Bugün Yılmaz Güney’in 33. ölüm yıldönümü. Şimdi benim gibi ’72 doğumlu olanlar ve daha da gençlerin böyle bir yazının başına ‘ANISINA’ eklemesi ne derecede doğru, bilemiyorum. Neticede Yılmaz Güney’i ve sinemasını layıkıyla yaşayamadık biz. Onun döneminde yoktuk ya da küçük birer çocuktuk henüz. Neredeyse her sene festivallerden ödüllerle döndüğünü okuyamadık o günkü gazetelerden. Yeni filmini heyecanla bekleyemedik ve sinema perdesinde izleyemedik o yapıtların çoğunu, hatta bazılarımız, hiçbirini. Ama neticede sonrasını yaşayan insanlar için de “anı” oluşturabiliyor bazı insanlar.
Ben, Yılmaz Güney’in sinemasını çok seviyorum. Bazı kişilerle tanışıyorum, ona çok tersler. Bu karşıtlık, hatta düşmanlık, onun ideolojisinden, siyasi kişiliğinden ve etnik kimliğinden kaynaklanıyor genelde. Ama ben söylüyorum, bunların dışında sanatçı bir yanı da var Güney’in, sinema tutkusu, yazma, üretme tutkusu var. Filmlerini izlerken, hatta en kötüsünden bir Çirkin Kral dönemi polisiyesi dahi izlerken, ondaki sinema tutkusunun size geçmesine mani olamıyorsunuz. Ben her iki siyasi görüşten de, hatta merkezden insanlardan da o filmlere dair çok güzel hatıralar, övgüler dinledim.
BİR MÜHENDİSİN SİNEMA EĞİTİMİ (Gece Kitaplığı Yayınları) adlı kitabımda, başka pek çok sinema sanatçısına duyduğum bağlılık gibi, ona olan eğilimimi de uzun uzun anlatıyorum. Bu yazı vesilesiyle de kısaca burada da anlatmak istiyorum.
Babam ve annem, Sürü’ye gitmişler yıllar önce. İkisi de o filmi müthiş bir anı gibi anlatırdı. Umut’u anlatırdı babam ve sanırım Baba’yı, daha eskilerden Seyyit Han’ı anlatırdı. Bir masal, bir efsane gibi dinlerdim. Çünkü liseye kadar gerçekten de öyle bir adamın varlığına delil bir ize rastlamamıştım babamın anlattığı filmler haricinde. Biz küçükken, hani 70ler boyunca Türkiye’deydi elbette. Ama biz kendimizi fark etmeye başladığımız yaşlarda o artık mahpushanelerin gediklisi olmuştu. Hakkında konuşulmuyordu, gazetelerde adı geçmiyordu, sokaklarda fotoğrafları satılmıyordu, kitaplarını bulamazdınız.
Alamancılar döndüler yurda ardından. Video diye bir şey gelmişti ki, bizim eve hiç girmedi. Ancak yıllar sonra kendi evime alacaktım ilk video oynatıcımı. Kısa sürede onun yerini vcd oynatıcı, peşine DVD oynatıcı ve şimdi de blueRay oynatıcı alacaktı. Ortaokul son sınıfta olmalıyım, 85 ya da 86 yılı. O insanlar yanlarında Minareci Videola vb etiketli video kasetler getirdiler kocaman kocaman. Kemal Sunal, Cüneyt Arkın filmleriydi çoğu.
İlk Yılmaz Güney’imi onlar sayesinde izlemiştim. Bir komşumuzun evinde. Aysel Abla’nın gösterdiği kasetin etiketini okuyunca gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Yıllar boyu babamdan dinlediğim Baba filmi, nihayet karşımdaydı işte! Yılmaz Güney diye bir adamın var olup olmadığının ispatı olacaktı bana o film. Çok tuhaf gelmişti bana ilk başta. Bildiğimiz yakışıklı, Yunan heykeli güzelliğinde adamlara benzemiyordu bu oyuncu. Ama naif konusuna ve kaba çizilmiş karakterlerine rağmen, ilk anda içime işleyivermişti Baba. Bana anlatılan o sahneler karşımdaydı işte: Belgesel tadında takip ettiğiniz yaşantısı içinde bir kalantorun hizmetinde çalışan, ailesini fakirlikten çıkarmanın tek yolu olarak Almanya’ya işçi olarak gitmeyi gören Cemal’i yer sofrasında önce oğluyla ve kızıyla mandolin ve bebek için, çok geçmeden de yanında çalıştığı Refik Kemal Bey’in köşkünde onun oğlunun yerine hapse girmek için yaptığı iki pazarlık, Alman doktorun diş kontrolü sahnesi ve Cemal’in eksik dişi nedeniyle gönderilecekler listesine girememesi, ardından gelen meyhane sekansı ve Cemal’in meyhanedeki arkadaşlarına bıçak çekip onları sıraya dizmesi, Cemal’in evlatlarının babalarını Almanya’da sanıp, Refik Kemal’in (muhteşem Yıldırım Önal!) gönderdiği güzel kıyafetler içinde, yine ondan gelen oyuncaklarla her şeyden habersiz, kısa bir süre için çocukluklarını yaşamaları, Cemal’in hapishane çıkışı kızını bir genelevde bulduğu sahne ve elbette sondaki, Kuzey Vargın’ı vurup intikam aldığı, Çirkin Kral dönemi seyircisini muhtemelen galeyana getirip koltuk kırdırtan sahne… Karşımdaydılar.
Baba’yı izlememin üzerine bu adamı daha detaylı tanımaya giriştiğimde (ki ‘80lerin ikinci yarısıydı o dönem), gerçekten de piyasada o yönde bir kaynak bulunmadığını gördüm. İmdadıma yetişen sadece Alamancılar’ın getirdikleri filmler oldu. Onları da ancak onlarda, müsait olduklarında izleyebiliyorduk. O da binbir güçlükle, çünkü mümkün olduğunca gizli yapmaya çalışıyorduk bu işi. Alamancılara yalvara yakıla, onlarla takaslar yapma yoluna giderek, bu filmleri toplamaya başladım. Bana her zaman denilen şuydu: “Bu adamın filmleri yakıldı. Var olan az sayıda kopya da dağınık halde, ulaşmak mümkün değil.” Ben bunun aksine inandım ve bütün filmlerinin bulunacağına inandım. Vcd, DVD ve nihayet divxler sayesinde (ve tabi ki Almancıların, korsancıların, Topkapı gümrüğünün, video dükkanlarının tezgah altlarının, renkli televizyon ile hayatımıza giriveren özel kanalların gösterimlerinin ve en çok da canım arkadaşım, sinema yazarı ve tarihçisi Alican Sekmeç’in sayesinde) bu filmlerin yaklaşık doksan kadarını topladım ya da en azından gördüm.
47 gibi, erken denebilecek bir yaşta aramızdan ayrıldı Yılmaz Güney. Yüzlerce güzel film taslağını da, belki yazacağı daha bir sürü romanı, şiiri de kafasının içinde götürdü. Bir daha öyle bir dönem yaşar mı Türkiye, bilmem. Ama sanat eseri kıymetlidir. Ait olduğu ülkenin de hazinesidir. Bu filmleri depolarda korumasız bırakarak, yangınlara kurban verdik. Kimini kendimiz yok ettik acımadan. Bugün Güney’inkiler bir yana, sinemamızın öyle nadide eserleri kayıp konumda ki şaşarsınız.
İşte bu yüzden “ANISINA” diyebiliriz artık. Kendi değil, ama filmleri, kitapları yaşadı bizimle. Kanun kaçağı, Kürt, Marksist, bunlar onunla yitip giden şeyler. Filmlerine bakın siz. İnsanını nasıl özenerek, ciddiyetle, en güzel ve en doğru haliyle anlatmış. Ve hala kimi sinemacılara ilhan olmaya devam ediyor bu adam. Bulutların üzerinden zihninde tortuları kalan filmlerini çekiyor…