romandaki kişiler “GÖLGENİ ARDINA AL”

Bazı dostların karakter bolluğundan dolayı hikayenin karmaşıklaştığını söylemeleri üzerine doğan ihtiyaçtan…

 

GÖLGENİ ARDINA AL

ANA KARAKTERLER

 

  • PERŞEMBE: 40’lı yaşların başında, şişman olmayan ama topluca, esmer bir adam. Sondan önceki birkaç bölüm haricinde, yedilinin diğer üyeleri gibi, daima siyah bir takım elbise, takımın içinde beyaz, uzun kollu gömlek giymekte ve ince siyah kravat takmaktadır. Yedilinin parmağında yüzük taşıyan tek üyesi de odur. Sol elinin yüzük parmağında iri bir yüzük taşır.
  • UFUK: 35’inde, bakımlı, ince, kumral dalgalı saçları omuzlarında, güzel, narin bir kadın. Çalışırken daima ince çerçeveli bir gözlük takmaktadır.
  • BATTAL: 70’ini henüz aşmış, iri, küt bir adam. Mafyatik ilişkiler içerisinde, aldığı haraçlar ve sahibi olduğu gazinonungeliriyle yaşayan bir patron. Genelde mesafeli, sert bir mizaca sahip. Mimikleri sır vermeyen, balmumu heykellere benzer bir yüzü vardır. Dudak çizgisinde bıraktığı kalın bir bıyığı vardır. Zevkli bir giyim tarzı yoktur. Genelde sonradan görme para babaları gibi giyinir. Aksesuar olarak, turuncu taşlı, irice bir tespih taşır. Zeynel Beyaz’ın eniştesi, Komiser Cemil’in ağabeyidir.
  • KOMİSER CEMİL: Başına buyruk, serseri mizaçlı, kıyafetine çok dikkat etmeyen bir komiser. Battal Bey’in kardeşidir.
  • EMİNE HANIM: Battal’ın eşi. 60’lı yaşlarda, orta boylu, dirayetli, ama aynı zamanda şefkatli, himayesindekilere kol kanat geren, öfkelendiğinde dişlerini göstermekten çekinmeyen bir hanım. Oldukça düzgün, ölçülü kapalılıkta giyinen, fazla takı takmayan, eski tarz bir ev kadını. Zeynel Beyaz’ın kız kardeşi.
  • OFLAZ: 20’li yaşların sonlarında, esmer, özenti, rol modeli olarak Battal’ı seçmiş, heyecanlı, dizginlenemez, kolayca alev alan, pek çok şeyi içine atan bir genç. Lise terk. Mesleksiz. Battal’ın evlat edinip büyüttüğü, bakmaya devam ettiği Oflaz, ona özenerek, onunki kadar sık ve yoğun çıkmasa da, bıyık bırakır. Birkaç bölüm sonra geçireceği kaza nedeniyle değneklere mahkum olacak ve o süreçte iyice içine kapanacaktır.
  • SALİH: Salih, 60 yaşında, yapılı, biraz göbekli, sert hatları olan bir adamdır. Battal’ın şoförü ve koruması olarak çalışmaktadır. Hep takım elbiseyle dolaşır.
  • KASIM: Kasım, 65 civarı, zayıf, yüz hatları sert ve derin, esmer saçları kırlaşmış ve kısım kısım dökülmüş, köy havalarında oldukça iyi oynayan, yaşına göre hayli atak bir adamdır. Yedilinin lideri konumundadır. Aynı zamanda bir kahvehane işletmektedir. Eski bıçkın kabadayılardan. Oynayarak, belindeki palaskayı silah niyetine kullanarak dövüşür. Genelde siyah, çizgili, yelekli bir takım giyinir, ancak kravat takmaz. Dövüşmediği zamanlarda ayakkabılarını arkalarına basarak giyer. Kemer yerine uzun bir asker palaskası takar. Siyah bir tespihi vardır, elinden pek düşürmez.
  • ELÇİN BEG VAHAPZADE: 70’ine dayanmış, formuna dikkat eden, ince, zarif bir adam. İncecik, yüz hatlarına son derece uyumlu bıyığı ve her zaman traşlı, temiz cildiyle yaşına göre bayağı yakışıklı, esmer bir adamdır. Saçları yer yer kırlaşmış, ama dökülmemiştir. Sürekli şık takım elbiselerle, boyalı, ışıl ışıl ayakkabılarıyla gezer, yakasına karanfil takar. Boynunda ölen eşine ait bir kolye, cebinde de içinde onun resminin olduğu bir tabaka taşır, silahını da yanından ayırmaz. Çünkü hasmı çoktur. Şebekenin yurt dışı ilişkilerinde uzun yıllar görev yapmış, kaçak olduğu yıllar boyunca izini kaybettiği kızını bulmak için yurda dönmüştür. Konuştuğu istisnasız her insana karşı son derece kibar davranan bu adam, gerektiğinde kıyıcı olabileceğini de zaman zaman gösterecektir.
  • MEHMET: Elçin Beg’in katıldığı otelin resepsiyon görevlisi.30 yaşlarında, kıvırcık, kumral saçları olan, biraz kilolu bir genç.
  • KOMİ: 17 yaşında, uyanık gözlerle bakan, sevimli, sıska, esmer bir delikanlı.
  • PAZAR: Esmer, küt saçlı, kendine yakışan, dolgun bir yapıda, 30’lu yaşların sonuna yaklaşan çekici, ama mesafeli bir kadın. Pazar, yıllarca sığınağı ve altı erkeği çekip çevirmiştir. Bu ona anaç bir karakter getirmiştir. Atik, güçlü ve dinçtir. Bu yapıya tezat bir duygusallığı da gizlisinde taşır. Cumartesi’ye gizli bir aşk duymaktadır.
  • PAZARTESİ: 40’lı yaşlarda, fit, atletik, yakışıklı, esmer, uzun bir adam. Yedilinin klasik kıyafetini giyiyor daima. Ekibin en soğukkanlı elemanı.
  • SALI: 60’lı yaşları yaşayan, nostalji duygusu kuvvetli, ekibi derleyici bir adam. Kalıplı, ama yaşının kusurlarını da gösteren, sıradan, ancak güven verici tipte biri. Ekibin en zayıf gören üyesi ve yaşı dolayısıyla en hastalıklı olanı.
  • CUMA: O da 60’lı yaşlarda, Salı’ya göre daha dikkat çekici tipte, yapılı, ama mizaç olarak durgun bir adam. Onun da nostalji duygusu kuvvetli ve içinde güçlü bir kin yaşatıyor.
  • ÇARŞAMBA: 40’lı yaşlarda, ama ekibin en küçük gösteren üyesi. Kısa boyu ve kızıl saçları, tipik Karadenizli görünümüyle diğerlerinden ayrılan bir adam. Küçükken geçirdiği bir şoktan ötürü konuşma yetisini kısmen yitirmiş. Suskunluğu tercih ediyor.
  • CUMARTESİ: 40’lı yaşlarda, esmer, atletik yapıda, refleksleri yerinde, diğer ekip üyelerine göre bedenen daha ince, çatık kaşlı bir adam. Pazar’la birbirlerini seviyorlar ve bu da aralarında elektrikli bir sinir harbi yaşanmasına yol açıyor.

NOT: Yedilinin işe çıkan altısı (Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma ve Cumartesi), genelde kendi üniformaları haline gelmiş siyah takımları giyerler. Cinayetler esnasında, silahlarını ele alırken ve susturucu takarken daima ellerine plastik sağlıkçı eldivenleri geçirirler.

  • ZEYNEL BEY: En yaşlı karakter. 80 küsür yaşındaki içten pazarlıklı, tahammülsüz, sert, otoriter suç baronu. Aynı zamanda Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin patronu. Battal’ın kayınbiraderi ve aynı zamanda üstü. Dolayısıyla, Komiser Cemil’le de akraba. Cemil öksüz büyüdüğünden, onu dayısı sayıyor. Aksesuar olarak elinde sürekli, beyaz taneleri olan, sedefli bir tespih taşır.
  • TURGUT: 60’larında, kilolu, koyu renk çerçeveli gözlük takan bir adam. Konseyin en makul üyesi gibi görünmektedir.
  • ALİ: 40 yaşlarında, sarışın, tilki bakışlı bir adamdır. Konsey üçlüsünün diğer üyelerine göre daha atılgan olan Ali, tam bir entrikacıdır.
  • SEYFETTİN: 50’sine yakın, itici, sinsi yapıda bir adam. Çevresine güven vermediği gibi, kendi de diğerlerine mesafeli bir duruş sergiliyor. Zeynel Beyaz’ın gayrı meşru oğlu olduğu son bölümlerde ortaya çıkacak olan Seyfettin, bu özelliğiyle holdingde de bir yer edinmiştir ve bunu kullanarak Zeynel’i soymaya dahi yeltenecektir.
  • TUNCAY: Sarışın, serseri tipli, atletik, çekici, düzenbaz bir adam, 40 küsür yaşlarında. Zeynel Beyaz’ın sağ kolu. Zeynel baronluktan çekilince boşluğa düşecek ve çıkış için elinden geleni ardına koymayacaktır. Aşırı derecede hırslı ve tam anlamıyla bir organizasyon adamıdır. Daima çok iyi giyinir ve pahalı saatler takar.
  • KOMİSER CUMHUR: Komiser Cemil’den biraz daha genç. Ona göre daha kuralcı. Ortağı Cemil’le hem kardeş gibiler, hem de aralarında bir ast üst ilişkisi var. Cumhur, Cemil’e göre daha duygusal ve kırılgan. İleride Candan’a (Zeynel Beyaz’ın gayrimeşru kızı) kendini kaptıracaktır.
  • NERİMAN TARHAN: Bu tip, Cihan Ünal-Türkan Şoray filmi“Seni Seviyorum”daki (Atıf YILMAZ, 1983) ‘tuvaletçi kadın’ tiplemesinden esinlenerek geliştirilmiştir. Ferda Ferdağ’ın orada oynadığı karakter, eski assolist, şimdinin düşkünü bir eski kadındır. Bizim karakterimiz Neriman Tarhan da aynen onun gibi, bir zamanlar şöhretin zirvesine çıkmış, ama talihsiz bir aşk üçgeninin neticesinde o hayattan el çektirilmiş ve temizlikçiliğe kadar düşürülmüş bir kadındır. Bu yaşamışlığı kadının her tavrından, her mimiğinden anlamalıyız. Hikaye boyunca genelde başında tülbendi ve eski püskü temizlikçi kıyafetleriyle göreceğimiz kadın, düzgün giyindiği sahnelerde gerçekten “bir zamanların güzeli” havasını verir.
  • NECLA: 50’li yaşların sonunda, ama kendine bakan, kumral, etine dolgun, görmüş geçirmiş hayat kadını. Cuma’nın yıllar öncesinden sevdiği kız. Son bölümlerde tekrar bir araya geldiklerinde kadın onun için mesleğini bırakacaktır. Onun Cuma ile geçmişini bilmeyen Kasım, sıkıntılı bir gün geçiren Salı’nın onunla birlikte olmasına aracı olur. Aktris, hem şuh kadını, hem seven, acı çeken kadını, hem anayı, hem sırdaşı verebilecek çok yönlü bir oyun ortaya koyabilmelidir.
  • DİLBER: Elçin Beg’in genç yaşta ölen karısı. Pazar’ın annesi. Battal’ın gazinosunda dansöz (60’larda). 15-16 yaşlarında. Bu tip, Selma GÜNERİ’nin “Ben Öldükçe Yaşarım”daki (Duygu SAĞIROĞLU, 1965) dansöz rolü üzerine geliştirildi. Onun o filmdeki durağan, doğal oyunu burada da geçerlidir. Elçin Beg’e deli gibi aşık olmuştur.

SAMSUN HaberRadyo’da Kaan Ali Kolcuoğlu’nun DÖNENCE programına katıldım (9.1.2018)

Kolcuoğlu’nun programında tiyatro oyuncusu, yazar dostum Salih Temiz de konuktu. Kitabım BİR MÜHENDİSİN SİNEMA EĞİTİMİ’nden, Samsun’daki sanat ortamından ve şehre bir festival kazandırma düşümüzden konuştuk. 2 saati aşan uzun bir program oldu, bu nedenle programı, dinleyememiş olanlar için, kısımlara bölerek, birkaç günde vereceğim. SAlih Temiz ve Zekeriya Çavuşoğlu dostlarımla da televizyon için ayrı bir kayıt yaptık. Önümüzdeki haftalarda yayınlanacak. Onu da paylaşacağım.

09.01.2018 salı SİNEMA -DÖNENCE part 1

 

gölgeni ardına al- 4. fasikül

Salı, Kasım’ın mekanına gelmişti, eşlikçi olduğu günün akşamı. İçeride, kapı önünde kararsız, ayakta bekledi. Tuvaletten çıkan Kasım, onu gördü. Elini mendiline kurulayıp, yelek cebinden köstekli saati çıkardı, baktı.

“Hayırdır Salı?”, dedi, saati cebine yerleştirirken.

“Cumartesi’yi gönderdim. Sığınağa gidesim yok. Konuşalım mı?”

Kasım, kapıyı kapatıp kilitlerken, dışarıyı kolaçan etti. Dönüp, odasına çıkan merdivene yöneldi. Salı da yorgun adımlarıyla onun ardından yürüdü. Yukarı çıktıklarında, bir pelte gibi, kendini sedire bıraktı Salı. Kasım’ın kahve hazırlayışını, fincanları doldurup, sehpaya getirişini seyretti. Kasım, ona baktı ve yerde duran elektrikli sobayı sehpaya yanaştırıp, yaktı.

“Gece soğuk olur, ama bu şimdi içeriyi hamam gibi yapar. Paltonu çıkar hele.”

Salı, sessizce denileni yaptı. Gözü sehpaya devrikti. Kahvelerinden birer yudum aldılar.

“Son işimde bir sıkıntı yerleşti içime. Hedefi vuramayacağımdan korktum. Adam bir anda karanlığa karıştı sanki. Bir titreme aldı beni. Çarşamba koluma dayanak oldu. İşi o yaptı. Ben sadece tetiği çektim… Gözlerim kötüleşiyor. Yorgunum…”

“Hey, koca kurt! Yatağında mı ölecektin? Doktora göndereyim seni istersen?”

“Yoruldum, Kasım. Öldürdüğüm adamların sayısını dahi bilmiyorum.”

“İşimiz bu ve sen de işini iyi yapıyorsun.”

“Çarşambayı da tehlikeye atabilirdim. Hepimizi tehlikeye atabilirim.”

Kasım, fincanını ortaya itip, bir küllük çekti önüne, cebinden sigara paketi çıkarıp, içinden bir sigara çekti, Salı’ya da uzattı. Salı, başını iki yana salladı. Kasım, kendi sigarasını yaktı ve dumanını derin derin içine çekti.

“Sen sığınağın direğisin, Salı. Onları bir arada tutan sensin. Bir süre iş alma istersen. İstersen hiç alma bundan sonra. Ama onlarla kal.”

Salı, cebinden siparişinin resmini çıkarıp, sehpaya koydu. Belindeki silahı da çıkarıp onun üstüne bıraktı. Gözlerini Kasım’ınkilere dikti.

“Bana bir kimlik ver Kasım. Gönder beni. Ne kadar uzak, o kadar iyi.”

Kasım, kalkıp, Salı’ya yaklaştı. Ceketini çıkarttı onun sırtından; palto ile birlikte bir tabureye bıraktı. Salı’yı sedire uzatıp, başına bir kırlent yerleştirdi. Battaniyeyi üzerine örttü. Sonra aşağıya, masasına indi ve telefondan bir numara çevirdi. Karşı tarafın açmasını beklerken, mekanının camından, dışarıya çöken zifiri karanlığa baktı. Her zamankinden daha koyu geldi ona, siyah cehennemiydi.

Şehrin diğer kıyısında Elçin Beg, bu dehlizden kurtulup, otel resepsiyonunun görece aydınlığına dalmaktaydı. Tezgâhın ardında uyuklayan görevliye baktı. Salonda televizyon karşısındaki koltuklarda oturan, kimi uyuklayan birkaç müşteri vardı. Elçin Beg, tezgâhtaki zile vurarak, adının Mehmet olduğunu öğrendiği görevliyi uyandırdı. Anahtarını ondan alıp, asansöre yöneldi. Odasına çıkarken, eli yakasına gitti ve çiçeğin yokluğunu fark etti. Odada ilk işi duş almak oldu. Pijamasını giydi. Yatağa oturup, komodinin üstündeki silahını aldı, okşadı. Televizyonun kapalı ekranında kendisini gördü. Otel reklamının pencereden vuran ışığı, onu rahatsız etti. Uzanıp, perdeyi çekti ve silah elinde, sırtüstü yatağa uzandı. Silahlı elini başındaki yastığın altına soktu. Diğer elini alnına yatırıp, onunla gözlerini örttü.

Diğer kıyıda Kasım, mekanının camekanı ardında, bir buçuk saat önce aradığı kişiyi beklemekteydi. Taksinin karanlığı delen farları gözünü aldı ve az sonra içinden gösterişli bir kadın indi. Geçkince, ama güzeldi kadın. Balıketi, biçimli bacaklarını sergileyen bir elbise giymişti. Sarı gölgeler atılmış siyah saçları, kocaman, kömür karası gözleriyle vurucu bir kombindi. Kasım, kapının kilidini açıp, kadını içeri aldı. Bir an Kasım’a baktı ve ardından bakışlarını tavana çevirdi kadın. O, merdivenlere ilerlerken, Kasım, dışarı çıkıp kapıyı çekti. Elindeki paltoyu sırtına attı. İçeriye baktı. Kadın merdivenin başındaydı. Göz göze geldiler. Sonra kadın, kolonun ardında yitti.

Şimdi yukarıdaydı kadın, geçkin, alımlı fahişe. Eli lambanın düğmesine gitti, gecenin zifiri odanın gölgeleriyle birleştiğinde, ilerlemek oldukça zordu. Ama Salı’yı aniden uyandırmak da istemedi. Gözü karanlığa alışıncaya kadar bekledi. Divana yürüdü sonra ve onun hemen yanındaki tabureye oturdu. Uzanıp, Salı’nın yüzünü okşadı. Salı, gözlerini aralayınca, kadını gördü. Hemen toparlanmak istedi, ama kadın, göğsüne bastırarak onun kalkmasını önledi. Salı’nın elini tutup, kendi göğsüne dayadı. Salı, elini aldı, yüzünü çevirdi. Kadın, gülümseyerek Salı’nın üstündeki battaniyeyi aralayıp, onun yanına girdi. Kasım’ın mekanın büyük kepengini indirdiğini, kapınınkini yarıya kadar çetiğini duydular belki, ama sonrasında odaya hakim olan sadece kendi sesleriydi.

Kasım, sokağın başından karanlıktan yüzü seçilemeyen bir adamın belirdiğini gördü. Adamın giydiği beyaz takım, gecede fosfora batmış gibi parlıyordu. Görünmeyen yüz, meydan okur, ama bir parça çekingen, seslendi ona:

“Kasım! Kasım Aga!”

Kasım, adamı seçmek için gözünü kısıp, eğildi. Adamın arkasında başkaları da vardı. Onlar da beyaz takımlıydılar. Kasım, kapının kepengini de dibe kadar indirip, sırtını ona verdi çömelerek. Yaklaşan adamlardan gözünü ayırmadan, topuğuna bastığı ayakkabıların arkalarını çekti. Yolun diğer tarafına bakıp, ayağa kalktı. Acelesiz, o yöne ilerledi. Adamlar hızlandılar. Sonu çıkmaz olan bir ara sokağa saptı Kasım. Dibe kadar gidip, sırtını bu defa duvara verdi. Belindeki, kemer niyetine kullandığı uzun palaskayı açıp, eline doladı. Salı, birşeyler hissetmişçesine doğrulup, pencereye yanaştı. Üstü çıplaktı, ürperdi. Aşağıya bakıp, sokağı görmeye çalıştı. Kadın, arkasından yaklaşıp, kollarını Salı’nın bedenine doladı ve onu içeriye çekti. Sokağın görünmeyen ucuna saplanan çıkmazda Kasım, cenge hazırdı. Beyazlı adamlar, az sonra o sokağın başında belirdiler.

“Kıstırdık onu,” dedi biri, tabancasını sıyırarak.

Diğer biri onu engelledi.

“Canlı götürmemiz istendi.”

İlk adam, silahı geri koydu. Altı adam, Kasım’ı çemberde tutarak, ona yaklaştılar. Kasım, gerdiği palaskayı havaya kaldırdı ve ıslıkla “Sarıkız” türküsünü çalarak oynamaya başladı. Adamlar şaşkın, birbirlerine baktılar. Biri Kasım’a hamle yaptı. Bir diğeri onu durdurmak istedi, ama geçti. Saldıran adam, suratına inen palaska darbesiyle yere yıkıldı. Diğer beşi, bir anda Kasım’ın üstüne atıldılar. Kasım, üstündeki adamları etrafa fırlattı. Palaskasıyla hepsini acımasızca dövdü ve kaçmayı deneyen sonuncusunun boynuna palaskayı savurdu. Palaskanın ucunu yakalayıp, adamı sırtına vurdu. Adam, nefessiz kalmıştı. Kasım, adamı o şekilde yolun başına sürükledi.

“Sizi gönderen kim?”

Palaska adamın konuşmasına izin vermiyordu. Kasım, yolun caddeye birleştiği yerde bir araba gördü. Tuncay oradan onları izlemekteydi. Kasım, palaskayı saldı. Adam, dizlerinin üstüne çöktü, öksürmeye başladı. Tuncay, şoförünün omzuna dokunur dokunmaz, araba hareket etti. Kasım, yorulmuştu. Bir eliyle terini silip, soluklandı.

“Zeynel Bey’e yarın kendisine uğrayacağımı söyle. Bu kadar adamı kırdırtmasına lüzum yoktu. Haber salması yeterliydi.”

***

Bir kuş uçumu mesafeydi aslında şehrin diğer ucu. Orada, yıldızına göre çok iyi durumda olan oteldeki yatağında Elçin Beg, aniden gözlerini açtı. Tekrar uykuya dalmayı denedi sonra, olmadı. Duvar tarafına döndü. Bulgaristan’dayken yaşlı komşusunun ona kalbinin üzerine yatmaması gerektiğini söylediğini anımsadı. Gerçekten de kalbinin sıkıştığını hissetti bir an. Psikolojik bir ağrıydı yaşadığı, ama gözünden bir damla yaş getirecek denli şiddetliydi. Gözkapaklarını ovalayıp, tekrar araladığında bir düşün içine düştü. Duvarda bir boşluktu, karanlık. O delikte Dilber, Elçin Beg’in ölümsüz aşkı, on beş, on altı yaşlarındaki haliyle, güzel, esmer, kara saçlarına bir karanfil takılı, dansöz kıyafeti içinde oynuyor. 1965 yılının İstanbul’unda, Battal’ın gazinosundadır şimdi. Ancak mekan, daha sadedir. Ortaya doğru uzanan, yuvarlak bir sahnenin geri tarafında orkestra, alaturka bir fasıl geçiyor. Ayhan Işık bıyıklı adamlar ve Belgin Doruk özentisi kadınlarla dolu mekan. Garsonlar gayretkeş, masaların arasında dönüyorlar. Kendi gençliği, bir masada oturuyor Elçin Beg’in. Karşısında oturan genç, şık, bakımlı kadın, Neriman Tarhan’dır işte, en muhteşem zamanlarında. Kadın, gözleri genç Elçin Beg’e dikili, tam onun karşısında oturuyor. Masada beyaz örtü üzerinde büyük bir küllük ve bir meyve tabağı ile Elçin Beg’in önüne bırakılmış para destesi duruyor. Fakir bir takım giyinmiş Elçin Beg, sıkılgan. Dipteki ofisinden çıkan genç Battal, özenli kıyafetinin içinde gelip, masaya oturuyor. Tam lafa girecekken, mikrofona gelen takdimci onu bölüyor:

“Şimdi sizlere oryantal dansöz Dilber Altıntop’u takdim ediyorum.”

Battal’ın gençliği tekrar Elçin Beg’e dönüyor.

“Düşündün mü? Yoksa para mı az geldi?”

“Huzurlarınızda Dilber!” diye çıkacak dansözü anons ediyor takdimci.

Dikkatler oraya yöneliyor birden. Dilber, sahneye çıkıp oynamaya başıyor. Gece siyahı saçında kırmızı bir karanfil takılı. Elçin Beg, onu gördüğüne şaşırıyor, hayatında onun kadar güzel ve taze bir şey görmediğini geçiriyor aklından. Bir anda kıza öyle derin bir sevda duyuyor ki, onun yarı çıplaklığı ağrına gidiyor. Ama Dilber’in dansından gözünü alamıyor.

“Kim bu kız?” diye soruyor.

“Dansöz Dilber,” diyor Battal, umursamazca.

“Hep burada mı çalışıyor?”

“Bu akşam başlıyor.”

“Artık her gece burada,” diyor Neriman Tarhan, sesinde bir parça kıskançlık.

Elçin Beg, bir süre daha seyrediyor kızı. Sonra, kararlı bir ifadeyle elini paranın üzerine koyuyor.

“Kalıyorum,” diyor ve paraları, seyrini bölmeksizin, ceketinin ceplerine yerleştiriyor.

Dilber, müşterilere bakmıyor, gülümsemiyor. Kıvrak dansı otomatik. Birazcık çirkin olsa, itici bile gelebilir dansı seyredene. Ama güzelliği, gazinonun parlak ışıklarının bile yanında sönük kaldığı güzelliği, her şeyi perdeliyor.

Ve işte o gecenin birkaç gün sonrasıdır şimdi. Nasıl da gerçekti duvarın karanlığında izlediği o şimdi üstünden bin yıllık yol yürünmüş anlar. O deli hatırayı izlerken istemsiz bir gülümseme yerleşti ihtiyar Elçin Beg’in dudağına. Kulise giden koridorun başında Dilber’in geçişini bekleyen gençliğini kıskanıyor muydu? Genç Elçin Beg’i, önünden geçip giden Dilber’i utangaçça süzüşünü de o duyguyla izledi. Kızın girdiği kapıya yöneliyor genç, çekimser adımlarla. İyi giyimlidir bu defa, tıraşlıdır, düzgünce taramıştır saçlarını. Kızın kapısını çalacakken, odadan diğer dansöz çıkıyor. Genç, duvara dönüp, onun geçmesini bekliyor. O gidince, oda kapısına yanaşıp, kapıyı çalıyor.

“Buyurun?”, diyor içeriden Dilber’in sesi.

Sanki bir melodinin en güzel anıdır ve sonsuzdur yankısı gencin kulağında. Genç, çekinerek kapıyı aralayıp, odaya süzülüyor. Dilber, hazırlanmaktadır. Aynadan Elçin Beg’i görüp, dönüyor, onun konuşmasını bekliyor merakla. Genç ise kapıda adeta dut yemiş bülbül.

“Bir şey mi söyleyecektiniz?”

Ani bir sağnaktan geçiyor adeta genç. Gömleğinin sırtına yapıştığını hissediyor. Görünmez bir el, odundan bir tıkaç ittirmektedir boğazına. İnanılmaz bir susuzluktur. Yutkunuyor. Alttan, sıkılarak, yıkık bakıyor kıza. Ağzından dökülenleri kendi bile zor işitiyor:

“Yo… Hiçbir şey söylemeyecektim.”

Hatta dışarıya kendini öyle bir atışı var ki, o lafı diyebildiği de çok şüpheli.  Dökülmüş vaziyette çıkıyor gazinodan. Dönünce, Diber’in duvara asılı ilanını görüyor. Öfkeyle parçalıyor onu. Karşı duvarda da boydan boya, kızın dansöz kıyafetli ilanları asılı. Çaresiz, sakinleşiyor. Yırttığı afişin parçalarından Dilber’in başını alıp, cebine koyuyor ve uzaklaşıyor. Ne kadar yürüdüğünün farkında değil. Ama bir yokuştadır artık ve kenarda bir gencin kafeste saka kuşu sattığını görüyor.

“Hayde, liraya saka kuşları! Liraya, liraya!”

Genç Elçin Beg, kafesin yanına çömeliyor ve sevgiyle bakıyor kuşlara. Kuşçu da çöküyor karşısına.

“Buyur, abi?”

“Kaç para bu kuşlar?”

“Tanesi bir lira.”

“Ver bakayım bir tane.”

Kuşçu, bir kese kâğıdı çekiyor, elini kafese sokup, kuşlardan birini yakalıyor. Parayı uzatırken genç Elçin Beg’in yüzündeki koyu yılgınlık yitiyor. Yüzünün her santimetre karesi gülümsüyor. Kuşu incitmekten korka korka, neredeyse bir ana şefkatiyle tuttuğu kese ile koşa koşa gazinoya dönüp, kulise giriyor. Soyunma odasının kapısını tıklatıyor.

“Buyurun?” diyor içerden, aynı yankılı melodi.

Cesaretini toplayıp, odaya giriyor Elçin Beg. Dilber, dansöz kıyafetiyledir. Genci görünce, hemen montunu sırtına alıp, kalkıyor telaşla.

“Gene ne istiyorsunuz benden? Rahat bırakın beni.”

Elçin Beg, konuşmadan Dilber’e yaklaşıp, keseyi ona uzatıyor. Kız, keseyi ürkerek alıyor.

“Nedir bu? Ne var bunun içinde?”

Kızın merakla keseyi açışını, içindekini görünce neşelenmesini izledi ihtiyar Elçin Beg. Kuşu incitmekten korkarak, avucunda tutup, öpüyor kız. Onun gülümseyerek gence tatlılıkla bakmasını kıskandı ihtiyar. Dönüp pencereyi açan, kuşu salan ak güvercin gölgesi ellerinin yüzünü kavramasını ölesiye diledi. Dönüyor, gence sarılıyor Dilber. Şaşkın bir tereddüt anı sonrası, o da sarılıyor kıza. Saçlarını öpüyor, okşuyor. Kıskançlık bir ateşti içinde ihtiyarın. O anı görmemek, o anı unutmak için gözlerini sımsıkı kapadı. Kapısına vurulması onu kendine getirdi. Bir anda yatağından fırlayıp, yastığının altından silahını aldı, ihtiyatla kapıya yanaştı.

“Kim o?”

Kapının dışından yumuşak bir kadın sesi yanıtladı onu, kırık bir Türkçeyle. Biri akraba da olsa, konuşulan Türkçe’ye yabancı iki sesin diyaloğuydu geçen.

“Bir dakika açar mısınız müsaitseniz?”

Elçin Beg, bir an duraksadı. Silahını pijama üstünün yan cebine koyup, kapıyı açtı. Karşısındaki güleç, düzgün, uzun bacaklı, boylu, şuh, açık giyimli bir Rus bayandı.

“Bir isteğiniz var mı?”, diye sordu kadın, çapkın bir gülümsemeyle.

Elçin Beg, başını koridora uzattı, etrafa baktı. Kadına döndü yorgun, ama her zamanki nezaketiyle.

“Hanımefendi, ben bir şey istemedim.”, dedi ve kapıyı örtmeye yeltendi.

“Yüzüme kapı kapatacaksınız? Centilmenlik nerede?”, dedi kadın, yapmacık bir kırılganlıkla. Ama bu, Elçin Beg’i durdurmaya yetti.

“Girmek mi istiyorsunuz?”

Kendinden emin, geniş bir gülümseyişti kadının yüzündeki.

“Bilmem. Size bağlı.”

Olaylar hesapsızca gelişiverdi ve Elçin Beg, kendini Rus kadınla, yere yaydıkları çarşafı sofra bezi gibi kullanarak üzerine getirttikleri yemeği yaymış, bir de şarap açmış, karşılıklı oturur buldu. Anlattığı hatıralar kadını hayli neşelendirmişti.

“Demek, fedai olarak girdiğin gazinodaki dansöze tutuldun?” dedi gülerken kadın.

“Öyle oldu… Kırk küsur sene önce…”

Elçin Beg, şişeye uzandı. O sırada atletinin içinde tuttuğu ince altın zincirli kadın kolyesi boynundan dışarı sarktı. Rus eskortun tuhafına gitmişti bu. Uzanarak, kolyeye dokundu.

“Bu kolye de ne? Gey misin yoksa?”

Elçin Beg kolyenin çıktığını o dokununca fark etmişti. Boştaki eliyle onu atletinin içine atarken, diğer eliyle şişeyi ortaya çekti. Mahsunlaştı. Ancak tebessümü yitmedi.

“Rica ederim.”, dedi, şişenin tıpasını açıp, bardakları doldururken. “Eşimindi. Unutmamamı sağlıyor.”

“Güzel kolye. E, yüzük de aynı işi görmez miydi? Niye yüzüğünü takmıyorsun?”

“Biz hiç nikâhlanmadık ki.”, dedi Elçin Beg, dalgın. Sonra toparlanıp, ayağa kalktı. “Dur sana onun resmini göstereyim.”

Dolabı aralayıp, ceket cebinden tabakasını çıkardı, kapağını açtı. Kapağın içinde Dilber’in vesikalık bir fotoğrafı vardı. Diğer yanı boştu. Elçin Beg, tabakayı kadına uzattı.

“A, senin küçük dansöz bayağı güzelmiş.”, dedi kadın, resme bakarak.

Elçin Beg, usulca yere çöktü, tabakayı kendine çevirerek.

“Güzeldi… Bir kızımız var. Onu bulmak için döndüm. Onun resmini de annesininkinin yanına koyacağım. Bu kolyeyi eşimin boynundan aldım. Hala teninin sıcaklığı üstünde.”

“Ona ne oldu sonra peki? Onu anlatmadın.”

Elçin Beg, resme dalmıştı. Rus eskort, bir süre onu izledi. Sonra doğruldu ve çantasına uzanarak, kalktı. Elçin Beg, tabakayı kapayıp, bakışlarını ona kaldırdı. Kadın, çantasından cep telefonunu çıkartıp, kontrol etti.

“Benimle yatmayacak mısın?” dedi Elçin Beg’e, gözlerini onunkilere dikerek.

Ayrılık vaktinin geldiğini bilen Elçin Beg de ayağa kalktı.

“Sen görevini yaptın. Beni fazlasıyla mutlu ettin eşliğinle.”

“Bu şehirde ikimiz de yabancıyız. Bak, kader nasıl bir araya getiriyor.”

Elçin Beg, dolaptaki ceketinden cüzdanını alıp, içinden para çıkardı.

“Ben yabancı değilim burada. Canımdan bir parça bu şehirde,” dedi parayı kadına uzatırken.

“Bir şey yapmadık ki,” dedi Rus, parayı almaya tereddütlü.

Elçin Beg, yine de parayı kadının avucuna bıraktı.

“Zamanınızı verdiniz, yalnızlığımı paylaştınız.”

Kadın, çantasını açıp parayı içine attı. Kapatmadan, onun içinden bir kâğıt mendil ve bir kalem çıkardı, duvarın üstüne numarasını yazdı mendile. Mendili Elçin Beg’e uzattı.

“Olga ismim. Bana ihtiyacın olursa…”

Mendili nazikçe aldı Elçin Beg. Olga’nın odanın ortasına düşmüş ayakkabılarını getirdi. Olga, ayakkabılarını aldı, giyindi. Elçin Beg’e son bir defa gülümseyip, odadan çıktı.

roman 3. fasikül

Zeynel Beyaz’ın köşkünün salonu, Battal’inkinden genişti. Ama içi, onunki kadar zevksiz, anlamsız düzenlenmiş değildi. Bu durum Zeynel Bey’den değil, zengin ailesi sayesinde iyi bir eğitim almış, görmüş geçirmiş karısı, Sıdıka Hanım’ın kaynaklanıyordu. Sağ kolu konumundaki Tuncay da zevki sağlam bir adamdı. O da diğer işlerinin yanında köşkün her şeyiyle ilgilenirdi. Zeynel Bey, adamlarına fazlasıyla güvenen, doksana dayanmış yaşı nedeniyle de kendini geride tutmaya çalışan bir barondu. Yaşının gereği verdiği görüntüye rağmen, gözleri karşısında oturanları tartarken son derece canlıydı. Salonda Battal, Turgut, Ali ve Seyfettin, Zeynel Bey’in patron masasının karşısında geniş bir sehpanın etrafına dizili büyük koltuklarda oturumaktaydılar. Tuncay, otuzlu yaşının tüm yakışıklılığıyla, şık kıyafeti üzerinde, sinekkaydı tıraşı ve parlayan dişleriyle Zeynel Bey’in arkasında dikiliyordu. Zeynel Bey, avucuna topladığı beyaz taneli tespihini ceketinin cebine yerleştirdi ve diğer cebinden çıkardığı tabakadan aldığı hapı ağzına attı. Tabakayı geri koyarken, ortaya hitap etti.

“Arkadaşlar, bizim konumumuzda kontrolün altında tutamadığın her şey bir bumerang gibi geri döner, seni vurur. Böyle bir unsuru tamamen ortadan kaldırmaktan başka çare yoktur.”

Battal, bir parça rahatladı, koltuğuna daha bir yerleşti. Ali, Seyfettin ve Turgut, düşünceliydiler. Tuncay gelip, Zeynel Bey’in kulağına eğildi ve birşeyler fısıldadı. Zeynel Bey, toparlanıp kalktı. Diğerleri de kalkmaya yeltendiler. Eliyle işaret ederek durdurdu onları Zeynel Beyaz.

“Rahatsız olmayın. Doktorla randevum vardı, Tuncay onu hatırlatıyor.”

Zeynel Bey ve Tuncay, çıktılar. Battal, kahve fincanını ters çevirip, tabağının üzerine koydu. Zeynel Beyaz’ın salonda başbaşa bıraktığı konsey üyeleri, o çıkınca ferahlamış, genişlemişlerdi. Kendilerine içki doldurup, bacak bacak üstüne attılar. Turgut’un yaşı, Battal’ınkine yakındı. Kiloluydu, konuşurken her zaman nefes nefese kalırdı. Ali ve Seyfettin, ellilerindeydiler. İkisi de zayıf ve esmerdiler. Ama Seyfettin, yüzünün kemikleri derisini yırtacakmışçasına inceydi. Kalın bıyıkları yüzünün yarısını kapatıyor, ifadesizleştiriyordu. Onunla konuşurken gözlerini takip etmek zorundaydınız. Ali, içlerinde en eli yüzü düzgün olandı. Tuncay kadar olmasa bile, o da bakımına, süsüne düşkündü.

“Sığınak?”, diye sordu ortaya Ali.

Battal, ters çevirdiği fincanının altına dokundu.

“Sıcak.”, dedi ve geriye yaslandı. “Sığınağı bilmiyorum. Sadece orada Kasım’ın ekibinin yaşadığını biliyorum. Ne mal ediniyor, ne de para biriktiriyorlar. Basit bir hayat sürüp, sadece işlerini düşünüyorlar.”

“O kadar parayı ne yapıyormuş ki Kasım?”, diye sordu Turgut, nefes nefese kalarak.

Battal, boynunu kaşıdı.

“Kasım, gelen paradan sığınağın ve mekânının giderlerini karşılayıp, kalanını adına hayır işleri yapan bir gruba havale ediyor.”

Ali, güldü.

“Hayır mı, ne hayırı? Bu adam hem şeytan, hem melek rolüne soyunmuş desene!”

“Kötülükle iyilik kardeştir. İkisi de insandan değil mi?”, dedi Seyfettin.

Turgut, Battal’ın önünde kapalı duran fincanı kendi önüne çekip, kaldırdı. Çevirip, içine baktı. Battal, merakla uzandı Turgut’tan yana.

“Anlar mısın? Nasıl?”

Turgut, gülerken öksürüğe boğuldu.

“Bombok!”

***

Cumartesi günü Cumartesi’nin eşlikçisi Çarşamba’ydı. İkili, bir parkta uzak bir köşede, bir ağacın arkasından, Cumartesi’nin hedefini gözlediler. İki, üç banka dağılmış, kendi halinde çiftler vardı. Bir ihtiyar, bastonuna dayanarak ağır ağır yürüyordu. Hedef, bir bankta gazete okumaktaydı.

“Yüz on,” dedi Cumartesi.

Çarşamba adama bakıp, “eh!” manasında başını oynattı. Cumartesi, cebinden çıkardığı resmin arkasına “110 kg” yazdı. Onu cebine koyarken, adama baktı. Hedef, gazeteyi katlayıp, kucağına topladı. Cumartesi, susturuculu silahını çıkarıp, adamı alnından vurdu. Süratle parkı terk ettiler.

Pazar, boş günleriydi. Yedili, üzerlerinde siyah eşofmanlar, ağaçların arasında koşup, kültürfizik hareketleri yaptılar, her Pazar yaptıkları gibi. Sonra, o hafta sıraları gelen Cumartesi ve Pazartesi’nin yardımıyla, bahçeyle uğraştı Pazar. Eline aldığı leğene sebze topladı. Orada işi bitince de, kümesin dışına çıkardığı tavukları yemledi. Akşama doğru yedili, bir yükselti boyunca dizili şişelerle atış talimi yaptılar.

Pazartesi günü Pazartesi’nin eşlikçisi Cuma’ydı. İkili, tren garının karanlık bir köşesinde beklemekteydiler. Hedef, elinde bir evrak çantası, kalabalığın içinde birileriyle konuşuyordu. Pazartesi, Cuma’nın kulağına bir şeyler fısıldadı, kapıya kayıp, dışarı çıktı. Cuma, adama doğru ilerledi ve bir boşlukta elindeki çantayı kapıp kaçtı. Adam onun ardından fırladı. Cuma, parka çekili trenlerin yanına çantayı bıraktı. Hedef, tereddütle durdu. Cuma, trenin ucundan kıvrılıp yitince rahatladı ve çantaya gitti adam. Alıp, içine baktı. İki katarın arasındaydı. Dönünce, trenin diğer yanından kendisine nişan alan Pazartesi’yi gördü. Pazartesi, adamı alnından vurup, yıktı.

Salı günü Çarşamba yine eşlikçiydi. Bu defa Salı’nın yanındaydı. Bir apartmanın girişindeydiler. Susturuculu silah Salı’nın elindeydi. Hedef, gözlemekte oldukları dükkanın kapısından çıktı. Salı, apartman girişinin karanlığına çekilerek namluyu doğrulttu, nisan almaya çalıştı. Eli titremekteydi. Adam, aracına yöneldi. Çarşamba, Salı’nın kolunun titrediğini görünce, ona omzunu dayanak yaptı. Salı, kendini toparladı ve tek gözünü kapatarak ateş etti. Hedefi o da alnından vurmuştu. Binanın içine çekildiler.

Çarşamba günü Çarşamba, eşlikçiliğini yapan Cumartesi ile birlikte, takip ettikleri hedefin ardından bir apartmana girdiler. İşkillenen adam, merdivenleri çıkarken, onlar, takipteydi. Adam, süratlendi. Katına gelince, peşindekilerin yetişeceklerini anlayıp yön değiştirdi, yukarıya koştu. Çatı kata çıktığında, kapıya yüklendi. Kilitliydi kapı. Döndüğünde, ikiliyi merdivenin başında gördü. Çarşamba, susturucuyu takmakta, Cumartesi, merdiven kovasını kontrol etmekteydi. Adamın ağzından boğuk bir hırıltı çıktı. Çarşamba, onu alnından vurdu, gidip, koltuk altlarından kaldırdı, bıraktı. Cebinden fotoğrafı çıkarıp, arkasına yazdı. Otomat söndü.

Perşembe günü Perşembe, az önce devirdiği hedefini, uzaktan takip etmekteydi. Yerde yatan adamın başına insanlar toplanmıştı.

“Ambulans çağıran oldu mu?”, diye sordu bir adam.

Başka biri yerdekini doğrultmaya çalışınca, vurulanın alnındaki kurşun yarası göründü. Kalabalık, özellikle de kadınlar korkup, kaçıştılar.

“Adam vurulmuş!”, diye haykırdı bir kadın.

Kalabalık, muayenehane binasından çıkan Ufuk’un dikkatini çekti. Döndüğünde, ileride dikilen Perşembe ile göz göze geldiler. Perşembe, ona bir an baktı ve kendisini kolundan çeken eşlikçisi Salı’nın ardından yok oldu.

***

Cemil, Emniyet Müdürlüğü’ndeki odalarında kahve içerek, duvardaki harita ile cebelleşen Cumhur’u izliyordu. Cumhur, İstanbul haritasında dağınık noktalara raptiyeli maktul fotoğraflarını incelemekteydi. Bir anda sinirlendi ve resimleri toplamaya başladı Cumhur.

“Kardeş, niye söküyorsun resimleri?”

“Cemil, hiçbir anlamı yok. Cinayetler arasındaki tek bağlantı, adamların alınlarındaki delikler! Aralarında en ufak bir benzerlik yok!”

“Kim olduklarını biliyoruz, Cumhur Komiserim. Delil peşindeyiz.”

Cumhur, topladığı resimleri Cemil’in masasına attı.

“Müdür neden alengirli işleri bize satıyor, garezi mi var?”

“Müdürüm satmadı, kardeş. Ben istedim.”

Cuumhur, şaşkın bakışlarını yüzüne dikmişken, Cemil, masadaki resimlerden birini çekti, adamın kanlı alnına dokundu.

***

Pazar, her gününün yarısını geçirdiği, sığınağın diğer odalarına göre hayli karanlık bir köşede kalan ve hep rutubet kokan mutfağında olmaktan zaten hoşnut değildi. Elleri belinde, ateş saçan gözlerini Perşembe’ninkilere dikmişti. Sıvalı kollarıyla bulaşıktan yeni çıkmıştı ve saldıracak yer arıyordu. Her an bir pot kırmaya teşne, kafasında bin bir soru işareti ile Perşembe de onun bu haline hayli katkı sağlamıştı. Yine de istediği cevabı almadan kızın önünden çekilmeye niyeti yoktu.

“Bak, Pazar. Bir önceki iş sürerken yenisini almak için Kasım’a ne diller döktüm. Ceketimdeydi o resim ve şimdi sende. Bir haftadır kendin getir diye bekliyorum!”

“Ben ne yapacağım senin siparişini? Evin işleri yetmez gibi, bir de sizin işlerinizle mi uğraşacağım?”

“Bunu istediğini bal gibi biliyoruz. Yıllardır Kasım’dan iş bekliyorsun!”

Pazar, döndü, öfkeyle dışarıya yöneldi. O esnada Cumartesi kapıda belirdi. Pazar ile göz göze geldiler. Cumartesi, gözlerini kaçırdı. Pazar, onun yanından sıyrılarak, çıktı. Perşembe, elleri tezgâha dayalı, amaçsızca arandı. Kenardaki, yeni doğranmış sebzeleri gördü. Parmağını tabağa daldırdı ve bir tutam yeşillik alıp ağzına tıkarak, dışarıya çıktı. Cumartesi’yi fark etmemişti bile. Cumartesi, ondan da dalgın, ufacık pencerenin önüne gitti. Dışarıda çamaşır toplamaya girişen Pazar’a baktı. O esnada Perşembe, hızlı adımlarla Pazar’ın yanından geçti. Cumartesi’nin bakışları donuktu. Tezgâhtaki bıçağa dokundu. Çeliğin serini onu bir anda fi tarihinden kalma bir zaman götürdü. O zaman fluydu, yitti yitecek. Bir anda yüzlerce tepeyi, dağı aşmıştı. Nice adını bildiği, bilmediği kuşlar geçmişti üzerinden ve nice türünü bilmediği ekinlerin içinden atlamıştı, tanelerini dökerek. Vardığı yer, bir köy evinin geniş avlusudur, taştan. Yerde, kefenlenmiş bir cesedin ardından kara çarşaflı kadınlar, yüzlerini yırtarak, yüksek sesle ağıtlar yakıyorlar. Altı yaşında bir çocuk Cumartesi şimdi. Üstüne bıçak konmuş, örtülü ölünün başında oturmuş, onun yüzünü seviyor. Süslü dövmelerinden derisi görünmeyen, yaşlı, kemikli bir kadın eli, üzeri işlemeli bir kırmızı tülbende sarılı bohçayı açarak, bir silah çıkarıp, ona veriyor sonra. Ve şimdi iki metre eninde, beş metre boyunda, toprak bir yolun ortasında. Ve elinde tuttuğu, az önce kendisine verilen silah, tetiğine nasıl basılır bilmediği. Titriyor. Buzdan bir göldür sokak. İki el silah sesiyle öyle karanlığa keser ki her yan. Bir adam, onun küçücük bedenini, eski bir arabanın arka koltuğuna tıkıp, yanına oturuyor. O el kadar hali Cumartesi’nin, gözden yok oluncaya kadar köyünü seyrediyor, arabanın kirli arka camından.

Bıçağın elini kestiğini hissetmemişti bile. Parmağındaki kanı emerken, onu saracağı birşeyler aradı etrafta. Tezgahın altına, arkasındaki tüpü, kapı kaçağı gizlemek için çekilmiş örtüyü aralayıp baktı. Başını kaldırdı. Musluğun yanında duvara çakılan iki çivi arasına gerili ipte, Pazar’ın az önce elini kuruladığı elbezleri asılıydı. Onlara dokundu. Onlarda Pazar’ı hissetmekti amacı, onun parmaklarının sıcağını duymaktı. Kızın kızacağını bile bile, olardan birine sardı kanayan parmağını.

***

Elçin Beg, Battal’ın gazinosunun önünde, kendisini getiren taksiden indi, yakasında karanfil. Paltosunu kolundaydı. Kulübün duvarındaki sanatçı, dansöz ilanlarına, ışıltılı tabelaya baktı bir süre, süslü kapıyı inceledi. Otuz küsür yıl önceki gazinodan çok farklıydı görünüşü şimdi. Hatta kafasına yanlış adrese geldiği şüphesi yerleşti bir an. Gülümsedi. Zihninde, bir seferde hem de, ne çok anı belirip, yitmişti. Ve işte yıllar sonra içeriye adımını atıyordu. Fuaye kısmı eskiden de bu kadar karanlık mıydı? Vestiyerin yerini değiştirip, sağa almışlar. Canavar Hamdi dururdu bankonun arkasında. Bu defa, en fazla on yedisinde, çıtı pıtı bir genç kız… Salona giriş kapısında dikilen korumayı gördü sonra. Hamdi’ye ne kadar da benziyordu. Ama onun yarı yaşında olmalıydı. Belki de oğluydu Hamdi’nin. Sol taraf tuvaletler. Sonra yanlış hatırladığına güldü. Her şey yerli yerindeydi. Dekoru modernleştirmişlerdi bir parça. Hem, Canavar, yıllar önce iki bıçak darbesiyle devrilmişti, sarhoş bir müşteri tarafından. Elçin Beg, kıza nazikçe gülümseyerek, paltosunu uzattı. Kız, duvar saatine bakıp, ona döndü.

“Beyefendi, elbette siz bilirsiniz, ancak program bitmek üzere.”

“Sadece on dakika kalacağım.”, dedi Elçin Beg, Azeriliğinden kaynaklı kırık bir Türkçe ile.  Para çıkarıp, tezgâha bıraktı. Kız, paltoyu asıp dönünce, parayı gördü, gülümsedi. Elçin Beg, kapıya yönelecekken koruma onu durdurdu.

“Silahınız var mı beyefendi?”

Elçin Beg’in yüzündeki nezaket yitti. Koruma, onu aramaya yeltenince, bir adım geriledi. Sonra kıza baktı, gülümseyerek kollarını kaldırdı. Koruma, onun üzerini yokladı ve geri çekildi.

“Cebinizdeki nedir?”

Elçin Beg, elini ceketinin içine soktu ve oradan bir tabaka çıkardı, korumaya verdi. Genç, tabakayı açıp, içine baktı ve kapatıp geri verdi.

“Kusura bakmayın. Girebilirsiniz.”

“Önemli değil.”

Elçin Beg, kapıya yönelmişken, tuvaletler tarafından mütevazı, fakir kıyafetiyle, başı tülbentli temizlikçi kadın, elinde bir kovayla çıktı. Elçin Beg, onu hatırlamıştı. Kadınsa bir anlık baktığı Elçin Beg’i tanımadı. Otomatik bir yorgunluk ve yaşlılığın verdiği ataletle, salon kapısına yönelmişti ki, aniden kendisine çıkışan, vestiyerdeki genç kız, onu olduğu yere çivileyiverdi.

“Arkadan dolan demedim mi ben sana?

Temizlikçi kadın cevap vermeden yaşının elverdiği süratle, diğer dipteki depo tarafına geçti. Elçin Beg, arkasından hüzünle baktı. Sonra, korumanın araladığı kapıdan kulübe geçti. İçeriye göz gezdirdi. Çoğu masa boştu. Olan müşteriler iyice sarhoş, bir yandan tıkınmakta, bir yandan iştahla dansözü seyretmekteydiler. Çalgıcılar yorgundu. Garsonlar, müşterileri ikna ederek masaları toplamaya çalışıyorlardı. Elçin Beg, aradığını bulmuştu nihayet. O yöne yürüdü. Gittiği masada Battal, önünde viskisi, oturmuş, tabağındaki çerezi karıştırmaktaydı, düşünceli. Sürekli gözünün içine bakan bir garson, masanın yanında, ayakta bekliyordu. Salih, ileride, karanlık bir köşede oturmaktaydı. Elçin Beg, tam Battal’ın arkasında durdu. Battal, onu fark etmedi; dalgın, viskisini yudumlamaya devam etti. Elçin Beg, onun yanına sandalye çekip, oturdu. Salih, bir anda ayaklanıp, masaya yönelmişken, Battal, göz ucuyla durdurdu onu. Bakışlarını yeniden bardağına çevirdi. İkisi, birbirlerine hiç bakmadılar. Elçin Beg, sakince dansözü izliyordu. Garson, masaya eğildi.

“Battal Bey, misafiriniz bir şey alacak mı?”

“Ona sor.”

Elçin Beg, yüzünden eksik etmediği nazik gülümseyişiyle, garsona döndü.

“Kırmızı şarap ve limon suyunda dilimlenmiş havuç lütfen.”

Battal, garsona işaret etti.

“Bir viski bardağı getir beyefendiye.”

Yüzü ne kadar da ifadesizdi. Elçin Beg, kendisininki kadar tanıyordu Battal’ın çehresini. Onun ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamak için gözlerine, yüz çizgilerine, dudaklarına bakmak hiçbir şey ifade etmezdi. Battal, garsonun getirdiği bardağa viski koydu, Elçin Beg’in önüne sürdü. Elçin Beg, bardağa baktı ve seyrine döndü. Dansöz, son hareketlerini yapıp selam verirken, Elçin Beg, kurnazca gülümsedi.

“Asıl sanatçınızı çıkarmıyorsunuz?”

Battal, öfkelenmişti. Kalkmaya yeltendi. Elçin Beg, kolunu tutarak durdurdu onu. Battal, kolunu çekti. Elçin Beg, nezaketini koruyarak hitap etti ona:

“Oturun, Battal Bey. Basit bir isteğim olacak. Döndüğümü çoktan duymuş olmalısın. Beni öldürtmek için hazırlığını da yapmışsındır tezden. Senden ricam, beni başkasına havale etmemendir. Kaçacak, gizlenecek değilim. Neyi aradığımı, niçin döndüğümü biliyorsun. Her hafta bugün, cumartesi gecesi bu saatlerde buraya geleceğim. Gayrisi sana kalmıştır.”

Battal’ın yüzündeki öfkeyle karışık, kararsız ifade, ancak kaşının seğirmesinden belli oluyordu. Önündeki içkiyi bir anda kafaya dikti ve Salih’e işaret etti. Salih kalkıp, koşar adım çıktı salondan. Battal garsona döndü. Sertti.

“Beyefendi içkisini bitirip kalkacak. Misafirimdir. Para almayın,” dedi ve masadan ayrıldı.

Elçin Beg, doğruldu. Ellerini masaya dayayarak biri boş, biri dolu bardaklara, ardından kapıya baktı. Döndüğünde, garsonla göz göze geldi.

“İçmeyecek misiniz?” diye sordu garson.

Elçin Beg, düşünceli düşünceli gülümsedi. Başını iki yana sallayarak, bardağı garsona uzattı. Salon kısmını terk ettiğinde, korumayı aradı gözleri nedensizce. Delikanlı, dış kapının kıyısında sigara içerek cep telefonuyla konuşuyordu. Vestiyerdeki kız, Elçin Beg’i görünce paltosunu vermek için askılara döndü. O esnada temizlikçi kadın, elinde kovayla depodan çıktı. Kızla göz göze gelince ürküp, geri girmeye yeltendi. Elçin Beg ona seslendi:

“Hanımefendi!”

Kadın, şaşırmıştı. Tedirgin, döndü. Sigara ve içkiden çatallaşmış sesiyle karşılık verdi:

“Bana mı seslendiniz?”

Vestiyerdeki kız bıyık altından güldü. Elçin Beg, kadının yanına gitti. Gözlerinin içine bakarak gülümsedi ve yakasındaki çiçeği çıkarıp, tülbendine sıkıştırdı, nazikçe elini öptü onun.

***