelerinden birer yudum aldılar.

“Son işimde bir sıkıntı yerleşti içime. Hedefi vuramayacağımdan korktum. Adam bir anda karanlığa karıştı sanki. Bir titreme aldı beni. Çarşamba koluma dayanak oldu. İşi o yaptı. Ben sadece tetiği çektim… Gözlerim kötüleşiyor. Yorgunum…”

“Hey, koca kurt! Yatağında mı ölecektin? Doktora göndereyim seni istersen?”

“Yoruldum, Kasım. Öldürdüğüm adamların sayısını dahi bilmiyorum.”

“İşimiz bu ve sen de işini iyi yapıyorsun.”

“Çarşambayı da tehlikeye atabilirdim. Hepimizi tehlikeye atabilirim.”

Kasım, fincanını ortaya itip, bir küllük çekti önüne, cebinden sigara paketi çıkarıp, içinden bir sigara çekti, Salı’ya da uzattı. Salı, başını iki yana salladı. Kasım, kendi sigarasını yaktı ve dumanını derin derin içine çekti.

“Sen sığınağın direğisin, Salı. Onları bir arada tutan sensin. Bir süre iş alma istersen. İstersen hiç alma bundan sonra. Ama onlarla kal.”

Salı, cebinden siparişinin resmini çıkarıp, sehpaya koydu. Belindeki silahı da çıkarıp onun üstüne bıraktı. Gözlerini Kasım’ınkilere dikti.

“Bana bir kimlik ver Kasım. Gönder beni. Ne kadar uzak, o kadar iyi.”

Kasım, kalkıp, Salı’ya yaklaştı. Ceketini çıkarttı onun sırtından; palto ile birlikte bir tabureye bıraktı. Salı’yı sedire uzatıp, başına bir kırlent yerleştirdi. Battaniyeyi üzerine örttü. Sonra aşağıya, masasına indi ve telefondan bir numara çevirdi. Karşı tarafın açmasını beklerken, mekanının camından, dışarıya çöken zifiri karanlığa baktı. Her zamankinden daha koyu geldi ona, siyah cehennemiydi.

Şehrin diğer kıyısında Elçin Beg, bu dehlizden kurtulup, otel resepsiyonunun görece aydınlığına dalmaktaydı. Tezgâhın ardında uyuklayan görevliye baktı. Salonda televizyon karşısındaki koltuklarda oturan, kimi uyuklayan birkaç müşteri vardı. Elçin Beg, tezgâhtaki zile vurarak, adının Mehmet olduğunu öğrendiği görevliyi uyandırdı. Anahtarını ondan alıp, asansöre yöneldi. Odasına çıkarken, eli yakasına gitti ve çiçeğin yokluğunu fark etti. Odada ilk işi duş almak oldu. Pijamasını giydi. Yatağa oturup, komodinin üstündeki silahını aldı, okşadı. Televizyonun kapalı ekranında kendisini gördü. Otel reklamının pencereden vuran ışığı, onu rahatsız etti. Uzanıp, perdeyi çekti ve silah elinde, sırtüstü yatağa uzandı. Silahlı elini başındaki yastığın altına soktu. Diğer elini alnına yatırıp, onunla gözlerini örttü.

Diğer kıyıda Kasım, mekanının camekanı ardında, bir buçuk saat önce aradığı kişiyi beklemekteydi. Taksinin karanlığı delen farları gözünü aldı ve az sonra içinden gösterişli bir kadın indi. Geçkince, ama güzeldi kadın. Balıketi, biçimli bacaklarını sergileyen bir elbise giymişti. Sarı gölgeler atılmış siyah saçları, kocaman, kömür karası gözleriyle vurucu bir kombindi. Kasım, kapının kilidini açıp, kadını içeri aldı. Bir an Kasım’a baktı ve ardından bakışlarını tavana çevirdi kadın. O, merdivenlere ilerlerken, Kasım, dışarı çıkıp kapıyı çekti. Elindeki paltoyu sırtına attı. İçeriye baktı. Kadın merdivenin başındaydı. Göz göze geldiler. Sonra kadın, kolonun ardında yitti.

Şimdi yukarıdaydı kadın, geçkin, alımlı fahişe. Eli lambanın düğmesine gitti, gecenin zifiri odanın gölgeleriyle birleştiğinde, ilerlemek oldukça zordu. Ama Salı’yı aniden uyandırmak da istemedi. Gözü karanlığa alışıncaya kadar bekledi. Divana yürüdü sonra ve onun hemen yanındaki tabureye oturdu. Uzanıp, Salı’nın yüzünü okşadı. Salı, gözlerini aralayınca, kadını gördü. Hemen toparlanmak istedi, ama kadın, göğsüne bastırarak onun kalkmasını önledi. Salı’nın elini tutup, kendi göğsüne dayadı. Salı, elini aldı, yüzünü çevirdi. Kadın, gülümseyerek Salı’nın üstündeki battaniyeyi aralayıp, onun yanına girdi. Kasım’ın mekanın büyük kepengini indirdiğini, kapınınkini yarıya kadar çetiğini duydular belki, ama sonrasında odaya hakim olan sadece kendi sesleriydi.

Kasım, sokağın başından karanlıktan yüzü seçilemeyen bir adamın belirdiğini gördü. Adamın giydiği beyaz takım, gecede fosfora batmış gibi parlıyordu. Görünmeyen yüz, meydan okur, ama bir parça çekingen, seslendi ona:

“Kasım! Kasım Aga!”

Kasım, adamı seçmek için gözünü kısıp, eğildi. Adamın arkasında başkaları da vardı. Onlar da beyaz takımlıydılar. Kasım, kapının kepengini de dibe kadar indirip, sırtını ona verdi çömelerek. Yaklaşan adamlardan gözünü ayırmadan, topuğuna bastığı ayakkabıların arkalarını çekti. Yolun diğer tarafına bakıp, ayağa kalktı. Acelesiz, o yöne ilerledi. Adamlar hızlandılar. Sonu çıkmaz olan bir ara sokağa saptı Kasım. Dibe kadar gidip, sırtını bu defa duvara verdi. Belindeki, kemer niyetine kullandığı uzun palaskayı açıp, eline doladı. Salı, birşeyler hissetmişçesine doğrulup, pencereye yanaştı. Üstü çıplaktı, ürperdi. Aşağıya bakıp, sokağı görmeye çalıştı. Kadın, arkasından yaklaşıp, kollarını Salı’nın bedenine doladı ve onu içeriye çekti. Sokağın görünmeyen ucuna saplanan çıkmazda Kasım, cenge hazırdı. Beyazlı adamlar, az sonra o sokağın başında belirdiler.

“Kıstırdık onu,” dedi biri, tabancasını sıyırarak.

Diğer biri onu engelledi.

“Canlı götürmemiz istendi.”

İlk adam, silahı geri koydu. Altı adam, Kasım’ı çemberde tutarak, ona yaklaştılar. Kasım, gerdiği palaskayı havaya kaldırdı ve ıslıkla “Sarıkız” türküsünü çalarak oynamaya başladı. Adamlar şaşkın, birbirlerine baktılar. Biri Kasım’a hamle yaptı. Bir diğeri onu durdurmak istedi, ama geçti. Saldıran adam, suratına inen palaska darbesiyle yere yıkıldı. Diğer beşi, bir anda Kasım’ın üstüne atıldılar. Kasım, üstündeki adamları etrafa fırlattı. Palaskasıyla hepsini acımasızca dövdü ve kaçmayı deneyen sonuncusunun boynuna palaskayı savurdu. Palaskanın ucunu yakalayıp, adamı sırtına vurdu. Adam, nefessiz kalmıştı. Kasım, adamı o şekilde yolun başına sürükledi.

“Sizi gönderen kim?”

Palaska adamın konuşmasına izin vermiyordu. Kasım, yolun caddeye birleştiği yerde bir araba gördü. Tuncay oradan onları izlemekteydi. Kasım, palaskayı saldı. Adam, dizlerinin üstüne çöktü, öksürmeye başladı. Tuncay, şoförünün omzuna dokunur dokunmaz, araba hareket etti. Kasım, yorulmuştu. Bir eliyle terini silip, soluklandı.

“Zeynel Bey’e yarın kendisine uğrayacağımı söyle. Bu kadar adamı kırdırtmasına lüzum yoktu. Haber salması yeterliydi.”

***

Bir kuş uçumu mesafeydi aslında şehrin diğer ucu. Orada, yıldızına göre çok iyi durumda olan oteldeki yatağında Elçin Beg, aniden gözlerini açtı. Tekrar uykuya dalmayı denedi sonra, olmadı. Duvar tarafına döndü. Bulgaristan’dayken yaşlı komşusunun ona kalbinin üzerine yatmaması gerektiğini söylediğini anımsadı. Gerçekten de kalbinin sıkıştığını hissetti bir an. Psikolojik bir ağrıydı yaşadığı, ama gözünden bir damla yaş getirecek denli şiddetliydi. Gözkapaklarını ovalayıp, tekrar araladığında bir düşün içine düştü. Duvarda bir boşluktu, karanlık. O delikte Dilber, Elçin Beg’in ölümsüz aşkı, on beş, on altı yaşlarındaki haliyle, güzel, esmer, kara saçlarına bir karanfil takılı, dansöz kıyafeti içinde oynuyor. 1965 yılının İstanbul’unda, Battal’ın gazinosundadır şimdi. Ancak mekan, daha sadedir. Ortaya doğru uzanan, yuvarlak bir sahnenin geri tarafında orkestra, alaturka bir fasıl geçiyor. Ayhan Işık bıyıklı adamlar ve Belgin Doruk özentisi kadınlarla dolu mekan. Garsonlar gayretkeş, masaların arasında dönüyorlar. Kendi gençliği, bir masada oturuyor Elçin Beg’in. Karşısında oturan genç, şık, bakımlı kadın, Neriman Tarhan’dır işte, en muhteşem zamanlarında. Kadın, gözleri genç Elçin Beg’e dikili, tam onun karşısında oturuyor. Masada beyaz örtü üzerinde büyük bir küllük ve bir meyve tabağı ile Elçin Beg’in önüne bırakılmış para destesi duruyor. Fakir bir takım giyinmiş Elçin Beg, sıkılgan. Dipteki ofisinden çıkan genç Battal, özenli kıyafetinin içinde gelip, masaya oturuyor. Tam lafa girecekken, mikrofona gelen takdimci onu bölüyor:

“Şimdi sizlere oryantal dansöz Dilber Altıntop’u takdim ediyorum.”

Battal’ın gençliği tekrar Elçin Beg’e dönüyor.

“Düşündün mü? Yoksa para mı az geldi?”

“Huzurlarınızda Dilber!” diye çıkacak dansözü anons ediyor takdimci.

Dikkatler oraya yöneliyor birden. Dilber, sahneye çıkıp oynamaya başıyor. Gece siyahı saçında kırmızı bir karanfil takılı. Elçin Beg, onu gördüğüne şaşırıyor, hayatında onun kadar güzel ve taze bir şey görmediğini geçiriyor aklından. Bir anda kıza öyle derin bir sevda duyuyor ki, onun yarı çıplaklığı ağrına gidiyor. Ama Dilber’in dansından gözünü alamıyor.

“Kim bu kız?” diye soruyor.

“Dansöz Dilber,” diyor Battal, umursamazca.

“Hep burada mı çalışıyor?”

“Bu akşam başlıyor.”

“Artık her gece burada,” diyor Neriman Tarhan, sesinde bir parça kıskançlık.

Elçin Beg, bir süre daha seyrediyor kızı. Sonra, kararlı bir ifadeyle elini paranın üzerine koyuyor.

“Kalıyorum,” diyor ve paraları, seyrini bölmeksizin, ceketinin ceplerine yerleştiriyor.

Dilber, müşterilere bakmıyor, gülümsemiyor. Kıvrak dansı otomatik. Birazcık çirkin olsa, itici bile gelebilir dansı seyredene. Ama güzelliği, gazinonun parlak ışıklarının bile yanında sönük kaldığı güzelliği, her şeyi perdeliyor.

Ve işte o gecenin birkaç gün sonrasıdır şimdi. Nasıl da gerçekti duvarın karanlığında izlediği o şimdi üstünden bin yıllık yol yürünmüş anlar. O deli hatırayı izlerken istemsiz bir gülümseme yerleşti ihtiyar Elçin Beg’in dudağına. Kulise giden koridorun başında Dilber’in geçişini bekleyen gençliğini kıskanıyor muydu? Genç Elçin Beg’i, önünden geçip giden Dilber’i utangaçça süzüşünü de o duyguyla izledi. Kızın girdiği kapıya yöneliyor genç, çekimser adımlarla. İyi giyimlidir bu defa, tıraşlıdır, düzgünce taramıştır saçlarını. Kızın kapısını çalacakken, odadan diğer dansöz çıkıyor. Genç, duvara dönüp, onun geçmesini bekliyor. O gidince, oda kapısına yanaşıp, kapıyı çalıyor.

“Buyurun?”, diyor içeriden Dilber’in sesi.

Sanki bir melodinin en güzel anıdır ve sonsuzdur yankısı gencin kulağında. Genç, çekinerek kapıyı aralayıp, odaya süzülüyor. Dilber, hazırlanmaktadır. Aynadan Elçin Beg’i görüp, dönüyor, onun konuşmasını bekliyor merakla. Genç ise kapıda adeta dut yemiş bülbül.

“Bir şey mi söyleyecektiniz?”

Ani bir sağnaktan geçiyor adeta genç. Gömleğinin sırtına yapıştığını hissediyor. Görünmez bir el, odundan bir tıkaç ittirmektedir boğazına. İnanılmaz bir susuzluktur. Yutkunuyor. Alttan, sıkılarak, yıkık bakıyor kıza. Ağzından dökülenleri kendi bile zor işitiyor:

“Yo… Hiçbir şey söylemeyecektim.”

Hatta dışarıya kendini öyle bir atışı var ki, o lafı diyebildiği de çok şüpheli.  Dökülmüş vaziyette çıkıyor gazinodan. Dönünce, Diber’in duvara asılı ilanını görüyor. Öfkeyle parçalıyor onu. Karşı duvarda da boydan boya, kızın dansöz kıyafetli ilanları asılı. Çaresiz, sakinleşiyor. Yırttığı afişin parçalarından Dilber’in başını alıp, cebine koyuyor ve uzaklaşıyor. Ne kadar yürüdüğünün farkında değil. Ama bir yokuştadır artık ve kenarda bir gencin kafeste saka kuşu sattığını görüyor.

“Hayde, liraya saka kuşları! Liraya, liraya!”

Genç Elçin Beg, kafesin yanına çömeliyor ve sevgiyle bakıyor kuşlara. Kuşçu da çöküyor karşısına.

“Buyur, abi?”

“Kaç para bu kuşlar?”

“Tanesi bir lira.”

“Ver bakayım bir tane.”

Kuşçu, bir kese kâğıdı çekiyor, elini kafese sokup, kuşlardan birini yakalıyor. Parayı uzatırken genç Elçin Beg’in yüzündeki koyu yılgınlık yitiyor. Yüzünün her santimetre karesi gülümsüyor. Kuşu incitmekten korka korka, neredeyse bir ana şefkatiyle tuttuğu kese ile koşa koşa gazinoya dönüp, kulise giriyor. Soyunma odasının kapısını tıklatıyor.

“Buyurun?” diyor içerden, aynı yankılı melodi.

Cesaretini toplayıp, odaya giriyor Elçin Beg. Dilber, dansöz kıyafetiyledir. Genci görünce, hemen montunu sırtına alıp, kalkıyor telaşla.

“Gene ne istiyorsunuz benden? Rahat bırakın beni.”

Elçin Beg, konuşmadan Dilber’e yaklaşıp, keseyi ona uzatıyor. Kız, keseyi ürkerek alıyor.

“Nedir bu? Ne var bunun içinde?”

Kızın merakla keseyi açışını, içindekini görünce neşelenmesini izledi ihtiyar Elçin Beg. Kuşu incitmekten korkarak, avucunda tutup, öpüyor kız. Onun gülümseyerek gence tatlılıkla bakmasını kıskandı ihtiyar. Dönüp pencereyi açan, kuşu salan ak güvercin gölgesi ellerinin yüzünü kavramasını ölesiye diledi. Dönüyor, gence sarılıyor Dilber. Şaşkın bir tereddüt anı sonrası, o da sarılıyor kıza. Saçlarını öpüyor, okşuyor. Kıskançlık bir ateşti içinde ihtiyarın. O anı görmemek, o anı unutmak için gözlerini sımsıkı kapadı. Kapısına vurulması onu kendine getirdi. Bir anda yatağından fırlayıp, yastığının altından silahını aldı, ihtiyatla kapıya yanaştı.

“Kim o?”

Kapının dışından yumuşak bir kadın sesi yanıtladı onu, kırık bir Türkçeyle. Biri akraba da olsa, konuşulan Türkçe’ye yabancı iki sesin diyaloğuydu geçen.

“Bir dakika açar mısınız müsaitseniz?”

Elçin Beg, bir an duraksadı. Silahını pijama üstünün yan cebine koyup, kapıyı açtı. Karşısındaki güleç, düzgün, uzun bacaklı, boylu, şuh, açık giyimli bir Rus bayandı.

“Bir isteğiniz var mı?”, diye sordu kadın, çapkın bir gülümsemeyle.

Elçin Beg, başını koridora uzattı, etrafa baktı. Kadına döndü yorgun, ama her zamanki nezaketiyle.

“Hanımefendi, ben bir şey istemedim.”, dedi ve kapıyı örtmeye yeltendi.

“Yüzüme kapı kapatacaksınız? Centilmenlik nerede?”, dedi kadın, yapmacık bir kırılganlıkla. Ama bu, Elçin Beg’i durdurmaya yetti.

“Girmek mi istiyorsunuz?”

Kendinden emin, geniş bir gülümseyişti kadının yüzündeki.

“Bilmem. Size bağlı.”

Olaylar hesapsızca gelişiverdi ve Elçin Beg, kendini Rus kadınla, yere yaydıkları çarşafı sofra bezi gibi kullanarak üzerine getirttikleri yemeği yaymış, bir de şarap açmış, karşılıklı oturur buldu. Anlattığı hatıralar kadını hayli neşelendirmişti.

“Demek, fedai olarak girdiğin gazinodaki dansöze tutuldun?” dedi gülerken kadın.

“Öyle oldu… Kırk küsur sene önce…”

Elçin Beg, şişeye uzandı. O sırada atletinin içinde tuttuğu ince altın zincirli kadın kolyesi boynundan dışarı sarktı. Rus eskortun tuhafına gitmişti bu. Uzanarak, kolyeye dokundu.

“Bu kolye de ne? Gey misin yoksa?”

Elçin Beg kolyenin çıktığını o dokununca fark etmişti. Boştaki eliyle onu atletinin içine atarken, diğer eliyle şişeyi ortaya çekti. Mahsunlaştı. Ancak tebessümü yitmedi.

“Rica ederim.”, dedi, şişenin tıpasını açıp, bardakları doldururken. “Eşimindi. Unutmamamı sağlıyor.”

“Güzel kolye. E, yüzük de aynı işi görmez miydi? Niye yüzüğünü takmıyorsun?”

“Biz hiç nikâhlanmadık ki.”, dedi Elçin Beg, dalgın. Sonra toparlanıp, ayağa kalktı. “Dur sana onun resmini göstereyim.”

Dolabı aralayıp, ceket cebinden tabakasını çıkardı, kapağını açtı. Kapağın içinde Dilber’in vesikalık bir fotoğrafı vardı. Diğer yanı boştu. Elçin Beg, tabakayı kadına uzattı.

“A, senin küçük dansöz bayağı güzelmiş.”, dedi kadın, resme bakarak.

Elçin Beg, usulca yere çöktü, tabakayı kendine çevirerek.

“Güzeldi… Bir kızımız var. Onu bulmak için döndüm. Onun resmini de annesininkinin yanına koyacağım. Bu kolyeyi eşimin boynundan aldım. Hala teninin sıcaklığı üstünde.”

“Ona ne oldu sonra peki? Onu anlatmadın.”

Elçin Beg, resme dalmıştı. Rus eskort, bir süre onu izledi. Sonra doğruldu ve çantasına uzanarak, kalktı. Elçin Beg, tabakayı kapayıp, bakışlarını ona kaldırdı. Kadın, çantasından cep telefonunu çıkartıp, kontrol etti.

“Benimle yatmayacak mısın?” dedi Elçin Beg’e, gözlerini onunkilere dikerek.

Ayrılık vaktinin geldiğini bilen Elçin Beg de ayağa kalktı.

“Sen görevini yaptın. Beni fazlasıyla mutlu ettin eşliğinle.”

“Bu şehirde ikimiz de yabancıyız. Bak, kader nasıl bir araya getiriyor.”

Elçin Beg, dolaptaki ceketinden cüzdanını alıp, içinden para çıkardı.

“Ben yabancı değilim burada. Canımdan bir parça bu şehirde,” dedi parayı kadına uzatırken.

“Bir şey yapmadık ki,” dedi Rus, parayı almaya tereddütlü.

Elçin Beg, yine de parayı kadının avucuna bıraktı.

“Zamanınızı verdiniz, yalnızlığımı paylaştınız.”

Kadın, çantasını açıp parayı içine attı. Kapatmadan, onun içinden bir kâğıt mendil ve bir kalem çıkardı, duvarın üstüne numarasını yazdı mendile. Mendili Elçin Beg’e uzattı.

“Olga ismim. Bana ihtiyacın olursa…”

Mendili nazikçe aldı Elçin Beg. Olga’nın odanın ortasına düşmüş ayakkabılarını getirdi. Olga, ayakkabılarını aldı, giyindi. Elçin Beg’e son bir defa gülümseyip, odadan çıktı.

roman 3. fasikül

Zeynel Beyaz’ın köşkünün salonu, Battal’inkinden genişti. Ama içi, onunki kadar zevksiz, anlamsız düzenlenmiş değildi. Bu durum Zeynel Bey’den değil, zengin ailesi sayesinde iyi bir eğitim almış, görmüş geçirmiş karısı, Sıdıka Hanım’ın kaynaklanıyordu. Sağ kolu konumundaki Tuncay da zevki sağlam bir adamdı. O da diğer işlerinin yanında köşkün her şeyiyle ilgilenirdi. Zeynel Bey, adamlarına fazlasıyla güvenen, doksana dayanmış yaşı nedeniyle de kendini geride tutmaya çalışan bir barondu. Yaşının gereği verdiği görüntüye rağmen, gözleri karşısında oturanları tartarken son derece canlıydı. Salonda Battal, Turgut, Ali ve Seyfettin, Zeynel Bey’in patron masasının karşısında geniş bir sehpanın etrafına dizili büyük koltuklarda oturumaktaydılar. Tuncay, otuzlu yaşının tüm yakışıklılığıyla, şık kıyafeti üzerinde, sinekkaydı tıraşı ve parlayan dişleriyle Zeynel Bey’in arkasında dikiliyordu. Zeynel Bey, avucuna topladığı beyaz taneli tespihini ceketinin cebine yerleştirdi ve diğer cebinden çıkardığı tabakadan aldığı hapı ağzına attı. Tabakayı geri koyarken, ortaya hitap etti.

“Arkadaşlar, bizim konumumuzda kontrolün altında tutamadığın her şey bir bumerang gibi geri döner, seni vurur. Böyle bir unsuru tamamen ortadan kaldırmaktan başka çare yoktur.”

Battal, bir parça rahatladı, koltuğuna daha bir yerleşti. Ali, Seyfettin ve Turgut, düşünceliydiler. Tuncay gelip, Zeynel Bey’in kulağına eğildi ve birşeyler fısıldadı. Zeynel Bey, toparlanıp kalktı. Diğerleri de kalkmaya yeltendiler. Eliyle işaret ederek durdurdu onları Zeynel Beyaz.

“Rahatsız olmayın. Doktorla randevum vardı, Tuncay onu hatırlatıyor.”

Zeynel Bey ve Tuncay, çıktılar. Battal, kahve fincanını ters çevirip, tabağının üzerine koydu. Zeynel Beyaz’ın salonda başbaşa bıraktığı konsey üyeleri, o çıkınca ferahlamış, genişlemişlerdi. Kendilerine içki doldurup, bacak bacak üstüne attılar. Turgut’un yaşı, Battal’ınkine yakındı. Kiloluydu, konuşurken her zaman nefes nefese kalırdı. Ali ve Seyfettin, ellilerindeydiler. İkisi de zayıf ve esmerdiler. Ama Seyfettin, yüzünün kemikleri derisini yırtacakmışçasına inceydi. Kalın bıyıkları yüzünün yarısını kapatıyor, ifadesizleştiriyordu. Onunla konuşurken gözlerini takip etmek zorundaydınız. Ali, içlerinde en eli yüzü düzgün olandı. Tuncay kadar olmasa bile, o da bakımına, süsüne düşkündü.

“Sığınak?”, diye sordu ortaya Ali.

Battal, ters çevirdiği fincanının altına dokundu.

“Sıcak.”, dedi ve geriye yaslandı. “Sığınağı bilmiyorum. Sadece orada Kasım’ın ekibinin yaşadığını biliyorum. Ne mal ediniyor, ne de para biriktiriyorlar. Basit bir hayat sürüp, sadece işlerini düşünüyorlar.”

“O kadar parayı ne yapıyormuş ki Kasım?”, diye sordu Turgut, nefes nefese kalarak.

Battal, boynunu kaşıdı.

“Kasım, gelen paradan sığınağın ve mekânının giderlerini karşılayıp, kalanını adına hayır işleri yapan bir gruba havale ediyor.”

Ali, güldü.

“Hayır mı, ne hayırı? Bu adam hem şeytan, hem melek rolüne soyunmuş desene!”

“Kötülükle iyilik kardeştir. İkisi de insandan değil mi?”, dedi Seyfettin.

Turgut, Battal’ın önünde kapalı duran fincanı kendi önüne çekip, kaldırdı. Çevirip, içine baktı. Battal, merakla uzandı Turgut’tan yana.

“Anlar mısın? Nasıl?”

Turgut, gülerken öksürüğe boğuldu.

“Bombok!”

***

Cumartesi günü Cumartesi’nin eşlikçisi Çarşamba’ydı. İkili, bir parkta uzak bir köşede, bir ağacın arkasından, Cumartesi’nin hedefini gözlediler. İki, üç banka dağılmış, kendi halinde çiftler vardı. Bir ihtiyar, bastonuna dayanarak ağır ağır yürüyordu. Hedef, bir bankta gazete okumaktaydı.

“Yüz on,” dedi Cumartesi.

Çarşamba adama bakıp, “eh!” manasında başını oynattı. Cumartesi, cebinden çıkardığı resmin arkasına “110 kg” yazdı. Onu cebine koyarken, adama baktı. Hedef, gazeteyi katlayıp, kucağına topladı. Cumartesi, susturuculu silahını çıkarıp, adamı alnından vurdu. Süratle parkı terk ettiler.

Pazar, boş günleriydi. Yedili, üzerlerinde siyah eşofmanlar, ağaçların arasında koşup, kültürfizik hareketleri yaptılar, her Pazar yaptıkları gibi. Sonra, o hafta sıraları gelen Cumartesi ve Pazartesi’nin yardımıyla, bahçeyle uğraştı Pazar. Eline aldığı leğene sebze topladı. Orada işi bitince de, kümesin dışına çıkardığı tavukları yemledi. Akşama doğru yedili, bir yükselti boyunca dizili şişelerle atış talimi yaptılar.

Pazartesi günü Pazartesi’nin eşlikçisi Cuma’ydı. İkili, tren garının karanlık bir köşesinde beklemekteydiler. Hedef, elinde bir evrak çantası, kalabalığın içinde birileriyle konuşuyordu. Pazartesi, Cuma’nın kulağına bir şeyler fısıldadı, kapıya kayıp, dışarı çıktı. Cuma, adama doğru ilerledi ve bir boşlukta elindeki çantayı kapıp kaçtı. Adam onun ardından fırladı. Cuma, parka çekili trenlerin yanına çantayı bıraktı. Hedef, tereddütle durdu. Cuma, trenin ucundan kıvrılıp yitince rahatladı ve çantaya gitti adam. Alıp, içine baktı. İki katarın arasındaydı. Dönünce, trenin diğer yanından kendisine nişan alan Pazartesi’yi gördü. Pazartesi, adamı alnından vurup, yıktı.

Salı günü Çarşamba yine eşlikçiydi. Bu defa Salı’nın yanındaydı. Bir apartmanın girişindeydiler. Susturuculu silah Salı’nın elindeydi. Hedef, gözlemekte oldukları dükkanın kapısından çıktı. Salı, apartman girişinin karanlığına çekilerek namluyu doğrulttu, nisan almaya çalıştı. Eli titremekteydi. Adam, aracına yöneldi. Çarşamba, Salı’nın kolunun titrediğini görünce, ona omzunu dayanak yaptı. Salı, kendini toparladı ve tek gözünü kapatarak ateş etti. Hedefi o da alnından vurmuştu. Binanın içine çekildiler.

Çarşamba günü Çarşamba, eşlikçiliğini yapan Cumartesi ile birlikte, takip ettikleri hedefin ardından bir apartmana girdiler. İşkillenen adam, merdivenleri çıkarken, onlar, takipteydi. Adam, süratlendi. Katına gelince, peşindekilerin yetişeceklerini anlayıp yön değiştirdi, yukarıya koştu. Çatı kata çıktığında, kapıya yüklendi. Kilitliydi kapı. Döndüğünde, ikiliyi merdivenin başında gördü. Çarşamba, susturucuyu takmakta, Cumartesi, merdiven kovasını kontrol etmekteydi. Adamın ağzından boğuk bir hırıltı çıktı. Çarşamba, onu alnından vurdu, gidip, koltuk altlarından kaldırdı, bıraktı. Cebinden fotoğrafı çıkarıp, arkasına yazdı. Otomat söndü.

Perşembe günü Perşembe, az önce devirdiği hedefini, uzaktan takip etmekteydi. Yerde yatan adamın başına insanlar toplanmıştı.

“Ambulans çağıran oldu mu?”, diye sordu bir adam.

Başka biri yerdekini doğrultmaya çalışınca, vurulanın alnındaki kurşun yarası göründü. Kalabalık, özellikle de kadınlar korkup, kaçıştılar.

“Adam vurulmuş!”, diye haykırdı bir kadın.

Kalabalık, muayenehane binasından çıkan Ufuk’un dikkatini çekti. Döndüğünde, ileride dikilen Perşembe ile göz göze geldiler. Perşembe, ona bir an baktı ve kendisini kolundan çeken eşlikçisi Salı’nın ardından yok oldu.

***

Cemil, Emniyet Müdürlüğü’ndeki odalarında kahve içerek, duvardaki harita ile cebelleşen Cumhur’u izliyordu. Cumhur, İstanbul haritasında dağınık noktalara raptiyeli maktul fotoğraflarını incelemekteydi. Bir anda sinirlendi ve resimleri toplamaya başladı Cumhur.

“Kardeş, niye söküyorsun resimleri?”

“Cemil, hiçbir anlamı yok. Cinayetler arasındaki tek bağlantı, adamların alınlarındaki delikler! Aralarında en ufak bir benzerlik yok!”

“Kim olduklarını biliyoruz, Cumhur Komiserim. Delil peşindeyiz.”

Cumhur, topladığı resimleri Cemil’in masasına attı.

“Müdür neden alengirli işleri bize satıyor, garezi mi var?”

“Müdürüm satmadı, kardeş. Ben istedim.”

Cuumhur, şaşkın bakışlarını yüzüne dikmişken, Cemil, masadaki resimlerden birini çekti, adamın kanlı alnına dokundu.

***

Pazar, her gününün yarısını geçirdiği, sığınağın diğer odalarına göre hayli karanlık bir köşede kalan ve hep rutubet kokan mutfağında olmaktan zaten hoşnut değildi. Elleri belinde, ateş saçan gözlerini Perşembe’ninkilere dikmişti. Sıvalı kollarıyla bulaşıktan yeni çıkmıştı ve saldıracak yer arıyordu. Her an bir pot kırmaya teşne, kafasında bin bir soru işareti ile Perşembe de onun bu haline hayli katkı sağlamıştı. Yine de istediği cevabı almadan kızın önünden çekilmeye niyeti yoktu.

“Bak, Pazar. Bir önceki iş sürerken yenisini almak için Kasım’a ne diller döktüm. Ceketimdeydi o resim ve şimdi sende. Bir haftadır kendin getir diye bekliyorum!”

“Ben ne yapacağım senin siparişini? Evin işleri yetmez gibi, bir de sizin işlerinizle mi uğraşacağım?”

“Bunu istediğini bal gibi biliyoruz. Yıllardır Kasım’dan iş bekliyorsun!”

Pazar, döndü, öfkeyle dışarıya yöneldi. O esnada Cumartesi kapıda belirdi. Pazar ile göz göze geldiler. Cumartesi, gözlerini kaçırdı. Pazar, onun yanından sıyrılarak, çıktı. Perşembe, elleri tezgâha dayalı, amaçsızca arandı. Kenardaki, yeni doğranmış sebzeleri gördü. Parmağını tabağa daldırdı ve bir tutam yeşillik alıp ağzına tıkarak, dışarıya çıktı. Cumartesi’yi fark etmemişti bile. Cumartesi, ondan da dalgın, ufacık pencerenin önüne gitti. Dışarıda çamaşır toplamaya girişen Pazar’a baktı. O esnada Perşembe, hızlı adımlarla Pazar’ın yanından geçti. Cumartesi’nin bakışları donuktu. Tezgâhtaki bıçağa dokundu. Çeliğin serini onu bir anda fi tarihinden kalma bir zaman götürdü. O zaman fluydu, yitti yitecek. Bir anda yüzlerce tepeyi, dağı aşmıştı. Nice adını bildiği, bilmediği kuşlar geçmişti üzerinden ve nice türünü bilmediği ekinlerin içinden atlamıştı, tanelerini dökerek. Vardığı yer, bir köy evinin geniş avlusudur, taştan. Yerde, kefenlenmiş bir cesedin ardından kara çarşaflı kadınlar, yüzlerini yırtarak, yüksek sesle ağıtlar yakıyorlar. Altı yaşında bir çocuk Cumartesi şimdi. Üstüne bıçak konmuş, örtülü ölünün başında oturmuş, onun yüzünü seviyor. Süslü dövmelerinden derisi görünmeyen, yaşlı, kemikli bir kadın eli, üzeri işlemeli bir kırmızı tülbende sarılı bohçayı açarak, bir silah çıkarıp, ona veriyor sonra. Ve şimdi iki metre eninde, beş metre boyunda, toprak bir yolun ortasında. Ve elinde tuttuğu, az önce kendisine verilen silah, tetiğine nasıl basılır bilmediği. Titriyor. Buzdan bir göldür sokak. İki el silah sesiyle öyle karanlığa keser ki her yan. Bir adam, onun küçücük bedenini, eski bir arabanın arka koltuğuna tıkıp, yanına oturuyor. O el kadar hali Cumartesi’nin, gözden yok oluncaya kadar köyünü seyrediyor, arabanın kirli arka camından.

Bıçağın elini kestiğini hissetmemişti bile. Parmağındaki kanı emerken, onu saracağı birşeyler aradı etrafta. Tezgahın altına, arkasındaki tüpü, kapı kaçağı gizlemek için çekilmiş örtüyü aralayıp baktı. Başını kaldırdı. Musluğun yanında duvara çakılan iki çivi arasına gerili ipte, Pazar’ın az önce elini kuruladığı elbezleri asılıydı. Onlara dokundu. Onlarda Pazar’ı hissetmekti amacı, onun parmaklarının sıcağını duymaktı. Kızın kızacağını bile bile, olardan birine sardı kanayan parmağını.

***

Elçin Beg, Battal’ın gazinosunun önünde, kendisini getiren taksiden indi, yakasında karanfil. Paltosunu kolundaydı. Kulübün duvarındaki sanatçı, dansöz ilanlarına, ışıltılı tabelaya baktı bir süre, süslü kapıyı inceledi. Otuz küsür yıl önceki gazinodan çok farklıydı görünüşü şimdi. Hatta kafasına yanlış adrese geldiği şüphesi yerleşti bir an. Gülümsedi. Zihninde, bir seferde hem de, ne çok anı belirip, yitmişti. Ve işte yıllar sonra içeriye adımını atıyordu. Fuaye kısmı eskiden de bu kadar karanlık mıydı? Vestiyerin yerini değiştirip, sağa almışlar. Canavar Hamdi dururdu bankonun arkasında. Bu defa, en fazla on yedisinde, çıtı pıtı bir genç kız… Salona giriş kapısında dikilen korumayı gördü sonra. Hamdi’ye ne kadar da benziyordu. Ama onun yarı yaşında olmalıydı. Belki de oğluydu Hamdi’nin. Sol taraf tuvaletler. Sonra yanlış hatırladığına güldü. Her şey yerli yerindeydi. Dekoru modernleştirmişlerdi bir parça. Hem, Canavar, yıllar önce iki bıçak darbesiyle devrilmişti, sarhoş bir müşteri tarafından. Elçin Beg, kıza nazikçe gülümseyerek, paltosunu uzattı. Kız, duvar saatine bakıp, ona döndü.

“Beyefendi, elbette siz bilirsiniz, ancak program bitmek üzere.”

“Sadece on dakika kalacağım.”, dedi Elçin Beg, Azeriliğinden kaynaklı kırık bir Türkçe ile.  Para çıkarıp, tezgâha bıraktı. Kız, paltoyu asıp dönünce, parayı gördü, gülümsedi. Elçin Beg, kapıya yönelecekken koruma onu durdurdu.

“Silahınız var mı beyefendi?”

Elçin Beg’in yüzündeki nezaket yitti. Koruma, onu aramaya yeltenince, bir adım geriledi. Sonra kıza baktı, gülümseyerek kollarını kaldırdı. Koruma, onun üzerini yokladı ve geri çekildi.

“Cebinizdeki nedir?”

Elçin Beg, elini ceketinin içine soktu ve oradan bir tabaka çıkardı, korumaya verdi. Genç, tabakayı açıp, içine baktı ve kapatıp geri verdi.

“Kusura bakmayın. Girebilirsiniz.”

“Önemli değil.”

Elçin Beg, kapıya yönelmişken, tuvaletler tarafından mütevazı, fakir kıyafetiyle, başı tülbentli temizlikçi kadın, elinde bir kovayla çıktı. Elçin Beg, onu hatırlamıştı. Kadınsa bir anlık baktığı Elçin Beg’i tanımadı. Otomatik bir yorgunluk ve yaşlılığın verdiği ataletle, salon kapısına yönelmişti ki, aniden kendisine çıkışan, vestiyerdeki genç kız, onu olduğu yere çivileyiverdi.

“Arkadan dolan demedim mi ben sana?

Temizlikçi kadın cevap vermeden yaşının elverdiği süratle, diğer dipteki depo tarafına geçti. Elçin Beg, arkasından hüzünle baktı. Sonra, korumanın araladığı kapıdan kulübe geçti. İçeriye göz gezdirdi. Çoğu masa boştu. Olan müşteriler iyice sarhoş, bir yandan tıkınmakta, bir yandan iştahla dansözü seyretmekteydiler. Çalgıcılar yorgundu. Garsonlar, müşterileri ikna ederek masaları toplamaya çalışıyorlardı. Elçin Beg, aradığını bulmuştu nihayet. O yöne yürüdü. Gittiği masada Battal, önünde viskisi, oturmuş, tabağındaki çerezi karıştırmaktaydı, düşünceli. Sürekli gözünün içine bakan bir garson, masanın yanında, ayakta bekliyordu. Salih, ileride, karanlık bir köşede oturmaktaydı. Elçin Beg, tam Battal’ın arkasında durdu. Battal, onu fark etmedi; dalgın, viskisini yudumlamaya devam etti. Elçin Beg, onun yanına sandalye çekip, oturdu. Salih, bir anda ayaklanıp, masaya yönelmişken, Battal, göz ucuyla durdurdu onu. Bakışlarını yeniden bardağına çevirdi. İkisi, birbirlerine hiç bakmadılar. Elçin Beg, sakince dansözü izliyordu. Garson, masaya eğildi.

“Battal Bey, misafiriniz bir şey alacak mı?”

“Ona sor.”

Elçin Beg, yüzünden eksik etmediği nazik gülümseyişiyle, garsona döndü.

“Kırmızı şarap ve limon suyunda dilimlenmiş havuç lütfen.”

Battal, garsona işaret etti.

“Bir viski bardağı getir beyefendiye.”

Yüzü ne kadar da ifadesizdi. Elçin Beg, kendisininki kadar tanıyordu Battal’ın çehresini. Onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamak için gözlerine, yüz çizgilerine, dudaklarına bakmak hiçbir şey ifade etmezdi. Battal, garsonun getirdiği bardağa viski koydu, Elçin Beg’in önüne sürdü. Elçin Beg, bardağa baktı ve seyrine döndü. Dansöz, son hareketlerini yapıp selam verirken, Elçin Beg, kurnazca gülümsedi.

“Asıl sanatçınızı çıkarmıyorsunuz?”

Battal, öfkelenmişti. Kalkmaya yeltendi. Elçin Beg, kolunu tutarak durdurdu onu. Battal, kolunu çekti. Elçin Beg, nezaketini koruyarak hitap etti ona:

“Oturun, Battal Bey. Basit bir isteğim olacak. Döndüğümü çoktan duymuş olmalısın. Beni öldürtmek için hazırlığını da yapmışsındır tezden. Senden ricam, beni başkasına havale etmemendir. Kaçacak, gizlenecek değilim. Neyi aradığımı, niçin döndüğümü biliyorsun. Her hafta bugün, cumartesi gecesi bu saatlerde buraya geleceğim. Gayrisi sana kalmıştır.”

Battal’ın yüzündeki öfkeyle karışık, kararsız ifade, ancak kaşının seğirmesinden belli oluyordu. Önündeki içkiyi bir anda kafaya dikti ve Salih’e işaret etti. Salih kalkıp, koşar adım çıktı salondan. Battal garsona döndü. Sertti.

“Beyefendi içkisini bitirip kalkacak. Misafirimdir. Para almayın,” dedi ve masadan ayrıldı.

Elçin Beg, doğruldu. Ellerini masaya dayayarak biri boş, biri dolu bardaklara, ardından kapıya baktı. Döndüğünde, garsonla göz göze geldi.

“İçmeyecek misiniz?” diye sordu garson.

Elçin Beg, düşünceli düşünceli gülümsedi. Başını iki yana sallayarak, bardağı garsona uzattı. Salon kısmını terk ettiğinde, korumayı aradı gözleri nedensizce. Delikanlı, dış kapının kıyısında sigara içerek cep telefonuyla konuşuyordu. Vestiyerdeki kız, Elçin Beg’i görünce paltosunu vermek için askılara döndü. O esnada temizlikçi kadın, elinde kovayla depodan çıktı. Kızla göz göze gelince ürküp, geri girmeye yeltendi. Elçin Beg ona seslendi:

“Hanımefendi!”

Kadın, şaşırmıştı. Tedirgin, döndü. Sigara ve içkiden çatallaşmış sesiyle karşılık verdi:

“Bana mı seslendiniz?”

Vestiyerdeki kız bıyık altından güldü. Elçin Beg, kadının yanına gitti. Gözlerinin içine bakarak gülümsedi ve yakasındaki çiçeği çıkarıp, tülbendine sıkıştırdı, nazikçe elini öptü onun.

***

roman, 2. fasikül

Elçin Beg Vahapzade, sınıfına rağmen hayli düzgün görünen otelin resepsiyonuna yanaştığında, hayli bitkindi. Kolunda asılı pardösüsünü omzuna atıp, bavulunu yere bıraktı, görevliye bakındı. Bankonun üzerindeki zile dokundu. Çok geçmeden, genç görevli, kaymış kravatını düzeltmeye çalışıp, uykulu gözlerini ovalayarak geldi. Elçin Beg, bir on dakika içerisinde otele kaydını yaptırmış, resepsiyonist gencin yanına kattığı, on beş yaşlarındaki kominin ardı sıra asansöre binip, üçüncü kattaki odasına çıktı. Odayı süzerek, ortaya ilerledi. Pardösüsünü yatağa bıraktı. Komi, bahşiş sevdasıyla onun gözlerini yakalamaya çalışarak, içeride fır dönmekte, ona odayı anlatmaktaydı.

“Banyonun ışıkları şuradan yanıyor. Dolapta ikişer takım baş ve vücut havlusu var. Kullanmak isterseniz, mini bar burada. Bu klimanın, bu da televizyonun kumandaları. Çantanızı şuraya bıraktım.”

Komi, gözlerini geçkince, ama yaşına göre dinç duran, yakışıklı adamdan ayırmadan, kapıya doğru geriledi ve bekledi. Elçin Beg, çok uzak bir hayalin içindeymişçesine, duvardaki manzara resmine dalmıştı. Deniz vardı resimde, kuşlar, ağaçlar, ufukta kızıl bir güneş. Alnına düşen saçını düzeltti parmaklarıyla. O esnada, geride bekleyen genci fark etti. Gülümseyerek ona yaklaştı, nazikçe yakasındaki karanfili çıkarıp, onun avucuna bıraktı.

***

Pazar, kapıyı açtığında, yağmurdan sırılsıklam olmuş Perşembe’yi gördü. Perşembe, içeri daldı aceleyle. Ceketinin yakalarını tutarak, dışarıya silkeledi yağmuru. Kız, içeriyi ıslatmadığından ve çamurlu ayakkabılarını kenarda çıkardığından emin olmak için başında bekliyordu Perşembe’nin. Perşembe, bu bekçilikten hoşlanmamıştı. Ters ters baktı Pazar’a.

“Salı seni soruyordu. Nerede kaldın?” diye sordu Pazar.

“Kasım Aga’ya uğradım,” dedi Perşembe, ceketini çıkarırken. Kıza kolundaki söküğü gösterdi. “Bir yere takmış olmalıyım. Dikersin, değil mi?”

Pazar ceketi alır almaz, içeriye yöneldi Perşembe.

“Kimler var?”

“Çarşamba ve Cumartesi dışarıda, keşifte. Diğerleri masada.”

Perşembe, odaya daldığında, Pazartesi ve Cuma’nın önlerinde çorbaları, masada oturmakta olduklarını gördü. Salı, sobanın başında silahını temizliyordu. Pazartesi, ortasında çorba tenceresi, kenarında bölünmüş ekmek bulunan sofraya yönelen Perşembe’yi durdurdu ani bir el hareketiyle. Salı, başını silahtan kaldırmadan konuştu:

“Islak üstünle mi oturacaksın sofraya?”

Perşembe’nin keyfi kaçmıştı.

“Kuralları değiştirmeliyiz Salı,” dedi, sobaya yanaşırken. “Adam diye gidiyorum, kadın çıkıyor! Neden kadın öldürmüyoruz, anlamıyorum ki?”

“Pazar işe çıkıyor mu?” dedi Salı, tek gözünü kapatarak silahı kontrol ederken.

Perşembe’nin yüzüne doğru kapattığı kapıyı hışımla açıp içeriye giren Pazar, Salı’ya baktı ve tekrar önüne üp elinde ceket, odasına geçti. Perşembe, gözleriyle Pazar’ı takip ederek yanıtladı Salı’yı:

“Pazar’ın işleri bizden daha iyi halledemeyeceğini kim iddia edebilir? Yıllardır altı adamı çekip çeviriyor.”

Çorbasını bitiren Pazartesi, geriye yaslandı.

“Onun görevi ayrı, bizimki ayrı. Bugüne dek hayatta kalmamızı kurallarımıza borçluyuz, bunu unutma. Niye yalnız çıktın?”

Perşembe’nin yüzü yine asıldı. Kravatını gevşeterek masaya bir göz atıp, banyoya yöneldi.

“Ben bir duş alıp, öyle yiyeceğim.”

Pazartesi, banyoya giren Perşembe’nin ardından baktı başını sallayarak. Üzerine yüklenen çoğu görevde olduğu gibi, yine ihmal ettiği işlerden biri karşısındaydı işte Perşembe’nin. Banyonun prizi düştü düşecekti ve içeriye girerken zorlukla lambayı yakan Perşembe, bu durumu umursamamıştı.

İçinde bulundukları bina, neredeyse Kasım’la yaşıt olan Salı ve Cuma, otuzlu yaşların ortasındaki Çarşamba hariç, hepsi kırklı yaşları süren yedilinin sığınağı, tek katlı, büyükçe bir yığma yapıydı. Antrenin hemen ardından büyük bir avlu gibi girilen salon, toplaştıkları, yemeklerini yedikleri, konuşup dertleştikleri mekandı. Erkeklerin üçer üçer ve Pazar’ın tek kaldığı dört oda, mutfak, tuvalet ve banyo, antre ile sekiz kapı, bu avluya açılırdı. Sığınağın hemen önünde, yine Pazar’ın ilgilendiği bir kümes, büyükçe bir sebze ve meyve bahçesi vardı. Etrafı çeviren deli orman, sığınağın anayoldan görülmesini önlüyordu.

Perşembe, duşun altında, ellerini ve kafasını duvara yaslamış, gözleri sımsıkı kapalı, sırtına yayılan suyun kendisini rahatlatmasını nafile bekliyordu. Kafası Ufuk’un narin bedeninde ve nadir, bal rengi gözlerindeydi. Çıkarması da mümkün olmayacaktı bu görüntüyü zihninden ve işin kötüsü, Perşembe’nin bunun farkına varmış olmasıydı. Adeta bir gündüz düşüydü görmekte olduğu. Ufuk’a anlattığı hayaldeki masanın başındadır. Az ötede, beyaz tülbendiyle bir kadın, sırtı ona dönük, durmaktadır düşünde. Masada bir sahan kuymak vardır. Perşembe, sahana bakıp, bakışlarını kadına çeviriyor, ona uzanıp, omzuna dokunuyor. Dönen yüz, Ufuk’undur! Perşembe, duşun altında, gözlerini açtı aniden. Şaşkındı. Suyu kapattı, öylece kaldı.

Pazar, içerdekilerin davranışları sindirememiş, örttüğü kapısına sırtını vermiş, öfke ile soluyordu. Artık kanıksadığı, her bir santimetre karesini ezbere bildiği boğucu odasının detaylarında dolaştı gözleri. Duvara dayalı, bir başı pencereye bakan, üzeri sarı örtü ile kaplı, düz bir yatak, yatağın yanında, yukarıda, duvara çakılı çiviye asılmış bir Kuran kılıfı, yatağın karşı duvarına yaslı, küçük bir elbise dolabı, yere yayılı, zamanında Kasım’ın hediye ettiği, ağaç ve geyik desenli, eskice bir kilim, pencerenin önüne dayalı, ayakla idare edilenlerden bir dikiş makinası, camda sararmış güneşlik ve çiçekli basma kumaştan, ufacık bir perde ufacık pencereye. Bu kadarcık eşya, bir anda müthiş fazla göründü Pazar’a. Adeta üzerine gelmekteydiler. Toparlandı sonra. Dolabının çekmecesinden iğne ve ip aldı. İğneyi dişlerinin arasına sıkıştırıp, ceketi önüne açtı. Onu çevirirken, içinden üstünde “PERŞEMBE” yazan zarfın düştüğünü gördü. Zarfı alıp, açmaya yeltendi ama bakışları kapıya kaydı bir anda ve vazgeçip, yatağının altına sıkıştırdı onu. Ceketi bir daha çevirdi elinde. Yırtığı bulmuştu.

***

Çarşamba ve Cumartesi, arkalarında ay ışığı, bir yokuştan aşağı yürümekteydiler. Üzerlerinde yedilinin altı erkeğinin adeta üniforması halindeki siyah takım elbise içine beyaz gömlek ve siyah kravat, ayaklarında da siyah ayakkabılar vardı. Cumartesi, canı burnunda söylenirken, Çarşamba kendi havasında ilerliyordu onun ardından.

“Hiçbir siparişe ulaşmamız bu kadar zaman almamıştı anasını satayım,” dedi Cumartesi, Çarşamba’yı yoklayarak. Ama gençten ses yoktu. Cumartesi de önüne döndü. “Kime soruyorsam? Oğlum, bari bu gece konuş!”

Çarşamba, yolun kenarında bir kedi yavrusu görmüştü. Gidip, başına çömeldi. Cumartesi bunu fark etmeden, kendi kendine konuşarak yürümeyi sürdürüyordu.

“Kaldı iki gün. İki gün içinde işi halledemezsek, namımız yanar… Sığınakta yemek de buz gibi olmuştur,” diyerek, ceket cebinden bir çeyrek ekmek çıkardı, böldü. “Neyse ki azık var. Al.”

Yanında Çarşamba’yı göremeyince telaşlanmıştı.

“Çarşamba?”

Geriye döndüğünde, Çarşamba’yı kediyi severken gördü. Öfkeyle seğirtip, ayağını yere vurarak, kaçırdı kediyi. Çarşamba, bir giden kediye, bir de ona baktı. Cumartesi, böldüğü ekmeği Çarşamba’ya uzattı.

“Al. Yürü, gidelim. Daha Kasım Aga’ya uğrayacağız.”

***

Marketin içinde on sekiz yaşlarında, saçları uzun, kulakları küpeli iki delikanlı, tezgâhın bir ucunda, ayakta,  aldıkları meyve suyu ve bisküvileri tüketerek sohbet etmekteydiler. Market sahibi, kasanın ardında hesaptaydı. Oflaz, markete girip, kasaya yürüdü.

“Burası kafeterya değil, dükkân. Çıkın dışarıda yiyin,” diye söylendi delikanlılara, onlardan yana bakmaksızın.

Gençlerden biri şaşkın bakışlarını Oflaz’a kaldırdı. Zaten oldukça zayıf bünyeli, yirmilerinde bir adam olan Oflaz, üzerine bir beden büyük takım elbisesiyle pek de korkutucu değildi.

“Efendim?” dedi genç.

“Yesinler Oflaz Bey. Bir mahsuru yok,” diye atıldı orta yaşlı, kel, topluca market sahibi, çekinerek.

Oflaz, ona takılmadan, gençlere döndü yüzünü. Kendine göre en sert tavrını takındı, kaşlarını alabildiğine çatarak. Ne yaparsa yapsın, yüzünün korkutucu olamayacağının farkındaydı. O da gençlerin görebileceği şekilde, ceketinin eteğini hafifçe geriye alıp, belindeki silahın kabzasını gösterdi. Delikanlılar bu defa korkmuştular, önlerindekileri toparlayıp çıktılar marketten. Oflaz, tekrar market sahibine döndü.

“İkinci ay bitti, payımız gelmedi Şerafettin.”

Adam daha da sindi.

“Salih Abi uğramayınca…”

“Nasıl yani?”

Boynunu büktü market sahibi. Oflaz, iyice kıstığı gözlerini, alnında su gibi ter biriken adamınkilere dikti. Aheste aheste, tezgahın üzerinden uzanıp, kasayı açtı, içindeki paraları aldı, cebine doldurdu, adam, ürkek, onu izlerken. Tombul marketçi, biriken terin iyice parlattığı açık alnıyla, tavanın köşesindeki güvenlik kamerasını gösterdi. Oflaz, o köşeye giderek süt kasalarından birine çıkıp, kamerayı söktü ve getirdi, market sahibinin önüne bıraktı.

“Bu şey bozuk. Yaptırırsın. Hadi eyvallah.”, dedi, belli belirsiz sırıtarak.

O çıkarken, market sahibi, kasanın dibinde kalan bozukluğu gördü. Onu eline aldı ve tedirginlikle Oflaz’a doğru kaldırdı. Ama Oflaz, çoktan yitmişti. Adam, parayı kasaya geri bıraktı.

Marketten uzaklaşırken, Oflaz’ı bir titreme almıştı. Hıncını asfalttan alır gibi, sert atıyordu adımlarını. Aklından bin bir şey geçiyordu ve hiçbirini yakalayamıyordu o karanlık dehlizlerde. Pimi çekilmiş bir bombaydı. Evlatlık düştüğü Battal Çınaroğlu ailesinde, adeta bir hayalet gibi gezinmekteydi ve adeta bir hayalet gibi, hani odada birşeyler devirerek ev sahibine kendini belli etmeye çabalayan hayaletler gibi, tırmalıyordu duvarları. Köşkün bahçesine girdiğinde, Salih’i garajda, kolları sıvalı, arabayı temizlerken buldu. Hışımla geldi, eli belinde, garajın ortasında dikildi, ateş saçan gözlerini Salih’in suratına saplayarak. Ellisine merdiven dayamış, irice, alabildiğine sadık bir hizmetkar olan Salih, elini alnından geçirdiğinde, parmaklarındaki kir alın çizgilerini derinleştirivermişti. Yer yer ak düşmüş saçları, düzgünce tıraş edilmişti. Sinekkaydı tıraşı, arabanın başında, elinde bezle canhıraş temizlik esnasında, fazlasıyla yapıştırma duruyordu. İşine dalmış, gitmişti.

“Mekânlara gitmemişsin?”

Cevap vermedi Salih. Sessizce işine devam etti. Bu, Oflaz’ı daha da sinirlendirmişti.

“Sana söylüyorum!”

Oflaz, Salih’in üzerine atılacakken bir el omzunu kavrayıp, onı dışarıya savurdu. Oflaz, orta yere düştü. Bir anda korkmuştu, ama refleksle elini beline atmaya çalıştı. O esnada, onu bahçeye savuranın Battal olduğunu gördü. Babalığı üzerine yürürken korkuyla geriledi. Çevreye dağılmış nöbette, takım elbiseli adamlar vardı. Battal, öfkeli, ellerini Oflaz’a doğru sallayarak bağırdı.

“Neyin eksik oğlum Oflaz? Neyin eksik bir bak etrafına!”

Oflaz doğrulmaya çalıştı, lakin Battal üstüne gelince heykele döndü. Korkmuş, şaşırmış baktı ona. Salih de bezle ellerini kurulayarak, garajdan çıkmaktaydı. Battal’ın öfkesi dinecek gibi değildi.

“Neyini eksik tutuyoruz, yemini mi, suyunu mu? Buna ihtiyacımız mı var lan!”

Battal üstüne eğilince, Oflaz bir anda yüzünü çevirdi. Battal, kolundan tutup kaldırdı, iki eliyle omuzlarını kavrayıp sarstı onu.

“Bizim yeterince düşmanımız var. Başımı belaya koyma!” Oflaz, yaramazlık yapmış, azar yiyen bir çocuk misali başını indirdiğinde, çekti ellerini onun üzerinden, sakinleşti. “Üstünü başını düzelt, bir çık ablana. Seni soruyordu.”

Oflaz dönünce, pencereden bakan Emine Hanım’ı gördü. Üstünü silkeledi, eve yollandı. Battal pencereye döndüğünde, kadın perdeyi kapattı. Battal’ın ifadesiz yüzü tekrar karardı. Hemen arkasında dikilen Salih’e döndü:

“Anahtarları ver Salih.”

“Aman beyim, ben götürürüm.”, diye atıldı Salih.

Ona ters bir bakış attı Battal.

“Anahtarlar arabanın üzerinde mi?”

“Evet beyim.”, dedi Salih, bir adım gerileyerek. Ardından diğer adamlardan birini çağırmaya yönelmişti ki, Battal onu durdurdu.

“Salih, birini isteyesem zaten seni alırım, değil mi? Kimse gelmesin.”

Salih boynunu büktü, garaja yönelen Battal’ın ardından baktı.

***

Akşam karanlığının sarıp sarmalaya durduğu sokak o derece tenhaydı ki, burnunu arnavut kaldırımı taşlara süre süre aranan uyuz köpeğin adımlarını kulaklarında hissetti Cuma. Hedefinin çıkacağı kapıya konsantre olmuşken, hemen arkasında telaşlı telaşlı kendi ceketinin ceplerini karıştırmakta olan Perşembe, dikkatini dağıtıverdi. Perşembe, cebindeki fotoğrafı nihayet buldu, kıyıdan sızan az ışığa tutarak, arkasındaki yazıyı okumaya çalıştı. Ardından Cuma’nın gözüne soktu resmi. İçinden bir la havle çekti Cuma.

“Perşembe, keşke gelmese miydin?”

“Cuma abi, şu 3 değil mi?”, diye sordu Perşembe, kendi derdinde.

Cuma yazıya şöyle bir bakıp, hedefine döndü.

“O 8.”

Perşembe, gözünü kısarak tekrar baktı yazıya.

“Nasıl 8 yahu bu?”

Cuma, derin bir nefes aldı.

“Perşembe, orada 28/8 yazıyor. Şimdi bırak da işimi yapayım.”

Perşembe, olayını söyleyemedi ona. Ama bu karışıklığa bir anlam da veremiyordu. İyice tedirgin olmuştu. Cuma, ters ters ona bakarak, eldivenlerini düzeltti. Tabancasına susturucu taktı ve sokağın başına kadar gitti. Perşembe, kafası dalgın, onu izledi. Cuma, silahı arkasına saklayarak, karşı çaprazdaki kapıya dikti gözlerini. Perşembe de aynı yöne bakıp, Cuma’ya döndü.

“Benim gitmem lazım.”

Cuma’nın ak düşmüş bıyıklarının bile kızıla döndüğünü hissetti Perşembe. Buna rağmen gitmeye kararlıydı.

“Nereye gidiyorsun? İş tamamlanana kadar buradasın. Kasım Aga’ya beraber gideceğiz. Geçende yalnız çıkmanın hesabı görülmedi daha.”

Perşembe, bir an durup Cuma’ya ve sonra karşı kapıya baktı. Ardından, rahat, dönüp, uzaklaştı. Cuma, burnundan soluyordu.

“Bugün Cuma. Benim günüm!”

Perşembe, sokağın başını bulduğunda, dönüp bir kere Cuma’ya göz attı. Onun, kendisinden ümidi kesip, tekrar noktasına döndüğünü ve hedefine yoğunlaştığını görünce, köşeyi kıvrılıverdi. Az önce bekledikleri sokağın sessizliğine inat, beton ve mekanik bir gürültü sardı etrafını bir anda. Halbuki arada en fazla yüz metre vardı. Perşembe şaştı buna, ama çok da aldırış etmedi. Hedefine bir an önce varıp, kafasındaki soru işaretlerini dindirmeli ve vakit kaybetmeden Cuma’nın yanına dönmeliydi. Çevresine biraz dikkat etseydi, arkasından geçmekte olduğu kişinin, kendisine yeni verilen görevdeki, kaybettiği resimde tüm yakışıklılığıyla objektife güvenli bir bakış gönderen adam olduğunu fark edecekti. Elçin Beg Vahapzade ile aslında birbirinden ayrı iki rota izleyen, tamamen yabancı iki kişiydiler. O, kafasında geçen gece oluşan hatanın sebebini çözme sevdasıyla, etrafına bakmaksızın, hızla ilerlerken, Elçin Beg, kaldırıma tezgâh açmış çiçekçi kadının önünde, tebessümle eğilip, bir kırmızı karanfil seçti, sapını kırıp, yakasına taktı. Daima şık, daima özenliydi öyle. Yaşını saklayan gizem de buydu.

Perşembe, 28 numaralı apartmanın önünde durdu. Ufuk’u ziyaretinden cebinde kalan, asıl kurbanına ait fotoğraf, ceketinin yan cebindeydi. Onu çıkarıp, arkasına baktı. Başını kaldırıp, binaya baktı sonra. Dönüp, karşı tarafa, ilerideki diğer binaya baktı, şaşırdı. Bina girişindeki zillerden isimleri taradı. Aradığını bulmuştu.

“Ufuk Civelek. 8 numara,” diye mırıldandı. Bir o binaya, bir ilerideki binaya baktı. “Aynı sokak…”

Bu defa Kasım’ın verdiği zarfı ceplerinde aranarak, kaldırımda ilerledi. Ufuk’un binasının önünden geçerken başını kaldırdı ve onun ikinci kattaki tabelasını gördü. Şaşırmıştı. Aradığı zarf cebinde değildi. İleriye baktı, düşünceli. Bir okulun önündeydi.

“Pazar?” diye geçirdi içinden, şüpheyle.

Okuldan fırlayan bir plastik top, Perşembe’nin önüne düştü. Giden topu gözleriyle takip etti. Gülümsedi. Yeniden Ufuk’un muayenehanesinin katına kaydırdı bakışlarını ve hemen toparlanarak, daha hızlı adımlarla, dönüş yoluna girdi. Nefes nefese yanına geldiğinde, Cuma hala dikkatle karşıyı gözlemekteydi.

“Geldim.”

Cuma, gözlediği kapıyla kontağını koparmadan, yan gözle ona şöyle bir baktı. Kapının aralandığını fark etti o an ve hemen silahını çıkardı. Hedef, taksi bakınıyordu. Cuma, karanlığa çekilip, nişan aldı ve adamı alnından vurdu, devirdi. Geçen birkaç kişi, yere düşenin başına toplandı. Cuma ve Perşembe, süratle oradan uzaklaştılar. Cuma, cebinden fotoğraf ve bir kalem çıkarttı.

“Yetmiş sekiz kilo.”

“Yahu yuvarla işte şunu. 80 yazsana!” diyerek dürttü onu Perşembe, ama Cuma’nın ters bakışları karşısında hemen toparlandı.

***

Gölgeni Ardına Al

BÖLÜM 1

DÖNÜŞ

 

 

Ufuk, nadir rastlanır, bal rengi gözlerini tedirgince duvardaki gemici takvimine çevirdi. Halka, perşembeyi gösteriyordu. Takvimin hemen üzerindeki duvar saati ona çok, çok geç kalmış olduğunun haberini vermekteydi. Annesine götüreceği ilaçlar için nöbetçi eczane aramak durumundaydı artık. Beyaz doktor önlüğünün ceplerine sakladığı yumruklarını sıktı. Pembe çerçeveli gözlüğünün ardındaki ürkmüş, ama daha ziyade bezgin bakışlarını Perşembe’ye çevirdi. Perşembe’nin ellerinde beyaz sağlıkçı eldivenleri, üzerinde siyah bir takım elbise içerisinde beyaz gömlek ve onun üzerine geçirdiği, gevşemiş, siyah kravat vardı. Gözleri kapalı, şezlong tipi, rahat hasta koltuğuna uzanmıştı, kucağında pofuduk bir yastık.

Ufuk, kucağındaki yastığa sarılı pozisyondaki korkunç, ama hiçbir felsefi teorinin açıklayamayacağı çekiciliğe sahip, kırklarında, seyrek saçlı, hafif göbekli adama baktı bu defa şaşkınlıkla. Perşembe’nin gözkapakları büzüştü, yerinde huzursuzca kıpırdandı. Alnı ter içinde kalmıştı. Ufuk, Perşembe’nin yanına yanaştı, titreyen kirpikleriyle, gözlüğünün altından süzdü onu. Nefesini toparladı.

“Sonra?”, diye sordu, yumuşak bir tonda.

Perşembe’nin dudakları aralandı. Dilinin ucuyla köpek dişine dokundu. Yüzündeki sıkıntı yiterken, yastığın üzerinde kenetli elleri de gevşedi.

“Merdivenlerdeyim… Dengesiz, kirli basamaklar. Elimde beş yaşlarında bir çocuk… Basamakların kıyısında kalın, yuvarlak demirden, paslı korkuluk… Duvarın badanası dökük…”

Ufuk, Perşembe’nin yanıbaşındaydı şimdi. Hipnoz altında sayıklayan, kendisinin en az iki katı adamı alt edebilip, edemeyeceğini geçirdi aklından. Hemen arkasındaki büyük tartının çeliğini hissetti sırtında. Ürperdi. Perşembe’nin bir anda kırışan alnına baktı ve başına eğildi.

“Çocuk kim?”

Adamın yüzü seğirdi, parmakları bir anda, yastığın üstünde kenetlendiler yeniden.

“Çocuk benim! Kendi küçüklüğüm… Basamakları çıkmaya başlıyoruz… Onun acelesi yok. Ama benimle geliyor…”

Koltuğa mıhlanmıştı adeta. Suratındaki öfke, yerini meraklı bir ifadeye bırakıyordu.

“Çıkmaya devam et,” dedi Ufuk, gözlüğünü düzelterek.

“İki kat daha çıkıyoruz. Bir kapı… Zile basıyorum… Kapı açılıyor. İçerisi karanlık… Girip, kapıyı kapatıyorum… Elim boş! Kapıyı açıyorum… Kapının önünde kimse yok… Kapatıyorum kapıyı… Kenarda büyük bir masa… Başında beyaz tülbendi, sırtı bana dönük bir kadın, babaannem olmalı, elindeki sahanı masaya koyuyor, mutfağa giriyor…”

Perşembe, dilini dudağında gezdirdi.

“Dumanı üstünde, bol tereyağlı, mis kokan, bir sahan kuymak… Kadın, babaannem… Başımı mutfağa çeviriyorum, kimse yok… Sahana dönüyorum…”

Kaşları çatıldı.

“Neden yemiyorsun?”

Perşembe, Ufuk’u yerinden hoplatacak derecede hiddetlendi, başını iki yana savurdu.

“Karanlık!”

Ufuk, telaşla Perşembe’nin arkasına geçip, onun başını tuttu. Bir gözü hemen yanı başındaki sehpanın üzerinde duran cam vazodaydı. Perşembe’yi uyandırmadan vazoyu kavrayabilmenin hesabını yaptı kafasında hızlıca. Cesaret edemedi.

“Öfken geçene kadar yastığı döv.”

Perşembe, yastığı karnının üstünde yumruklamaya başladı. Tuhaf bir hınç kaplamıştı bedenini. Dişlerini öyle sıkıyordu ki, Ufuk’a parçalanacaklarmış gibi geldi; gıcırtıları yumruk gürültüsünü ve Perşembe’nin iniltilerini bastırıyordu. Az sonra kolları gevşeyip, yastığın üstüne indi Perşembe’nin. Ufuk’un elleri, hala onun başını kavramaktaydı.

“Şimdi rahatla. Rahatla.”

Perşembe, gevşemeye çalıştı. Kendine gelmekte zorlanıyordu. Ufuk, onun etrafından dolanarak masasına gitti.

“Üç dediğimde uyanacaksın. Gevşe… Bir, iki, üç!” dedi ve parmağını şıklattı.

Perşembe’nin vücudu tutulmuştu. Gözkapaklarını zorlukla araladı. Ufuk, ürkek, kollarını göğsünde kavuşturup, masasına dayanmış, ona bakıyordu. Perşembe, sanki odaya yeni girmiş, etrafı tanımak ister gibi, çevresine göz gezdirdi. Pencerenin önündeki jaluzi sımsıkı örtülüydü. Yattığı koltuğun yanıbaşında, bir kenarı kalorifere yaslı, ufak bir sehpa durmaktaydı. Sehpanın üzerinde, az önce Ufuk’un gözünün kesmediği, içinde yapma çiçekler duran cam bir vazo vardı ve onun etrafında da dört el kuklası, az sonra hareketlenecekmişçesine canlı, yatmaktaydılar. Ufuk’un masasının önünde bir konuk sandalyesi ve üzerine birkaç sağlık dergisi yayılmış orta boy bir sehpa duruyordu. Masanın bir kenarında kişisel bilgisayar kuruluydu ve kalanında da düzenli yerleştirilmiş takvim, defterler, kalemlik, reçetelik yayılıydı. Kenarda irice bir saksıda büyümüş, tepesi iple zaten neredeyse ulaştığı tavana tutturulmuş filkulağını ilk bakışta adama benzetti Perşembe. İrkildi. Masanın arkasındaki duvar, diploma ve sertifikalarla doluydu, köşelerinde de Ufuk’un daha genç, gülümseyen çehresi. Kızın korkmuş hatlarından aşağıya inip, yerdeki kırık cep telefonunu görünce bir parça utanç duydu Perşembe. Yattığı koltuğun hemen sağındaki eczanelerdekine benzeyen, çelik tartı aleti, orada dünyaya konuvermiş bir uçan daire kadar garip duruyordu.

Perşembe, ilk hamlede kalkamadı. Öne kaykıldı biraz.

“Her yanım tutulmuş.”

“Rahatlamış olman gerekiyordu…” dedi Ufuk ve bakışlarını ondan kaçırarak saatine baktı, başını pencereye çevirdi. “On dakika içinde bir hastam gelecek.”

Perşembe, doğrulmayı başarmıştı nihayet. Ellerini arkada birleştirerek kemiklerini kütürdetti. Pencerenin kenarındaki kolona dayanıp, vücudunu gererek rahatladı. Jaluzinin ardından dışarının karardığını gördü. Gidip, Ufuk’un kolunu tuttu, saate baktı. Sekize gelmekteydi. Gözlerini kızınınkilere dikti.

“Bu saatte mi?”

Ufuk kolunu aldı ve korkuyla Perşembe’yi süzerek, bir eliyle masasından destek alıp, birkaç adım uzaklaştı.

“Beni öldürecek misin?”

Perşembe, donuk bir ifadeyle ona baktı, duvardaki diplomaya döndü. Oradaki ismi okudu:

“Ufuk Civelek.”

Cebindeki fotoğrafı çıkarıp, arkasına baktı, okudu.

“Ufuk Civelek…” Ufuk’a baktı. “Erkek olman gerekiyordu.”

“Gördüğün gibi, değilim işte.”

Ufuk’un eli masanın kenarından sarkan, kesik telefon kablosuna değdi. Elektrik çarpmış gibi irkilip, kapalı duran kapıya baktı. Yüzündeki korku, öfkeye döndü. Çatık kaşlarını Perşembe’ye çevirdi.

“Ne lüzumu vardı bunların? Öldüreceksen gir, öldür, çek git!”

Perşembe, sehpadaki oyuncak el kuklalarından sevimli bir palyaço başı seçip, eline geçirdi. Kuklayı oynatarak, onun ağzıyla konuştu:

“Kadın ve çocuk öldürmüyoruz.”

Sonra, kuklayı çıkarıp yerine koydu, kapıya yöneldi. Cebinden bir anahtar çıkarıp, deliğe soktu. Son anda bir şey hatırlamış gibi, Ufuk’a döndü birden.

“Tartıya çık.”

“Ne?”

“Tartıya,” dedi Perşembe, başıyla işaret ederek.

Ufuk, bir tartıya, bir Perşembe’ye baktı gözlerini kırpıştırarak. Ardından, yavaşça gidip, tartıya çıktı. Perşembe, yüreğini avucunda hissettiği çıtı pıtı genç kızın önlüğünün kıvrılışını seyretti, o, alete çıkıp, çelik koldaki ağırlığı ayarlarken. Bakımlı parmakları incecikti, teni fazlasıyla beyaz, adeta saydamdı. Perşembe’nin seslenişi Ufuk’u kendine getirdi:

“Kaç?”

“Kaç mı?”

“Kaç kilosun?”

Ufuk, şaşkın, tedirgin, tartının ölçüsüne döndü. Çelik ölçeği ileri geri iterek dengeledi.

“Kırk altı…”

Perşembe, kapıyı açtı. Belindeki silahı kontrol ederek, kemerine yerleştirdi. Ceketini düzeltti. Çıkmadan Ufuk’a döndü.

“Değmezmiş… Vizite borcum olsun. Yine geleceğim. O zamana dek yüzümü unutmanı öneririm,” dedi ve aralıkta yitti.

Ufuk, dizleri zor tutar halde indi tartıdan. Titriyordu, ağladı ağlayacaktı. Pencereye gidip, jalûziyi araladı. Caddede hayat akıyordu. Arabalara ve henüz başlayan yağmura dalmıştı ki dış kapının sesiyle, bir rüyadan uyanır gibi silkindi. Perşembe’nin boşalttığı koltuğa bir pelte gibi bıraktı kendini.

***

Battal, elinde kesme kristalden bir viski bardağı, dalgın, yağmur damlalarının dövdüğü camdan, bahçeyi seyretmekteydi. Bardağının boş olduğunu, dudağına götürünce fark etti. Üzerinde viski şişesi duran masaya gidip, şişeyi açtı, bardağını doldurdu. Kapağı kapatmadan, kardeşi Cemil’e döndü.

“İstemediğine emin misin?”

Cemil, salonun ortasında, ayaktaydı. Abisine ait olmasına rağmen, o köşke her gelişinde kendisini yabancı gibi hissederdi. Bu defa adeta başka bir dünyadan gelmişti. O zevksiz şatafat, avizeler, oymalı mobilyalar, yerdeki en pahalısından halılar, duvarlarda birbirleriyle tema bütünlüğü olmayan, mezatlarda büyük paralar verildiği belli antika tablolar, masa ve gümüşlükte, sehpalarda duran simli, tuhaf biblolar ve tüm bu garip dünyaya insanı ziyadesiyle yabancılaştıran, içinde bir sürü süs balığının dolandığı yüksekçe akvaryum… Cemil, bakışlarını ne yana çevirse kaçamayacağını bildiği bu sirk karmaşasından kurtulamayacaktı. Ateş saçan gözlerini Battal’dan ayırmadan masaya yanaştı.

“Abi, bu adamları tanıyorsun. Bana bir ipucu ver.”

Battal, Cemil’e baktı. Şişeyi kapatıp, gümüşlüğe koydu. O esnada odanın kapısı aralandı ve Battal’ın eşi, Emine Hanım, çekinerek başını uzattı içeriye.

“Ben yatıyorum.”

Battal, tepki vermedi. Cemil, doğrulup, ceketini düzeltti. Kadın, endişeyle onlara baktı.

“İyi geceler.”

“Sana da, yenge,” diyerek yanıtladı Cemil, gülümsemeye çalışarak.

Kadın, sessizce çıktı. Battal, büyük bir koltuğa yerleşip, bacak bacak üstüne attı ve bakışlarını duvarda bir noktada sabitleyerek, içkisini yudumlamaya başladı. Cemil’in yüzüne bir karaltı düşmüştü.

“Unutma, ölümün bunların elinden olacak. O vakit yanında olmayacağım!”

Hiddetle çıktı odadan genç adam. Holde, merdiven korkuluğundan güç alarak bekleyen yengesiyle karşılaştı. Kadın, üzgün gözleriyle baktı ona. Cemil, dönüp, hızlı adımlarla dış kapıya gitti ve kapıyı çarparak çıktı. Battal’ın evlatlığı Oflaz, gıcır gıcır takım elbisesi üzerinde, holün kenarındaki odadan, eli belindeki silahta, heyecanla fırladı. Dış kapıya baktı, kimse yoktu. Diğer yana baktığında, Emine Hanım’la göz göze geldi. Kadın, başı önde, kırgın, basamakları çıkmaya başladı. Oflaz, telaşla, Battal’ın oturduğu salona geçti. İçeriye girer girmez, koltuğundaki Battal’ı görüp, rahatladı. Önünü ilikledi. Battal, kalkıp, elindeki bardağı sehpaya bıraktı, kapıya gitti.

“Salih’e söyle, arabayı çıkarsın,” dedi, Oflaz’a dönmeden.

“Ben de geleyim mi, abi?” diye sordu Oflaz heyecanla.

Battal, yanıt vermedi. Hatta dönmedi bile. Oflaz’ı odanın soğuğuna terk etti.

***

Battal’ın bu soğukluğu sadece Oflaz’a karşı değildi. Kalıplı yapısı ve çukurları bir parça derinde gözleri ile istese dahi içinizi ısıtacağı aklınızdan geçmeyecek bir adamdı. Yüzündeki derin çizgiler, alnını ve ağzının etrafını o derece gölgeliyordu ki sevinçli mi, hüzünlü mü olduğunu anlamanız mümkün değildi. Arabanın arkasına oturduğunda, şoför koltuğundaki Salih’e de aynı kayıtsızlık ve mimik yoksunluğuyla baktı. Salih, sabırla arkadan gelecek talimatı bekledi. Dikiz aynasından Battal’ın belli belirsiz baş hareketini gördü ve arabayı çalıştırdı.

Araç trafikte güçlükle ilerlerken, caddelerdeki tuhaf kıyafetli, küpeli gençlere ve dilenen göçmenlere iğrenerek baktı Battal. Göz çukurları bir ton daha kararmasa, onun bu jestini algılamak için bir se çıkarmasını beklerdiniz. Sol elindeki on taneli, turkuaz tespihini çekerken, başını doğrudan yola çevirdi. Dalgındı. Yine de gideceği sokağa yaklaştıklarını fark etti ve son anda şoförünün omzuna dokunuverdi. Salih, caddeden saptı, girdiği sokakta ilerlerken hemen ilk sağa dönüverdi. Caddenin ışıltısına tezat, alabildiğine karanlıktı girdikleri sokak. İki yandaki ufak tefek dükkanlar çoktan kapanmıştı. Sokağın ortasındaki, loş, kepenkleri henüz indirilmemiş kahvehanenin önünde durdular. Salih’in açtığı kapıdan inip, girmeye fazla da istekli olmadığı her halinden belli olarak, dükkanı süzdü, içeriyi bakışlarıyla taramaya çalıştı Battal. Salih, arabaya yaslanarak beklemeye dururken, Battal, yarı aralık kapıyı itikleyerek, içeriye adımını attı. Aradığı şeyi görememişti, masalar boştu. İlerleyince, dipteki büyük kolonun arkasında, patron masasında demlenen Kasım’ı gördü. Altmışlarında, bir gözü diğerinden kısık, saçları dökülmüş, gençliğinde yakışıklı, yıkıcı bir adam olduğu her halinden belli, görmüş geçirmiş bir adamdı Kasım. Çizgili, eski bir takım elbisenin içine gömlek ve yelek giymişti. Yumurta topuk ayakkabılarının arkalarına basıyordu. Battal’a domates, peynir ve yeşil soğandan oluşan mütevazı sofrasını gösterdi.

“Buyur.”

“Sağ ol…” dedi Battal, küçümserce. “Sadece konuşmaya geldim.”

Kasım, çatalını tabağına bıraktı ve elinin tersiyle bıyıklarını silerek kalktı, Battal’a ardından gelmesini işaret etti. Patron masasının hemen arkasından üst kata çıkan merdivenlere yöneldiler, Kasım önde, Battal arkada.

Merdivenlerin bağlandığı küçük, mütevazı odanın eşyaları, aynı zamanda yatak olarak da kullanıldığı belli bir divan, onun önündeki orta boy bir sehpa, birkaç oturak ve köşede tekerlekli dolap üzerindeki, küçük ekran bir televizyon ile iki düğmesi kırık bir radyo-kasetçalardan ibaretti. Televizyon dolabının yanından başlayan lavabolu, ufak tezgahın üzerinde bir üçlü ocak, iki tencere, birkaç tabak ve bardak ile bir cezve ve fincan takımı diziliydi. Tezgahın kenarında, duvara çakılı bir çiviye hem havlu, hem elbezi olarak kullanılan bir bez asılmıştı. Battal, sedire oturup, sıkkınca tespih çekmeye girişirken, Kasım, tezgâhtaki ocakta alışkın, kahve yapmaya koyuldu.

“Ne yapıyorsun, Kasım? Bir şey almayacağım dedim ya!” dedi Battal sinirle.

“Ziyaretime gelen herkes kahvemi içer,” diyerek cevapladı onu Kasım, istifini bozmadan.

Battal, sedirde kayıp, pencereye yanaştı, dışarıdaki arabasına baktı. Doğruldu, tezgahta kahveyle uğraşan Kasım’ı süzdü ifadesizce. Tespihini sehpaya bıraktı.

“Polis seninkileri arıyor.”

“Herkes işini yapar. Polis de polisliğini yapacak,” dedi Kasım, sakince fincanları doldururken. Kahveleri sehpaya bırakıp, altına tabure çekti “Hem sana ne benimkilerden?”

Battal, kahvesinden bir yudum aldı, yüzü buruşuverdi. Fincanı tabağa koyup, itti.

“Acı mı geldi?”

Kasım’ın sorusunu cevapsız bıraktı Battal. Kendi kahvesini bitirince kalkıp, fincanları tezgaha götürdü Kasım, onları sudan geçirdi. Çividen aldığı beze elini kurularken, ağırdan hareketlenen Battal’ı fark edip, döndü. Onun ardı sıra merdivenlere yöneldi. Aşağıya indiğinde, Battal çoktan kapıya varşmıştı. Bir elini kapının koluna atmışken, durdu Battal. Kasım, ona doğru ilerledi.

“Hep bir bahaneyle geliyorsun Battal. Ama asıl diyeceğini demeden de gidiyorsun. Bu defa söyle, sen de kurtul, ben de.”

Battal, kapının kolunu bıraktı, döndü. Cebinden bir fotoğraf çıkarıp, Kasım’a uzattı. Kasım, üstüne ve arkasına baktı resmin. Sonra para çıkarmaya yeltenen Battal’ı, yüzüne dahi bakmadan durdurdu.

“Bitince.”

Battal’ın eli, pantolonunun cebinde kalmış, Kasım ise, bir yandan ondan aldığı fotoğrafı inceleyerek, çoktan masasına varmıştı. Sofrasına otururken düşünceliydi, Battal’ın çıkışını işitmedi bile. Çekmecesinden bir zarf alıp, fotoğrafı içine koydu ve zarfın üzerine “PERŞEMBE” yazdı.

***

(Devam edecek…)