roman, 2. fasikül

Elçin Beg Vahapzade, sınıfına rağmen hayli düzgün görünen otelin resepsiyonuna yanaştığında, hayli bitkindi. Kolunda asılı pardösüsünü omzuna atıp, bavulunu yere bıraktı, görevliye bakındı. Bankonun üzerindeki zile dokundu. Çok geçmeden, genç görevli, kaymış kravatını düzeltmeye çalışıp, uykulu gözlerini ovalayarak geldi. Elçin Beg, bir on dakika içerisinde otele kaydını yaptırmış, resepsiyonist gencin yanına kattığı, on beş yaşlarındaki kominin ardı sıra asansöre binip, üçüncü kattaki odasına çıktı. Odayı süzerek, ortaya ilerledi. Pardösüsünü yatağa bıraktı. Komi, bahşiş sevdasıyla onun gözlerini yakalamaya çalışarak, içeride fır dönmekte, ona odayı anlatmaktaydı.

“Banyonun ışıkları şuradan yanıyor. Dolapta ikişer takım baş ve vücut havlusu var. Kullanmak isterseniz, mini bar burada. Bu klimanın, bu da televizyonun kumandaları. Çantanızı şuraya bıraktım.”

Komi, gözlerini geçkince, ama yaşına göre dinç duran, yakışıklı adamdan ayırmadan, kapıya doğru geriledi ve bekledi. Elçin Beg, çok uzak bir hayalin içindeymişçesine, duvardaki manzara resmine dalmıştı. Deniz vardı resimde, kuşlar, ağaçlar, ufukta kızıl bir güneş. Alnına düşen saçını düzeltti parmaklarıyla. O esnada, geride bekleyen genci fark etti. Gülümseyerek ona yaklaştı, nazikçe yakasındaki karanfili çıkarıp, onun avucuna bıraktı.

***

Pazar, kapıyı açtığında, yağmurdan sırılsıklam olmuş Perşembe’yi gördü. Perşembe, içeri daldı aceleyle. Ceketinin yakalarını tutarak, dışarıya silkeledi yağmuru. Kız, içeriyi ıslatmadığından ve çamurlu ayakkabılarını kenarda çıkardığından emin olmak için başında bekliyordu Perşembe’nin. Perşembe, bu bekçilikten hoşlanmamıştı. Ters ters baktı Pazar’a.

“Salı seni soruyordu. Nerede kaldın?” diye sordu Pazar.

“Kasım Aga’ya uğradım,” dedi Perşembe, ceketini çıkarırken. Kıza kolundaki söküğü gösterdi. “Bir yere takmış olmalıyım. Dikersin, değil mi?”

Pazar ceketi alır almaz, içeriye yöneldi Perşembe.

“Kimler var?”

“Çarşamba ve Cumartesi dışarıda, keşifte. Diğerleri masada.”

Perşembe, odaya daldığında, Pazartesi ve Cuma’nın önlerinde çorbaları, masada oturmakta olduklarını gördü. Salı, sobanın başında silahını temizliyordu. Pazartesi, ortasında çorba tenceresi, kenarında bölünmüş ekmek bulunan sofraya yönelen Perşembe’yi durdurdu ani bir el hareketiyle. Salı, başını silahtan kaldırmadan konuştu:

“Islak üstünle mi oturacaksın sofraya?”

Perşembe’nin keyfi kaçmıştı.

“Kuralları değiştirmeliyiz Salı,” dedi, sobaya yanaşırken. “Adam diye gidiyorum, kadın çıkıyor! Neden kadın öldürmüyoruz, anlamıyorum ki?”

“Pazar işe çıkıyor mu?” dedi Salı, tek gözünü kapatarak silahı kontrol ederken.

Perşembe’nin yüzüne doğru kapattığı kapıyı hışımla açıp içeriye giren Pazar, Salı’ya baktı ve tekrar önüne üp elinde ceket, odasına geçti. Perşembe, gözleriyle Pazar’ı takip ederek yanıtladı Salı’yı:

“Pazar’ın işleri bizden daha iyi halledemeyeceğini kim iddia edebilir? Yıllardır altı adamı çekip çeviriyor.”

Çorbasını bitiren Pazartesi, geriye yaslandı.

“Onun görevi ayrı, bizimki ayrı. Bugüne dek hayatta kalmamızı kurallarımıza borçluyuz, bunu unutma. Niye yalnız çıktın?”

Perşembe’nin yüzü yine asıldı. Kravatını gevşeterek masaya bir göz atıp, banyoya yöneldi.

“Ben bir duş alıp, öyle yiyeceğim.”

Pazartesi, banyoya giren Perşembe’nin ardından baktı başını sallayarak. Üzerine yüklenen çoğu görevde olduğu gibi, yine ihmal ettiği işlerden biri karşısındaydı işte Perşembe’nin. Banyonun prizi düştü düşecekti ve içeriye girerken zorlukla lambayı yakan Perşembe, bu durumu umursamamıştı.

İçinde bulundukları bina, neredeyse Kasım’la yaşıt olan Salı ve Cuma, otuzlu yaşların ortasındaki Çarşamba hariç, hepsi kırklı yaşları süren yedilinin sığınağı, tek katlı, büyükçe bir yığma yapıydı. Antrenin hemen ardından büyük bir avlu gibi girilen salon, toplaştıkları, yemeklerini yedikleri, konuşup dertleştikleri mekandı. Erkeklerin üçer üçer ve Pazar’ın tek kaldığı dört oda, mutfak, tuvalet ve banyo, antre ile sekiz kapı, bu avluya açılırdı. Sığınağın hemen önünde, yine Pazar’ın ilgilendiği bir kümes, büyükçe bir sebze ve meyve bahçesi vardı. Etrafı çeviren deli orman, sığınağın anayoldan görülmesini önlüyordu.

Perşembe, duşun altında, ellerini ve kafasını duvara yaslamış, gözleri sımsıkı kapalı, sırtına yayılan suyun kendisini rahatlatmasını nafile bekliyordu. Kafası Ufuk’un narin bedeninde ve nadir, bal rengi gözlerindeydi. Çıkarması da mümkün olmayacaktı bu görüntüyü zihninden ve işin kötüsü, Perşembe’nin bunun farkına varmış olmasıydı. Adeta bir gündüz düşüydü görmekte olduğu. Ufuk’a anlattığı hayaldeki masanın başındadır. Az ötede, beyaz tülbendiyle bir kadın, sırtı ona dönük, durmaktadır düşünde. Masada bir sahan kuymak vardır. Perşembe, sahana bakıp, bakışlarını kadına çeviriyor, ona uzanıp, omzuna dokunuyor. Dönen yüz, Ufuk’undur! Perşembe, duşun altında, gözlerini açtı aniden. Şaşkındı. Suyu kapattı, öylece kaldı.

Pazar, içerdekilerin davranışları sindirememiş, örttüğü kapısına sırtını vermiş, öfke ile soluyordu. Artık kanıksadığı, her bir santimetre karesini ezbere bildiği boğucu odasının detaylarında dolaştı gözleri. Duvara dayalı, bir başı pencereye bakan, üzeri sarı örtü ile kaplı, düz bir yatak, yatağın yanında, yukarıda, duvara çakılı çiviye asılmış bir Kuran kılıfı, yatağın karşı duvarına yaslı, küçük bir elbise dolabı, yere yayılı, zamanında Kasım’ın hediye ettiği, ağaç ve geyik desenli, eskice bir kilim, pencerenin önüne dayalı, ayakla idare edilenlerden bir dikiş makinası, camda sararmış güneşlik ve çiçekli basma kumaştan, ufacık bir perde ufacık pencereye. Bu kadarcık eşya, bir anda müthiş fazla göründü Pazar’a. Adeta üzerine gelmekteydiler. Toparlandı sonra. Dolabının çekmecesinden iğne ve ip aldı. İğneyi dişlerinin arasına sıkıştırıp, ceketi önüne açtı. Onu çevirirken, içinden üstünde “PERŞEMBE” yazan zarfın düştüğünü gördü. Zarfı alıp, açmaya yeltendi ama bakışları kapıya kaydı bir anda ve vazgeçip, yatağının altına sıkıştırdı onu. Ceketi bir daha çevirdi elinde. Yırtığı bulmuştu.

***

Çarşamba ve Cumartesi, arkalarında ay ışığı, bir yokuştan aşağı yürümekteydiler. Üzerlerinde yedilinin altı erkeğinin adeta üniforması halindeki siyah takım elbise içine beyaz gömlek ve siyah kravat, ayaklarında da siyah ayakkabılar vardı. Cumartesi, canı burnunda söylenirken, Çarşamba kendi havasında ilerliyordu onun ardından.

“Hiçbir siparişe ulaşmamız bu kadar zaman almamıştı anasını satayım,” dedi Cumartesi, Çarşamba’yı yoklayarak. Ama gençten ses yoktu. Cumartesi de önüne döndü. “Kime soruyorsam? Oğlum, bari bu gece konuş!”

Çarşamba, yolun kenarında bir kedi yavrusu görmüştü. Gidip, başına çömeldi. Cumartesi bunu fark etmeden, kendi kendine konuşarak yürümeyi sürdürüyordu.

“Kaldı iki gün. İki gün içinde işi halledemezsek, namımız yanar… Sığınakta yemek de buz gibi olmuştur,” diyerek, ceket cebinden bir çeyrek ekmek çıkardı, böldü. “Neyse ki azık var. Al.”

Yanında Çarşamba’yı göremeyince telaşlanmıştı.

“Çarşamba?”

Geriye döndüğünde, Çarşamba’yı kediyi severken gördü. Öfkeyle seğirtip, ayağını yere vurarak, kaçırdı kediyi. Çarşamba, bir giden kediye, bir de ona baktı. Cumartesi, böldüğü ekmeği Çarşamba’ya uzattı.

“Al. Yürü, gidelim. Daha Kasım Aga’ya uğrayacağız.”

***

Marketin içinde on sekiz yaşlarında, saçları uzun, kulakları küpeli iki delikanlı, tezgâhın bir ucunda, ayakta,  aldıkları meyve suyu ve bisküvileri tüketerek sohbet etmekteydiler. Market sahibi, kasanın ardında hesaptaydı. Oflaz, markete girip, kasaya yürüdü.

“Burası kafeterya değil, dükkân. Çıkın dışarıda yiyin,” diye söylendi delikanlılara, onlardan yana bakmaksızın.

Gençlerden biri şaşkın bakışlarını Oflaz’a kaldırdı. Zaten oldukça zayıf bünyeli, yirmilerinde bir adam olan Oflaz, üzerine bir beden büyük takım elbisesiyle pek de korkutucu değildi.

“Efendim?” dedi genç.

“Yesinler Oflaz Bey. Bir mahsuru yok,” diye atıldı orta yaşlı, kel, topluca market sahibi, çekinerek.

Oflaz, ona takılmadan, gençlere döndü yüzünü. Kendine göre en sert tavrını takındı, kaşlarını alabildiğine çatarak. Ne yaparsa yapsın, yüzünün korkutucu olamayacağının farkındaydı. O da gençlerin görebileceği şekilde, ceketinin eteğini hafifçe geriye alıp, belindeki silahın kabzasını gösterdi. Delikanlılar bu defa korkmuştular, önlerindekileri toparlayıp çıktılar marketten. Oflaz, tekrar market sahibine döndü.

“İkinci ay bitti, payımız gelmedi Şerafettin.”

Adam daha da sindi.

“Salih Abi uğramayınca…”

“Nasıl yani?”

Boynunu büktü market sahibi. Oflaz, iyice kıstığı gözlerini, alnında su gibi ter biriken adamınkilere dikti. Aheste aheste, tezgahın üzerinden uzanıp, kasayı açtı, içindeki paraları aldı, cebine doldurdu, adam, ürkek, onu izlerken. Tombul marketçi, biriken terin iyice parlattığı açık alnıyla, tavanın köşesindeki güvenlik kamerasını gösterdi. Oflaz, o köşeye giderek süt kasalarından birine çıkıp, kamerayı söktü ve getirdi, market sahibinin önüne bıraktı.

“Bu şey bozuk. Yaptırırsın. Hadi eyvallah.”, dedi, belli belirsiz sırıtarak.

O çıkarken, market sahibi, kasanın dibinde kalan bozukluğu gördü. Onu eline aldı ve tedirginlikle Oflaz’a doğru kaldırdı. Ama Oflaz, çoktan yitmişti. Adam, parayı kasaya geri bıraktı.

Marketten uzaklaşırken, Oflaz’ı bir titreme almıştı. Hıncını asfalttan alır gibi, sert atıyordu adımlarını. Aklından bin bir şey geçiyordu ve hiçbirini yakalayamıyordu o karanlık dehlizlerde. Pimi çekilmiş bir bombaydı. Evlatlık düştüğü Battal Çınaroğlu ailesinde, adeta bir hayalet gibi gezinmekteydi ve adeta bir hayalet gibi, hani odada birşeyler devirerek ev sahibine kendini belli etmeye çabalayan hayaletler gibi, tırmalıyordu duvarları. Köşkün bahçesine girdiğinde, Salih’i garajda, kolları sıvalı, arabayı temizlerken buldu. Hışımla geldi, eli belinde, garajın ortasında dikildi, ateş saçan gözlerini Salih’in suratına saplayarak. Ellisine merdiven dayamış, irice, alabildiğine sadık bir hizmetkar olan Salih, elini alnından geçirdiğinde, parmaklarındaki kir alın çizgilerini derinleştirivermişti. Yer yer ak düşmüş saçları, düzgünce tıraş edilmişti. Sinekkaydı tıraşı, arabanın başında, elinde bezle canhıraş temizlik esnasında, fazlasıyla yapıştırma duruyordu. İşine dalmış, gitmişti.

“Mekânlara gitmemişsin?”

Cevap vermedi Salih. Sessizce işine devam etti. Bu, Oflaz’ı daha da sinirlendirmişti.

“Sana söylüyorum!”

Oflaz, Salih’in üzerine atılacakken bir el omzunu kavrayıp, onı dışarıya savurdu. Oflaz, orta yere düştü. Bir anda korkmuştu, ama refleksle elini beline atmaya çalıştı. O esnada, onu bahçeye savuranın Battal olduğunu gördü. Babalığı üzerine yürürken korkuyla geriledi. Çevreye dağılmış nöbette, takım elbiseli adamlar vardı. Battal, öfkeli, ellerini Oflaz’a doğru sallayarak bağırdı.

“Neyin eksik oğlum Oflaz? Neyin eksik bir bak etrafına!”

Oflaz doğrulmaya çalıştı, lakin Battal üstüne gelince heykele döndü. Korkmuş, şaşırmış baktı ona. Salih de bezle ellerini kurulayarak, garajdan çıkmaktaydı. Battal’ın öfkesi dinecek gibi değildi.

“Neyini eksik tutuyoruz, yemini mi, suyunu mu? Buna ihtiyacımız mı var lan!”

Battal üstüne eğilince, Oflaz bir anda yüzünü çevirdi. Battal, kolundan tutup kaldırdı, iki eliyle omuzlarını kavrayıp sarstı onu.

“Bizim yeterince düşmanımız var. Başımı belaya koyma!” Oflaz, yaramazlık yapmış, azar yiyen bir çocuk misali başını indirdiğinde, çekti ellerini onun üzerinden, sakinleşti. “Üstünü başını düzelt, bir çık ablana. Seni soruyordu.”

Oflaz dönünce, pencereden bakan Emine Hanım’ı gördü. Üstünü silkeledi, eve yollandı. Battal pencereye döndüğünde, kadın perdeyi kapattı. Battal’ın ifadesiz yüzü tekrar karardı. Hemen arkasında dikilen Salih’e döndü:

“Anahtarları ver Salih.”

“Aman beyim, ben götürürüm.”, diye atıldı Salih.

Ona ters bir bakış attı Battal.

“Anahtarlar arabanın üzerinde mi?”

“Evet beyim.”, dedi Salih, bir adım gerileyerek. Ardından diğer adamlardan birini çağırmaya yönelmişti ki, Battal onu durdurdu.

“Salih, birini isteyesem zaten seni alırım, değil mi? Kimse gelmesin.”

Salih boynunu büktü, garaja yönelen Battal’ın ardından baktı.

***

Akşam karanlığının sarıp sarmalaya durduğu sokak o derece tenhaydı ki, burnunu arnavut kaldırımı taşlara süre süre aranan uyuz köpeğin adımlarını kulaklarında hissetti Cuma. Hedefinin çıkacağı kapıya konsantre olmuşken, hemen arkasında telaşlı telaşlı kendi ceketinin ceplerini karıştırmakta olan Perşembe, dikkatini dağıtıverdi. Perşembe, cebindeki fotoğrafı nihayet buldu, kıyıdan sızan az ışığa tutarak, arkasındaki yazıyı okumaya çalıştı. Ardından Cuma’nın gözüne soktu resmi. İçinden bir la havle çekti Cuma.

“Perşembe, keşke gelmese miydin?”

“Cuma abi, şu 3 değil mi?”, diye sordu Perşembe, kendi derdinde.

Cuma yazıya şöyle bir bakıp, hedefine döndü.

“O 8.”

Perşembe, gözünü kısarak tekrar baktı yazıya.

“Nasıl 8 yahu bu?”

Cuma, derin bir nefes aldı.

“Perşembe, orada 28/8 yazıyor. Şimdi bırak da işimi yapayım.”

Perşembe, olayını söyleyemedi ona. Ama bu karışıklığa bir anlam da veremiyordu. İyice tedirgin olmuştu. Cuma, ters ters ona bakarak, eldivenlerini düzeltti. Tabancasına susturucu taktı ve sokağın başına kadar gitti. Perşembe, kafası dalgın, onu izledi. Cuma, silahı arkasına saklayarak, karşı çaprazdaki kapıya dikti gözlerini. Perşembe de aynı yöne bakıp, Cuma’ya döndü.

“Benim gitmem lazım.”

Cuma’nın ak düşmüş bıyıklarının bile kızıla döndüğünü hissetti Perşembe. Buna rağmen gitmeye kararlıydı.

“Nereye gidiyorsun? İş tamamlanana kadar buradasın. Kasım Aga’ya beraber gideceğiz. Geçende yalnız çıkmanın hesabı görülmedi daha.”

Perşembe, bir an durup Cuma’ya ve sonra karşı kapıya baktı. Ardından, rahat, dönüp, uzaklaştı. Cuma, burnundan soluyordu.

“Bugün Cuma. Benim günüm!”

Perşembe, sokağın başını bulduğunda, dönüp bir kere Cuma’ya göz attı. Onun, kendisinden ümidi kesip, tekrar noktasına döndüğünü ve hedefine yoğunlaştığını görünce, köşeyi kıvrılıverdi. Az önce bekledikleri sokağın sessizliğine inat, beton ve mekanik bir gürültü sardı etrafını bir anda. Halbuki arada en fazla yüz metre vardı. Perşembe şaştı buna, ama çok da aldırış etmedi. Hedefine bir an önce varıp, kafasındaki soru işaretlerini dindirmeli ve vakit kaybetmeden Cuma’nın yanına dönmeliydi. Çevresine biraz dikkat etseydi, arkasından geçmekte olduğu kişinin, kendisine yeni verilen görevdeki, kaybettiği resimde tüm yakışıklılığıyla objektife güvenli bir bakış gönderen adam olduğunu fark edecekti. Elçin Beg Vahapzade ile aslında birbirinden ayrı iki rota izleyen, tamamen yabancı iki kişiydiler. O, kafasında geçen gece oluşan hatanın sebebini çözme sevdasıyla, etrafına bakmaksızın, hızla ilerlerken, Elçin Beg, kaldırıma tezgâh açmış çiçekçi kadının önünde, tebessümle eğilip, bir kırmızı karanfil seçti, sapını kırıp, yakasına taktı. Daima şık, daima özenliydi öyle. Yaşını saklayan gizem de buydu.

Perşembe, 28 numaralı apartmanın önünde durdu. Ufuk’u ziyaretinden cebinde kalan, asıl kurbanına ait fotoğraf, ceketinin yan cebindeydi. Onu çıkarıp, arkasına baktı. Başını kaldırıp, binaya baktı sonra. Dönüp, karşı tarafa, ilerideki diğer binaya baktı, şaşırdı. Bina girişindeki zillerden isimleri taradı. Aradığını bulmuştu.

“Ufuk Civelek. 8 numara,” diye mırıldandı. Bir o binaya, bir ilerideki binaya baktı. “Aynı sokak…”

Bu defa Kasım’ın verdiği zarfı ceplerinde aranarak, kaldırımda ilerledi. Ufuk’un binasının önünden geçerken başını kaldırdı ve onun ikinci kattaki tabelasını gördü. Şaşırmıştı. Aradığı zarf cebinde değildi. İleriye baktı, düşünceli. Bir okulun önündeydi.

“Pazar?” diye geçirdi içinden, şüpheyle.

Okuldan fırlayan bir plastik top, Perşembe’nin önüne düştü. Giden topu gözleriyle takip etti. Gülümsedi. Yeniden Ufuk’un muayenehanesinin katına kaydırdı bakışlarını ve hemen toparlanarak, daha hızlı adımlarla, dönüş yoluna girdi. Nefes nefese yanına geldiğinde, Cuma hala dikkatle karşıyı gözlemekteydi.

“Geldim.”

Cuma, gözlediği kapıyla kontağını koparmadan, yan gözle ona şöyle bir baktı. Kapının aralandığını fark etti o an ve hemen silahını çıkardı. Hedef, taksi bakınıyordu. Cuma, karanlığa çekilip, nişan aldı ve adamı alnından vurdu, devirdi. Geçen birkaç kişi, yere düşenin başına toplandı. Cuma ve Perşembe, süratle oradan uzaklaştılar. Cuma, cebinden fotoğraf ve bir kalem çıkarttı.

“Yetmiş sekiz kilo.”

“Yahu yuvarla işte şunu. 80 yazsana!” diyerek dürttü onu Perşembe, ama Cuma’nın ters bakışları karşısında hemen toparlandı.

***

GÖLGENİ ARDINA AL Üzerine…

Gölgeni Ardına Al, aslında geçmişi on yıl kadar öncesine dayanan bir proje. Kafamda dönüp duran şey, yirmi küsür yıllık sinema yazarlığı hayatım boyunca beni en çok etkileyen sinemacılardan biri olan Yılmaz Güney’in özellikle Çirkin Kral dönemine saygı duruşunda bulunmaktı. Roman, bu filmlerdeki, Güney’in öykü ve romanlarındaki pek çok karakterin kendinden ya da birleşiminden doğan kahramanlarıyla, aslında onun başrolde olduğu ve sonunda öldüğü Ben Öldükçe Yaşarım (Duygu Sağıroğlu, 1965) filminin bir başka evrende devam ettiği varsayılarak oluşturuldu.

Yazımı başlangıcından bu yana pek çok kere değişen ve hala son halini almamış bulunan anlatısıyla roman, internet üzerindeki fasikül fasikül yayınıyla, sizlerin de katkınızı bekliyor. Olumlu, olumsuz eleştirilerinizi benimle bu fasikülleri yayınlayacağım www.ilkermutlu.org sitemin “Kitaplarım” ksmındaki “Gölgeni Ardına Al” başlığındaki yorum kısmından ya da ilkermutlu@yahoo.com adresinden doğrudan bana yazarak, benimle paylaşmanızı isteyeceğim.

Hepinize keyifli okumalar dilerim…

İlker MUTLU

Bir Mühendisin Sinema Eğitimi

Satın alabileceğiniz internet adresleri

http://www.dr.com.tr/Kitap/Bir-Muhendisin-Sinema-Egitimi/Edebiyat/Turk-Gunluk-Ani/urunno=0001703518001

https://www.nobelkitap.com/bir-muhendisin-sinema-egitimi-331084.html

https://www.sozcukitabevi.com/ilker-mutlu

https://www.ravzakitap.com/ilker-mutlu-w103795.html

http://www.halkgonulluleri.net/ilker-mutlu

Gölgeni Ardına Al

BÖLÜM 1

DÖNÜŞ

 

 

Ufuk, nadir rastlanır, bal rengi gözlerini tedirgince duvardaki gemici takvimine çevirdi. Halka, perşembeyi gösteriyordu. Takvimin hemen üzerindeki duvar saati ona çok, çok geç kalmış olduğunun haberini vermekteydi. Annesine götüreceği ilaçlar için nöbetçi eczane aramak durumundaydı artık. Beyaz doktor önlüğünün ceplerine sakladığı yumruklarını sıktı. Pembe çerçeveli gözlüğünün ardındaki ürkmüş, ama daha ziyade bezgin bakışlarını Perşembe’ye çevirdi. Perşembe’nin ellerinde beyaz sağlıkçı eldivenleri, üzerinde siyah bir takım elbise içerisinde beyaz gömlek ve onun üzerine geçirdiği, gevşemiş, siyah kravat vardı. Gözleri kapalı, şezlong tipi, rahat hasta koltuğuna uzanmıştı, kucağında pofuduk bir yastık.

Ufuk, kucağındaki yastığa sarılı pozisyondaki korkunç, ama hiçbir felsefi teorinin açıklayamayacağı çekiciliğe sahip, kırklarında, seyrek saçlı, hafif göbekli adama baktı bu defa şaşkınlıkla. Perşembe’nin gözkapakları büzüştü, yerinde huzursuzca kıpırdandı. Alnı ter içinde kalmıştı. Ufuk, Perşembe’nin yanına yanaştı, titreyen kirpikleriyle, gözlüğünün altından süzdü onu. Nefesini toparladı.

“Sonra?”, diye sordu, yumuşak bir tonda.

Perşembe’nin dudakları aralandı. Dilinin ucuyla köpek dişine dokundu. Yüzündeki sıkıntı yiterken, yastığın üzerinde kenetli elleri de gevşedi.

“Merdivenlerdeyim… Dengesiz, kirli basamaklar. Elimde beş yaşlarında bir çocuk… Basamakların kıyısında kalın, yuvarlak demirden, paslı korkuluk… Duvarın badanası dökük…”

Ufuk, Perşembe’nin yanıbaşındaydı şimdi. Hipnoz altında sayıklayan, kendisinin en az iki katı adamı alt edebilip, edemeyeceğini geçirdi aklından. Hemen arkasındaki büyük tartının çeliğini hissetti sırtında. Ürperdi. Perşembe’nin bir anda kırışan alnına baktı ve başına eğildi.

“Çocuk kim?”

Adamın yüzü seğirdi, parmakları bir anda, yastığın üstünde kenetlendiler yeniden.

“Çocuk benim! Kendi küçüklüğüm… Basamakları çıkmaya başlıyoruz… Onun acelesi yok. Ama benimle geliyor…”

Koltuğa mıhlanmıştı adeta. Suratındaki öfke, yerini meraklı bir ifadeye bırakıyordu.

“Çıkmaya devam et,” dedi Ufuk, gözlüğünü düzelterek.

“İki kat daha çıkıyoruz. Bir kapı… Zile basıyorum… Kapı açılıyor. İçerisi karanlık… Girip, kapıyı kapatıyorum… Elim boş! Kapıyı açıyorum… Kapının önünde kimse yok… Kapatıyorum kapıyı… Kenarda büyük bir masa… Başında beyaz tülbendi, sırtı bana dönük bir kadın, babaannem olmalı, elindeki sahanı masaya koyuyor, mutfağa giriyor…”

Perşembe, dilini dudağında gezdirdi.

“Dumanı üstünde, bol tereyağlı, mis kokan, bir sahan kuymak… Kadın, babaannem… Başımı mutfağa çeviriyorum, kimse yok… Sahana dönüyorum…”

Kaşları çatıldı.

“Neden yemiyorsun?”

Perşembe, Ufuk’u yerinden hoplatacak derecede hiddetlendi, başını iki yana savurdu.

“Karanlık!”

Ufuk, telaşla Perşembe’nin arkasına geçip, onun başını tuttu. Bir gözü hemen yanı başındaki sehpanın üzerinde duran cam vazodaydı. Perşembe’yi uyandırmadan vazoyu kavrayabilmenin hesabını yaptı kafasında hızlıca. Cesaret edemedi.

“Öfken geçene kadar yastığı döv.”

Perşembe, yastığı karnının üstünde yumruklamaya başladı. Tuhaf bir hınç kaplamıştı bedenini. Dişlerini öyle sıkıyordu ki, Ufuk’a parçalanacaklarmış gibi geldi; gıcırtıları yumruk gürültüsünü ve Perşembe’nin iniltilerini bastırıyordu. Az sonra kolları gevşeyip, yastığın üstüne indi Perşembe’nin. Ufuk’un elleri, hala onun başını kavramaktaydı.

“Şimdi rahatla. Rahatla.”

Perşembe, gevşemeye çalıştı. Kendine gelmekte zorlanıyordu. Ufuk, onun etrafından dolanarak masasına gitti.

“Üç dediğimde uyanacaksın. Gevşe… Bir, iki, üç!” dedi ve parmağını şıklattı.

Perşembe’nin vücudu tutulmuştu. Gözkapaklarını zorlukla araladı. Ufuk, ürkek, kollarını göğsünde kavuşturup, masasına dayanmış, ona bakıyordu. Perşembe, sanki odaya yeni girmiş, etrafı tanımak ister gibi, çevresine göz gezdirdi. Pencerenin önündeki jaluzi sımsıkı örtülüydü. Yattığı koltuğun yanıbaşında, bir kenarı kalorifere yaslı, ufak bir sehpa durmaktaydı. Sehpanın üzerinde, az önce Ufuk’un gözünün kesmediği, içinde yapma çiçekler duran cam bir vazo vardı ve onun etrafında da dört el kuklası, az sonra hareketlenecekmişçesine canlı, yatmaktaydılar. Ufuk’un masasının önünde bir konuk sandalyesi ve üzerine birkaç sağlık dergisi yayılmış orta boy bir sehpa duruyordu. Masanın bir kenarında kişisel bilgisayar kuruluydu ve kalanında da düzenli yerleştirilmiş takvim, defterler, kalemlik, reçetelik yayılıydı. Kenarda irice bir saksıda büyümüş, tepesi iple zaten neredeyse ulaştığı tavana tutturulmuş filkulağını ilk bakışta adama benzetti Perşembe. İrkildi. Masanın arkasındaki duvar, diploma ve sertifikalarla doluydu, köşelerinde de Ufuk’un daha genç, gülümseyen çehresi. Kızın korkmuş hatlarından aşağıya inip, yerdeki kırık cep telefonunu görünce bir parça utanç duydu Perşembe. Yattığı koltuğun hemen sağındaki eczanelerdekine benzeyen, çelik tartı aleti, orada dünyaya konuvermiş bir uçan daire kadar garip duruyordu.

Perşembe, ilk hamlede kalkamadı. Öne kaykıldı biraz.

“Her yanım tutulmuş.”

“Rahatlamış olman gerekiyordu…” dedi Ufuk ve bakışlarını ondan kaçırarak saatine baktı, başını pencereye çevirdi. “On dakika içinde bir hastam gelecek.”

Perşembe, doğrulmayı başarmıştı nihayet. Ellerini arkada birleştirerek kemiklerini kütürdetti. Pencerenin kenarındaki kolona dayanıp, vücudunu gererek rahatladı. Jaluzinin ardından dışarının karardığını gördü. Gidip, Ufuk’un kolunu tuttu, saate baktı. Sekize gelmekteydi. Gözlerini kızınınkilere dikti.

“Bu saatte mi?”

Ufuk kolunu aldı ve korkuyla Perşembe’yi süzerek, bir eliyle masasından destek alıp, birkaç adım uzaklaştı.

“Beni öldürecek misin?”

Perşembe, donuk bir ifadeyle ona baktı, duvardaki diplomaya döndü. Oradaki ismi okudu:

“Ufuk Civelek.”

Cebindeki fotoğrafı çıkarıp, arkasına baktı, okudu.

“Ufuk Civelek…” Ufuk’a baktı. “Erkek olman gerekiyordu.”

“Gördüğün gibi, değilim işte.”

Ufuk’un eli masanın kenarından sarkan, kesik telefon kablosuna değdi. Elektrik çarpmış gibi irkilip, kapalı duran kapıya baktı. Yüzündeki korku, öfkeye döndü. Çatık kaşlarını Perşembe’ye çevirdi.

“Ne lüzumu vardı bunların? Öldüreceksen gir, öldür, çek git!”

Perşembe, sehpadaki oyuncak el kuklalarından sevimli bir palyaço başı seçip, eline geçirdi. Kuklayı oynatarak, onun ağzıyla konuştu:

“Kadın ve çocuk öldürmüyoruz.”

Sonra, kuklayı çıkarıp yerine koydu, kapıya yöneldi. Cebinden bir anahtar çıkarıp, deliğe soktu. Son anda bir şey hatırlamış gibi, Ufuk’a döndü birden.

“Tartıya çık.”

“Ne?”

“Tartıya,” dedi Perşembe, başıyla işaret ederek.

Ufuk, bir tartıya, bir Perşembe’ye baktı gözlerini kırpıştırarak. Ardından, yavaşça gidip, tartıya çıktı. Perşembe, yüreğini avucunda hissettiği çıtı pıtı genç kızın önlüğünün kıvrılışını seyretti, o, alete çıkıp, çelik koldaki ağırlığı ayarlarken. Bakımlı parmakları incecikti, teni fazlasıyla beyaz, adeta saydamdı. Perşembe’nin seslenişi Ufuk’u kendine getirdi:

“Kaç?”

“Kaç mı?”

“Kaç kilosun?”

Ufuk, şaşkın, tedirgin, tartının ölçüsüne döndü. Çelik ölçeği ileri geri iterek dengeledi.

“Kırk altı…”

Perşembe, kapıyı açtı. Belindeki silahı kontrol ederek, kemerine yerleştirdi. Ceketini düzeltti. Çıkmadan Ufuk’a döndü.

“Değmezmiş… Vizite borcum olsun. Yine geleceğim. O zamana dek yüzümü unutmanı öneririm,” dedi ve aralıkta yitti.

Ufuk, dizleri zor tutar halde indi tartıdan. Titriyordu, ağladı ağlayacaktı. Pencereye gidip, jalûziyi araladı. Caddede hayat akıyordu. Arabalara ve henüz başlayan yağmura dalmıştı ki dış kapının sesiyle, bir rüyadan uyanır gibi silkindi. Perşembe’nin boşalttığı koltuğa bir pelte gibi bıraktı kendini.

***

Battal, elinde kesme kristalden bir viski bardağı, dalgın, yağmur damlalarının dövdüğü camdan, bahçeyi seyretmekteydi. Bardağının boş olduğunu, dudağına götürünce fark etti. Üzerinde viski şişesi duran masaya gidip, şişeyi açtı, bardağını doldurdu. Kapağı kapatmadan, kardeşi Cemil’e döndü.

“İstemediğine emin misin?”

Cemil, salonun ortasında, ayaktaydı. Abisine ait olmasına rağmen, o köşke her gelişinde kendisini yabancı gibi hissederdi. Bu defa adeta başka bir dünyadan gelmişti. O zevksiz şatafat, avizeler, oymalı mobilyalar, yerdeki en pahalısından halılar, duvarlarda birbirleriyle tema bütünlüğü olmayan, mezatlarda büyük paralar verildiği belli antika tablolar, masa ve gümüşlükte, sehpalarda duran simli, tuhaf biblolar ve tüm bu garip dünyaya insanı ziyadesiyle yabancılaştıran, içinde bir sürü süs balığının dolandığı yüksekçe akvaryum… Cemil, bakışlarını ne yana çevirse kaçamayacağını bildiği bu sirk karmaşasından kurtulamayacaktı. Ateş saçan gözlerini Battal’dan ayırmadan masaya yanaştı.

“Abi, bu adamları tanıyorsun. Bana bir ipucu ver.”

Battal, Cemil’e baktı. Şişeyi kapatıp, gümüşlüğe koydu. O esnada odanın kapısı aralandı ve Battal’ın eşi, Emine Hanım, çekinerek başını uzattı içeriye.

“Ben yatıyorum.”

Battal, tepki vermedi. Cemil, doğrulup, ceketini düzeltti. Kadın, endişeyle onlara baktı.

“İyi geceler.”

“Sana da, yenge,” diyerek yanıtladı Cemil, gülümsemeye çalışarak.

Kadın, sessizce çıktı. Battal, büyük bir koltuğa yerleşip, bacak bacak üstüne attı ve bakışlarını duvarda bir noktada sabitleyerek, içkisini yudumlamaya başladı. Cemil’in yüzüne bir karaltı düşmüştü.

“Unutma, ölümün bunların elinden olacak. O vakit yanında olmayacağım!”

Hiddetle çıktı odadan genç adam. Holde, merdiven korkuluğundan güç alarak bekleyen yengesiyle karşılaştı. Kadın, üzgün gözleriyle baktı ona. Cemil, dönüp, hızlı adımlarla dış kapıya gitti ve kapıyı çarparak çıktı. Battal’ın evlatlığı Oflaz, gıcır gıcır takım elbisesi üzerinde, holün kenarındaki odadan, eli belindeki silahta, heyecanla fırladı. Dış kapıya baktı, kimse yoktu. Diğer yana baktığında, Emine Hanım’la göz göze geldi. Kadın, başı önde, kırgın, basamakları çıkmaya başladı. Oflaz, telaşla, Battal’ın oturduğu salona geçti. İçeriye girer girmez, koltuğundaki Battal’ı görüp, rahatladı. Önünü ilikledi. Battal, kalkıp, elindeki bardağı sehpaya bıraktı, kapıya gitti.

“Salih’e söyle, arabayı çıkarsın,” dedi, Oflaz’a dönmeden.

“Ben de geleyim mi, abi?” diye sordu Oflaz heyecanla.

Battal, yanıt vermedi. Hatta dönmedi bile. Oflaz’ı odanın soğuğuna terk etti.

***

Battal’ın bu soğukluğu sadece Oflaz’a karşı değildi. Kalıplı yapısı ve çukurları bir parça derinde gözleri ile istese dahi içinizi ısıtacağı aklınızdan geçmeyecek bir adamdı. Yüzündeki derin çizgiler, alnını ve ağzının etrafını o derece gölgeliyordu ki sevinçli mi, hüzünlü mü olduğunu anlamanız mümkün değildi. Arabanın arkasına oturduğunda, şoför koltuğundaki Salih’e de aynı kayıtsızlık ve mimik yoksunluğuyla baktı. Salih, sabırla arkadan gelecek talimatı bekledi. Dikiz aynasından Battal’ın belli belirsiz baş hareketini gördü ve arabayı çalıştırdı.

Araç trafikte güçlükle ilerlerken, caddelerdeki tuhaf kıyafetli, küpeli gençlere ve dilenen göçmenlere iğrenerek baktı Battal. Göz çukurları bir ton daha kararmasa, onun bu jestini algılamak için bir se çıkarmasını beklerdiniz. Sol elindeki on taneli, turkuaz tespihini çekerken, başını doğrudan yola çevirdi. Dalgındı. Yine de gideceği sokağa yaklaştıklarını fark etti ve son anda şoförünün omzuna dokunuverdi. Salih, caddeden saptı, girdiği sokakta ilerlerken hemen ilk sağa dönüverdi. Caddenin ışıltısına tezat, alabildiğine karanlıktı girdikleri sokak. İki yandaki ufak tefek dükkanlar çoktan kapanmıştı. Sokağın ortasındaki, loş, kepenkleri henüz indirilmemiş kahvehanenin önünde durdular. Salih’in açtığı kapıdan inip, girmeye fazla da istekli olmadığı her halinden belli olarak, dükkanı süzdü, içeriyi bakışlarıyla taramaya çalıştı Battal. Salih, arabaya yaslanarak beklemeye dururken, Battal, yarı aralık kapıyı itikleyerek, içeriye adımını attı. Aradığı şeyi görememişti, masalar boştu. İlerleyince, dipteki büyük kolonun arkasında, patron masasında demlenen Kasım’ı gördü. Altmışlarında, bir gözü diğerinden kısık, saçları dökülmüş, gençliğinde yakışıklı, yıkıcı bir adam olduğu her halinden belli, görmüş geçirmiş bir adamdı Kasım. Çizgili, eski bir takım elbisenin içine gömlek ve yelek giymişti. Yumurta topuk ayakkabılarının arkalarına basıyordu. Battal’a domates, peynir ve yeşil soğandan oluşan mütevazı sofrasını gösterdi.

“Buyur.”

“Sağ ol…” dedi Battal, küçümserce. “Sadece konuşmaya geldim.”

Kasım, çatalını tabağına bıraktı ve elinin tersiyle bıyıklarını silerek kalktı, Battal’a ardından gelmesini işaret etti. Patron masasının hemen arkasından üst kata çıkan merdivenlere yöneldiler, Kasım önde, Battal arkada.

Merdivenlerin bağlandığı küçük, mütevazı odanın eşyaları, aynı zamanda yatak olarak da kullanıldığı belli bir divan, onun önündeki orta boy bir sehpa, birkaç oturak ve köşede tekerlekli dolap üzerindeki, küçük ekran bir televizyon ile iki düğmesi kırık bir radyo-kasetçalardan ibaretti. Televizyon dolabının yanından başlayan lavabolu, ufak tezgahın üzerinde bir üçlü ocak, iki tencere, birkaç tabak ve bardak ile bir cezve ve fincan takımı diziliydi. Tezgahın kenarında, duvara çakılı bir çiviye hem havlu, hem elbezi olarak kullanılan bir bez asılmıştı. Battal, sedire oturup, sıkkınca tespih çekmeye girişirken, Kasım, tezgâhtaki ocakta alışkın, kahve yapmaya koyuldu.

“Ne yapıyorsun, Kasım? Bir şey almayacağım dedim ya!” dedi Battal sinirle.

“Ziyaretime gelen herkes kahvemi içer,” diyerek cevapladı onu Kasım, istifini bozmadan.

Battal, sedirde kayıp, pencereye yanaştı, dışarıdaki arabasına baktı. Doğruldu, tezgahta kahveyle uğraşan Kasım’ı süzdü ifadesizce. Tespihini sehpaya bıraktı.

“Polis seninkileri arıyor.”

“Herkes işini yapar. Polis de polisliğini yapacak,” dedi Kasım, sakince fincanları doldururken. Kahveleri sehpaya bırakıp, altına tabure çekti “Hem sana ne benimkilerden?”

Battal, kahvesinden bir yudum aldı, yüzü buruşuverdi. Fincanı tabağa koyup, itti.

“Acı mı geldi?”

Kasım’ın sorusunu cevapsız bıraktı Battal. Kendi kahvesini bitirince kalkıp, fincanları tezgaha götürdü Kasım, onları sudan geçirdi. Çividen aldığı beze elini kurularken, ağırdan hareketlenen Battal’ı fark edip, döndü. Onun ardı sıra merdivenlere yöneldi. Aşağıya indiğinde, Battal çoktan kapıya varşmıştı. Bir elini kapının koluna atmışken, durdu Battal. Kasım, ona doğru ilerledi.

“Hep bir bahaneyle geliyorsun Battal. Ama asıl diyeceğini demeden de gidiyorsun. Bu defa söyle, sen de kurtul, ben de.”

Battal, kapının kolunu bıraktı, döndü. Cebinden bir fotoğraf çıkarıp, Kasım’a uzattı. Kasım, üstüne ve arkasına baktı resmin. Sonra para çıkarmaya yeltenen Battal’ı, yüzüne dahi bakmadan durdurdu.

“Bitince.”

Battal’ın eli, pantolonunun cebinde kalmış, Kasım ise, bir yandan ondan aldığı fotoğrafı inceleyerek, çoktan masasına varmıştı. Sofrasına otururken düşünceliydi, Battal’ın çıkışını işitmedi bile. Çekmecesinden bir zarf alıp, fotoğrafı içine koydu ve zarfın üzerine “PERŞEMBE” yazdı.

***

(Devam edecek…)

SAMSUN’DA İKİ GÜZEL DENEYİM

Haftalık yazılar yazdığım, Samsun Haber Gazetesi’ndeki HAYAT DAMARI köşem için konu ararken, yaklaşık on yıldır tanışmakta olduğum güzel insan Gönül Moroğlu (Moroğlu Film’in sahibi) aradı ve bir belgesel çekimi için Samsun’a geleceklerini söyledi. Mili Eğitim Bakanlığı tarafından Sonsuz Kare Firmasına sipariş edilmiş, “Çizgi Ötesi Öğretmenlerimiz” başlıklı bir belgesel (Yönetmen Nuh Şen, görüntü yönetmeni İlyas Yavuz) için geleceklerdi. Bu yapımda koordinatör olarak görev alıyordu Gönül Abla ve Türkiye’nin farklı ilerinden seçilen on ayrı öğretmen hikaye edilecekti.

 

Samsun’da konu edindikleri, Dilek Livaneli adında, Çarşamba’nın Kumköy köyündeki ilkokulda görev yapan, genç bir ilkokul öğretmeni hanımdı.  Başarılarıyla, Varkey Gems Vakfı Küresel Öğretmen Ödülü Komitesince dünyanın en başarılı 50 öğretmeninden biri seçilmesi, bir anda ünlenmesini sağlamış ve yurt içinden de ödüller kazanarak, edindiği prestiji okulu yararına kullanmıştı.

Çekimin başına yetişemedim. Ben Kumköy’e ulaştığımda, ekip çoktan çekimlere başlamıştı. Yine de okulun pırıl pırıl çocuklarıyla, aydınlık kafalı öğretmeniyl ve çalışkan film ekibiyle birlikte çok güzel bir gün geçirdik okulda. Dilek Livaneli, o köyde geçirdiği yıllar süresince sadece okulunu değil, köydeki yaşamı da dönüştürmüş, işini çok seven bir hanım. Samsun Çarşamba Kumköy İlkokulu, kent merkezindeki türdeşleriyle yarışabilecek modernlikte düzenlenmiş, temiz, bakımlı bir okul. Çocuklara ait bir yemekhanesi, bir anaokulu binası, oyun parkı ve spor aletleri bile var. Yine köyün kadınlarının evlerine maddi katkıda bulunabilecekleri bir ayakkabı atölyesi de kurulmuş okulun içerisine. Bunlarla da yetinmiyor Dilek Hoca. Daha nice nice hayalleri var okulu için.

Gönül Abla, ben eve dönerken bir sürpriz daha yaptı. Ozan Arif (evet, ülkücü şair!) onun eski bir aile dostuydu ve sonraki günün akşamı, onu ziyarete gidecekti. Benden kendisine eşlik etmek isteyip istemeyeceğimi sordu. Köşemde sık sık Samsunlu sanatçıları tanıtıyordum ve bu da iyi bir fırsat olacaktı benim için. lakin, Ozan, benimle, hani yurtseverlik bir kenara, siyasi görüşleri taban tabana zıt biriydi. Ürktüm açıkçası. Ama neticede merakım ağır bastı ve Ozan Arif’i ziyarete gittik, film ekibi Samsun’dan ayrılmadan önce.  Ne yalan söyleyeyim, tarzı, ağır söylemleri bir yana, müzisyenliğinin yanında Türkçeyi gerçekten iyi kullanan bir şair, Ozan Arif. Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Samsun’da yaşamış olması, yani Samsun’da yetişmesi ve halen uzun yıllardır Samsun, Atakum’da oturması nedeniyle Alucralı değil, artık Samsunlu saydığım ozanla tanışmak fırsatı da kaçmazdı. Sanatçı son birkaç yıldır kanser illetiyle boğuşmakta. Bu nedenle de otuz beş kilo kadar yitirdiğini söylüyor. Türkiye siyasetinden yana çok dertli, ama bir büyük derdi de telif sorunları. İnternette kendi adı kullanılarak açılan sitelerden, kendi şarkılarının sahibi olamamaktan dertli. Güler yüzlü ve misafirperver.

 

ORDU KİTAP FUARI

Geçtiğimiz hafta sonu da Ordu Kitap Fuarı’na katıldım. Eşim SEvgi, fuar boyunca bana çok yardımcı oldu. Beni şaşırtan, bu defa özellikle çok genç okuyucuların kitaba ilgi göstermesi oldu.

 

Elbette müşteriler arasında bazı abiler…

… ve  genç çiftler de vardı.

Fuarda tanıştığım Rizeli şair dost, Ömer Yazıcı’ya (Üç Dünya Aşk şiir kitabının yazarı -Kumran Yayınları-) kitabım BİR MÜHENDİSİN SİNEMA EĞİTİMİ’ni imzalıyorum.

Yine Ömer’le birlikte Kumran’ın yazarlarından olan Yasemin Balcı (Demir Yastık) ile de tanıştım ve ona da kitap imzaladım.

Başka bir yazar arkadaş, Erdal KARA.

…Ve Fuar’ın en cesur yazarı, Erdinç YILMAZ! Tek parmağıyla dev bir roman yazan inanılmaz delikanlı…

YILMAZ GÜNEY ANISINA…

Bugün Yılmaz Güney’in 33. ölüm yıldönümü. Şimdi benim gibi ’72 doğumlu olanlar ve daha da gençlerin böyle bir yazının başına ‘ANISINA’ eklemesi ne derecede doğru, bilemiyorum. Neticede Yılmaz Güney’i ve sinemasını layıkıyla yaşayamadık biz. Onun döneminde yoktuk ya da küçük birer çocuktuk henüz. Neredeyse her sene festivallerden ödüllerle döndüğünü okuyamadık o günkü gazetelerden. Yeni filmini heyecanla bekleyemedik ve sinema perdesinde izleyemedik o yapıtların çoğunu, hatta bazılarımız, hiçbirini. Ama neticede sonrasını yaşayan insanlar için de “anı” oluşturabiliyor bazı insanlar.

Ben, Yılmaz Güney’in sinemasını çok seviyorum. Bazı kişilerle tanışıyorum, ona çok tersler. Bu karşıtlık, hatta düşmanlık, onun ideolojisinden, siyasi kişiliğinden ve etnik kimliğinden kaynaklanıyor genelde. Ama ben söylüyorum, bunların dışında sanatçı bir yanı da var Güney’in, sinema tutkusu, yazma, üretme tutkusu var. Filmlerini izlerken, hatta en kötüsünden bir Çirkin Kral dönemi polisiyesi dahi izlerken, ondaki sinema tutkusunun size geçmesine mani olamıyorsunuz. Ben her iki siyasi görüşten de, hatta merkezden insanlardan da o filmlere dair çok güzel hatıralar, övgüler dinledim.

yılmaz güney ile ilgili görsel sonucu

BİR MÜHENDİSİN SİNEMA EĞİTİMİ (Gece Kitaplığı Yayınları) adlı kitabımda, başka pek çok sinema sanatçısına duyduğum bağlılık gibi, ona olan eğilimimi de uzun uzun anlatıyorum. Bu yazı vesilesiyle de kısaca burada da anlatmak istiyorum.

Babam ve annem, Sürü’ye gitmişler yıllar önce. İkisi de o filmi müthiş bir anı gibi anlatırdı. Umut’u anlatırdı babam ve sanırım Baba’yı, daha eskilerden Seyyit Han’ı anlatırdı. Bir masal, bir efsane gibi dinlerdim. Çünkü liseye kadar gerçekten de öyle bir adamın varlığına delil bir ize rastlamamıştım babamın anlattığı filmler haricinde. Biz küçükken, hani 70ler boyunca Türkiye’deydi elbette. Ama biz kendimizi fark etmeye başladığımız yaşlarda o artık mahpushanelerin gediklisi olmuştu. Hakkında konuşulmuyordu, gazetelerde adı geçmiyordu, sokaklarda fotoğrafları satılmıyordu, kitaplarını bulamazdınız.

Alamancılar döndüler yurda ardından. Video diye bir şey gelmişti ki, bizim eve hiç girmedi. Ancak yıllar sonra kendi evime alacaktım ilk video oynatıcımı. Kısa sürede onun yerini vcd oynatıcı, peşine DVD oynatıcı ve şimdi de blueRay oynatıcı alacaktı. Ortaokul son sınıfta olmalıyım, 85 ya da 86 yılı. O insanlar yanlarında Minareci Videola vb etiketli video kasetler getirdiler kocaman kocaman. Kemal Sunal, Cüneyt Arkın filmleriydi çoğu.

yılmaz güney ile ilgili görsel sonucu

İlk Yılmaz Güney’imi onlar sayesinde izlemiştim. Bir komşumuzun evinde. Aysel Abla’nın gösterdiği kasetin etiketini okuyunca gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Yıllar boyu babamdan dinlediğim Baba filmi, nihayet karşımdaydı işte! Yılmaz Güney diye bir adamın var olup olmadığının ispatı olacaktı bana o film. Çok tuhaf gelmişti bana ilk başta. Bildiğimiz yakışıklı, Yunan heykeli güzelliğinde adamlara benzemiyordu bu oyuncu. Ama naif konusuna ve kaba çizilmiş karakterlerine rağmen, ilk anda içime işleyivermişti Baba. Bana anlatılan o sahneler karşımdaydı işte: Belgesel tadında takip ettiğiniz yaşantısı içinde bir kalantorun hizmetinde çalışan, ailesini fakirlikten çıkarmanın tek yolu olarak Almanya’ya işçi olarak gitmeyi gören Cemal’i yer sofrasında önce oğluyla ve kızıyla mandolin ve bebek için, çok geçmeden de yanında çalıştığı Refik Kemal Bey’in köşkünde onun oğlunun yerine hapse girmek için yaptığı iki pazarlık, Alman doktorun diş kontrolü sahnesi ve Cemal’in eksik dişi nedeniyle gönderilecekler listesine girememesi, ardından gelen meyhane sekansı ve Cemal’in meyhanedeki arkadaşlarına bıçak çekip onları sıraya dizmesi, Cemal’in evlatlarının babalarını Almanya’da sanıp, Refik Kemal’in (muhteşem Yıldırım Önal!) gönderdiği güzel kıyafetler içinde, yine ondan gelen oyuncaklarla her şeyden habersiz, kısa bir süre için çocukluklarını yaşamaları, Cemal’in hapishane çıkışı kızını bir genelevde bulduğu sahne ve elbette sondaki, Kuzey Vargın’ı vurup intikam aldığı, Çirkin Kral dönemi seyircisini muhtemelen galeyana getirip koltuk kırdırtan sahne… Karşımdaydılar.

yılmaz güney baba ile ilgili görsel sonucu

Baba’yı izlememin üzerine bu adamı daha detaylı tanımaya giriştiğimde (ki ‘80lerin ikinci yarısıydı o dönem), gerçekten de piyasada o yönde bir kaynak bulunmadığını gördüm. İmdadıma yetişen sadece Alamancılar’ın getirdikleri filmler oldu. Onları da ancak onlarda, müsait olduklarında izleyebiliyorduk. O da binbir güçlükle, çünkü mümkün olduğunca gizli yapmaya çalışıyorduk bu işi. Alamancılara yalvara yakıla, onlarla takaslar yapma yoluna giderek, bu filmleri toplamaya başladım. Bana her zaman denilen şuydu: “Bu adamın filmleri yakıldı. Var olan az sayıda kopya da dağınık halde, ulaşmak mümkün değil.” Ben bunun aksine inandım ve bütün filmlerinin bulunacağına inandım. Vcd, DVD ve nihayet divxler sayesinde (ve tabi ki Almancıların, korsancıların, Topkapı gümrüğünün, video dükkanlarının tezgah altlarının, renkli televizyon ile hayatımıza giriveren özel kanalların gösterimlerinin ve en çok da canım arkadaşım, sinema yazarı ve tarihçisi Alican Sekmeç’in sayesinde) bu filmlerin yaklaşık doksan kadarını topladım ya da en azından gördüm.

47 gibi, erken denebilecek bir yaşta aramızdan ayrıldı Yılmaz Güney. Yüzlerce güzel film taslağını da, belki yazacağı daha bir sürü romanı, şiiri de kafasının içinde götürdü. Bir daha öyle bir dönem yaşar mı Türkiye, bilmem. Ama sanat eseri kıymetlidir. Ait olduğu ülkenin de hazinesidir. Bu filmleri depolarda korumasız bırakarak, yangınlara kurban verdik. Kimini kendimiz yok ettik acımadan. Bugün Güney’inkiler bir yana, sinemamızın öyle nadide eserleri kayıp konumda ki şaşarsınız.

İşte bu yüzden “ANISINA” diyebiliriz artık. Kendi değil, ama filmleri, kitapları yaşadı bizimle. Kanun kaçağı, Kürt, Marksist, bunlar onunla yitip giden şeyler. Filmlerine bakın siz. İnsanını nasıl özenerek, ciddiyetle, en güzel ve en doğru haliyle anlatmış. Ve hala kimi sinemacılara ilhan olmaya devam ediyor bu adam. Bulutların üzerinden zihninde tortuları kalan filmlerini çekiyor…

EDREMİT KİTAP FUARI

Geçtiğimiz hafta sonu Edremit Kitap Fuarı’nda kitabım BİR MÜHENDİSİN SİNEMA EĞİTİMİ’ni imzaladım. Yayınevim GECE KİTAPLIĞI’nın başka yazarları da aynı eylem için oradaydılar (Mesut KELEŞ, Cengiz YILDIRIM, Devrim UZUNER, Nizamettin Sırrı KAZANCI)

ŞOFÖR NEBAHAT geçti az önce toz duman…

 

Sezer Sezin, Turan Seyfioğlu çalışmam için konuştuğum sanatçıların ilkiydi. Sinema yazarı arkadaşım Alican Sekmeç sayesinde telefonuna ulaşıp, randevulaştık. 2007 Şubatı olmalı. Sanatçı, randevu talebimizi sevinçle kabul etti. Ertesi gün, Alican’ın yazıp elime tutuşturduğu adres avucumda, heyecan içinde Sezin’in Nişantaşı’nda oturduğu binaya vardığımda henüz randevu saatine kırk dakika vardı. Yeter ki geç kalmayayım diye fazlaca erken hareket etmiştim. Yukarı çıkmakla çıkmamak arasında gidip geldim bir süre, ama son dakikaya kadar beklemeye karar verdim.

Nihayet daireye çıktığımda görevli bayan karşıladı, içeriye buyur edip, orta büyüklükte bir odaya aldı beni. Evin bütünü gibi o oda da zevkle döşenmişti. Antika eşyaların üzerinde, duvarda Sezin’in gençlik fotoğrafları, filmlerinden kareler asılıydı. Bir de Sezer Sezin’in kendi yazdığı bir şiir çerçevelenmişti. Güzel de bir şiirdi. Sezin çok bekletmedi beni. Ayağa kalkıp elini sıktım. Güzel yaşlanmıştı doğrusu. Ağır İstanbul hanımefendisi edası, filmlerindeki erkeksi kadına pek benzemiyordu. Son derece düzgün bir Türkçeyle, kelimelerini seçerek konuşuyordu. Oturmak için önce onu bekledim. Ortamızda son derece şık bir sehpa bulunmaktaydı. Kenarına ses kayıt cihazımı koydum. Sony marka basit bir kasetli ses kaydediciydi. Sonradan deşifre esnasında beni deli edecekti. Görevli kadın az sonra elinde bir tepsiyle geldi. Tepsiye her birinden ikişer adet olmak üzere, kahve, likör ve çikolata, yanında da su konmuştu. Kadın onları dikkatle sehpaya yerleştirdi ve ayrıldı.

Sezer Sezin yıllardır bir köşede unutulup kalmış olmaktan sıkılmış olmalıydı. Bence Türk Sineması’nın Aliye Rona ile birlikte gelmiş geçmiş en iyi kadın yüzlerindendir Sezin. Ancak sinemayı Turist Zehra (Kayhan Arıkan) ile bıraktığı 1967 yılından bu yana ortalarda değildi. Bu ropörtaj vesilesiyle adının yeniden bir yerde geçecek olması ihtimali onu çok mutlu etmişti. Heyecanı konuya odaklanmasını zorlaştırıyordu. Ropörtaj yaptığım, unutulduklarını düşünen emektar Yeşilçam sanatçılarının hepsinde aynı özelliği gördüm; konu ister istemez dönüp dolanıp kendilerine geliyordu. Gerçi Sezin sadece iki filmde birlikte oynamıştı Seyfioğlu ile. Biri Kaçak (Şadan Kamil, 1954), diğeri de Meyhanecinin Kızı (Akad, 1958) idi. Seyfioğlu’nun kariyeri açısından dönüm noktası filmlerdendi bunlar. Benim istediğim de bu filmler ve çekimlerde Seyfioğlu ile yaşadıklarıyla ilgili anılarını kaydetmekti. Oysa Sezin kendi sinema serüvenine dönüp duruyordu. Kesmedim elbette, çünkü o bahislerdeki hikâyelerin her biri başka başka yazılara kaynaklık edecek kıymetteydiler.

Turan Seyfioğlu ile KAÇAK’ta.

Sezer Sezin, 1944’ten 1967’ye kadar Yeşilçam’ın serüveninin tam ortasındaydı. Lütfi Akad’ın yönetmenliğe başlamasına vesile olmuş, onun ilk filmi Vurun Kahpeye’nin (1949) başrolünde oynamıştı. Gerçek adının Mensure Sezer olduğunu da o akşam kendisinden öğrendim. En iyi arkadaşları erkek oyuncular olmuştu, özellikle Ayhan Işık’ı özlemle anıyordu ki Işık da Sezin’in en muhteşem oyununu verdiği Orhan Kemal uyarlaması Üç Tekerlekli Bisiklet’te (Lütfi Akad & Memduh Ün, 1962) karşılıklı oynadığı jöndü. Seyfioğlu’na değindiği kısa anlarda onun maceraperest yanından bahsetti. Onu bitiren, alkole düşmesine ve genç yaşta hayatını yitirmesine neden olan Dürnev Tunaseli ilişkisini anlattı ve Seyfioğlu’yu ölümüne götüren süreci hızlandıran vakanın Meyhanecinin Kızı’nın çekimleri esnasında, kış soğuğunda, hem de hasta iken, bir sahnede defalarca denize atlamak zorunda kalması olduğunu söyledi.

O güzel akşamı sonlandırıp kalktığımızda 60 dakikalık iki kaseti doldurmuştuk. Deşifreyi kolaylaştırmak için aldığım notlar da arkalı önlü iki A4 kâğıdını kaplamıştı. Teşekkür edip ayrıldım. Beni nezaketle kapıya kadar geçirdi Sezer Sezin. Şoför Nebahat’in (Metin Erksan, 1960) gözlerine son bakışımdı.

Ve işte dün itibariyle yitti Şoför Nebahat, tozu dumana katarak…

  

BU OSCAR NE MENEM BİR ŞEYDİR ya da FESTİVAL KÜLTÜRÜ

Sinema üzerine yazmaya karar verdiğim dönemlerde, biraz da takip ettiğim sinema yazarlarının yazılarının yönlendirmesiyle, festival filmlerini öncelikle görmeye önem verir hale gelmiştim. Oscarlı, Altın Palmiyeli, Ayılı, Leoparlı filmlerin çılgın arayıcısı haline gelmiştim ve bunlardan bulabildiklerimin tamamını izlemeyi hedefliyordum.

Festival kültürünün (istisnalar kaideyi bozmaz düsturuyla elbet) aslında tümüyle reklama, propagandaya yönelik bir yapısı olduğunu kavramam yıllarımı aldı. Gerçekten de bu çok tuhaf bir şeydi. Dünya üzerinde senede yüz binlerce film çekiliyor olmalıydı, ama bir film (genelde Hollywood menşeli) çıkıyor ve (sözde) farklı bir sürü festivalden aynı ödülleri ve övgüleri topluyordu. Bu dalga bizim sahillerimize de vuruyor ve bizim sinema yazarlarımız da listelerinin en başına hep bu filmleri yerleştiriyorlardı.

Ben kimim ki bu döngüye çomak sokayım ki falan derken, ama bir yandan da burada bir yanlışlık var diye kafamdan geçirirken elime Giovanni Scognamillo’nun yazdığı Amerikan Sineması ve yine bir derleme olan Oscar Filmleri kitapları geçti yaklaşık 19-20 sene önce. Kitap Oscar tarihini, önemli olayları özetliyor ve yıl yıl katılan, ödül alan, almayan filmlerin dökümünü yapıyordu. Ne çok filmin ödül verilmeyerek harcandığını ve ne kadar berbat filmin de bazen birden fazla Oscarla taçlandırıldığını görüyordunuz. Ve bir endüstriydi Hollywood, Oscar’da o endüstrinin bir ürünüydü!

Buna benzer kitaplar diğer festivaller için de hazırlanmalı. Çünkü benzer döngüler, numaralar diğer o majör festivallerde de dönmekte. Hani, gerçekten, bu benim fikrim ama mesela bir Mavi En Sıcak Renktir’in coşkuyla ödüllendirildiği sene, bu sıkıcı, seyri keyifsiz, gereksiz uzunlukta ve sunduğu tek şey itici bir erotizm olan, karakterleri havada kalan filmden çok daha iyi bir film daha yok muydu acaba adaylar arasında?

Bir de şu yıllardır oyunculuk yaptığı halde hala en iyi oyucu ödülleriyle onurlandırılan yıldızlar takılıyor kafama. Adam artık otomatik oynuyor zaten, makineleşmiş, oynamıyor ki, profesyonelce işini yapıyor ve siz asıl oyunu amatör ruhla, ama aslında o yıldızdan kat kat daha iyi sergilemiş olan diğer oyuncuyu ödüllendirmiyorsunuz. Neden? Marka değeri mi yok?

İyi bir macera filmi olduğu ve ustaca çekildiği su götürmez, ama neticede bir devam filmi olan Mad Max: Fury Road’u yılın en iyi film ilan etmek de neyin nesi? Daha önce seriyi başlatan ve kıt olanaklarla en az bunun kadarını yapan Mel Gibson’lı filmler bundan kötü müydü? İlk Mad Max’teki ruh bunda var mı?

       

Bizim filmlerimizin Oscar’a katılma sevdasına düşmelerinin sebebi de yine pazarlama mevhumu. Orada ödül almak kesinlikle bir filmin gişesi için garanti. Hatta ödüle de gerek yok, katılman yeterli. Ancak bu filmlerin genelde Anadolu’yu, halkını, onların davranış şekillerini tanımayan taze yönetmenlerce yazılıp çekilmiş olması, bunları dakika dakika kokutmakta, korkunçlaştırmaktadır.

Türkiye’deki festivallerde de durum aynı. Yani, nadir seneleri saymazsak genelde tüm festivallerde aynı filmler aynı ödülleri alıyorlar. Aslında bunun da bir dökümü, karşılaştırması yapılmalı, ama neticede amaç yukarıda dediğimle aynı; reklam, reklam,reklam…