25. ADANA FİLM FESTİVALİ

Bu sene, 24-30 eylül tarihleri arasında, davetli olduğum Adana Film festivali’ndeydim.

Festival programları günlük olarak dağıtıldı

Konuk kimliğim

Sinema yazarı dostum Alican Sekmeç’in hazırladığı 25. Yıl Sergisi’nden

Alican Sekmeç’le

Açılış törenini Nefise Kartay ve Oktay Kaynarca sundu

Onur Ödülü alanlar toplu halde

Ahmet Mekin

Cihan Ünal

Süleyman Turan

Onur Saylak

Galalar

Eski Adana

Yeni Adana

Adana Sinema Müzesi

SAMSUN HaberRadyo’da Kaan Ali Kolcuoğlu’nun DÖNENCE programına katıldım (9.1.2018)

Kolcuoğlu’nun programında tiyatro oyuncusu, yazar dostum Salih Temiz de konuktu. Kitabım BİR MÜHENDİSİN SİNEMA EĞİTİMİ’nden, Samsun’daki sanat ortamından ve şehre bir festival kazandırma düşümüzden konuştuk. 2 saati aşan uzun bir program oldu, bu nedenle programı, dinleyememiş olanlar için, kısımlara bölerek, birkaç günde vereceğim. SAlih Temiz ve Zekeriya Çavuşoğlu dostlarımla da televizyon için ayrı bir kayıt yaptık. Önümüzdeki haftalarda yayınlanacak. Onu da paylaşacağım.

09.01.2018 salı SİNEMA -DÖNENCE part 1

 

SAMSUN’DA İKİ GÜZEL DENEYİM

Haftalık yazılar yazdığım, Samsun Haber Gazetesi’ndeki HAYAT DAMARI köşem için konu ararken, yaklaşık on yıldır tanışmakta olduğum güzel insan Gönül Moroğlu (Moroğlu Film’in sahibi) aradı ve bir belgesel çekimi için Samsun’a geleceklerini söyledi. Mili Eğitim Bakanlığı tarafından Sonsuz Kare Firmasına sipariş edilmiş, “Çizgi Ötesi Öğretmenlerimiz” başlıklı bir belgesel (Yönetmen Nuh Şen, görüntü yönetmeni İlyas Yavuz) için geleceklerdi. Bu yapımda koordinatör olarak görev alıyordu Gönül Abla ve Türkiye’nin farklı ilerinden seçilen on ayrı öğretmen hikaye edilecekti.

 

Samsun’da konu edindikleri, Dilek Livaneli adında, Çarşamba’nın Kumköy köyündeki ilkokulda görev yapan, genç bir ilkokul öğretmeni hanımdı.  Başarılarıyla, Varkey Gems Vakfı Küresel Öğretmen Ödülü Komitesince dünyanın en başarılı 50 öğretmeninden biri seçilmesi, bir anda ünlenmesini sağlamış ve yurt içinden de ödüller kazanarak, edindiği prestiji okulu yararına kullanmıştı.

Çekimin başına yetişemedim. Ben Kumköy’e ulaştığımda, ekip çoktan çekimlere başlamıştı. Yine de okulun pırıl pırıl çocuklarıyla, aydınlık kafalı öğretmeniyl ve çalışkan film ekibiyle birlikte çok güzel bir gün geçirdik okulda. Dilek Livaneli, o köyde geçirdiği yıllar süresince sadece okulunu değil, köydeki yaşamı da dönüştürmüş, işini çok seven bir hanım. Samsun Çarşamba Kumköy İlkokulu, kent merkezindeki türdeşleriyle yarışabilecek modernlikte düzenlenmiş, temiz, bakımlı bir okul. Çocuklara ait bir yemekhanesi, bir anaokulu binası, oyun parkı ve spor aletleri bile var. Yine köyün kadınlarının evlerine maddi katkıda bulunabilecekleri bir ayakkabı atölyesi de kurulmuş okulun içerisine. Bunlarla da yetinmiyor Dilek Hoca. Daha nice nice hayalleri var okulu için.

Gönül Abla, ben eve dönerken bir sürpriz daha yaptı. Ozan Arif (evet, ülkücü şair!) onun eski bir aile dostuydu ve sonraki günün akşamı, onu ziyarete gidecekti. Benden kendisine eşlik etmek isteyip istemeyeceğimi sordu. Köşemde sık sık Samsunlu sanatçıları tanıtıyordum ve bu da iyi bir fırsat olacaktı benim için. lakin, Ozan, benimle, hani yurtseverlik bir kenara, siyasi görüşleri taban tabana zıt biriydi. Ürktüm açıkçası. Ama neticede merakım ağır bastı ve Ozan Arif’i ziyarete gittik, film ekibi Samsun’dan ayrılmadan önce.  Ne yalan söyleyeyim, tarzı, ağır söylemleri bir yana, müzisyenliğinin yanında Türkçeyi gerçekten iyi kullanan bir şair, Ozan Arif. Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Samsun’da yaşamış olması, yani Samsun’da yetişmesi ve halen uzun yıllardır Samsun, Atakum’da oturması nedeniyle Alucralı değil, artık Samsunlu saydığım ozanla tanışmak fırsatı da kaçmazdı. Sanatçı son birkaç yıldır kanser illetiyle boğuşmakta. Bu nedenle de otuz beş kilo kadar yitirdiğini söylüyor. Türkiye siyasetinden yana çok dertli, ama bir büyük derdi de telif sorunları. İnternette kendi adı kullanılarak açılan sitelerden, kendi şarkılarının sahibi olamamaktan dertli. Güler yüzlü ve misafirperver.

 

ORDU KİTAP FUARI

Geçtiğimiz hafta sonu da Ordu Kitap Fuarı’na katıldım. Eşim SEvgi, fuar boyunca bana çok yardımcı oldu. Beni şaşırtan, bu defa özellikle çok genç okuyucuların kitaba ilgi göstermesi oldu.

 

Elbette müşteriler arasında bazı abiler…

… ve  genç çiftler de vardı.

Fuarda tanıştığım Rizeli şair dost, Ömer Yazıcı’ya (Üç Dünya Aşk şiir kitabının yazarı -Kumran Yayınları-) kitabım BİR MÜHENDİSİN SİNEMA EĞİTİMİ’ni imzalıyorum.

Yine Ömer’le birlikte Kumran’ın yazarlarından olan Yasemin Balcı (Demir Yastık) ile de tanıştım ve ona da kitap imzaladım.

Başka bir yazar arkadaş, Erdal KARA.

…Ve Fuar’ın en cesur yazarı, Erdinç YILMAZ! Tek parmağıyla dev bir roman yazan inanılmaz delikanlı…

YILMAZ GÜNEY ANISINA…

Bugün Yılmaz Güney’in 33. ölüm yıldönümü. Şimdi benim gibi ’72 doğumlu olanlar ve daha da gençlerin böyle bir yazının başına ‘ANISINA’ eklemesi ne derecede doğru, bilemiyorum. Neticede Yılmaz Güney’i ve sinemasını layıkıyla yaşayamadık biz. Onun döneminde yoktuk ya da küçük birer çocuktuk henüz. Neredeyse her sene festivallerden ödüllerle döndüğünü okuyamadık o günkü gazetelerden. Yeni filmini heyecanla bekleyemedik ve sinema perdesinde izleyemedik o yapıtların çoğunu, hatta bazılarımız, hiçbirini. Ama neticede sonrasını yaşayan insanlar için de “anı” oluşturabiliyor bazı insanlar.

Ben, Yılmaz Güney’in sinemasını çok seviyorum. Bazı kişilerle tanışıyorum, ona çok tersler. Bu karşıtlık, hatta düşmanlık, onun ideolojisinden, siyasi kişiliğinden ve etnik kimliğinden kaynaklanıyor genelde. Ama ben söylüyorum, bunların dışında sanatçı bir yanı da var Güney’in, sinema tutkusu, yazma, üretme tutkusu var. Filmlerini izlerken, hatta en kötüsünden bir Çirkin Kral dönemi polisiyesi dahi izlerken, ondaki sinema tutkusunun size geçmesine mani olamıyorsunuz. Ben her iki siyasi görüşten de, hatta merkezden insanlardan da o filmlere dair çok güzel hatıralar, övgüler dinledim.

yılmaz güney ile ilgili görsel sonucu

BİR MÜHENDİSİN SİNEMA EĞİTİMİ (Gece Kitaplığı Yayınları) adlı kitabımda, başka pek çok sinema sanatçısına duyduğum bağlılık gibi, ona olan eğilimimi de uzun uzun anlatıyorum. Bu yazı vesilesiyle de kısaca burada da anlatmak istiyorum.

Babam ve annem, Sürü’ye gitmişler yıllar önce. İkisi de o filmi müthiş bir anı gibi anlatırdı. Umut’u anlatırdı babam ve sanırım Baba’yı, daha eskilerden Seyyit Han’ı anlatırdı. Bir masal, bir efsane gibi dinlerdim. Çünkü liseye kadar gerçekten de öyle bir adamın varlığına delil bir ize rastlamamıştım babamın anlattığı filmler haricinde. Biz küçükken, hani 70ler boyunca Türkiye’deydi elbette. Ama biz kendimizi fark etmeye başladığımız yaşlarda o artık mahpushanelerin gediklisi olmuştu. Hakkında konuşulmuyordu, gazetelerde adı geçmiyordu, sokaklarda fotoğrafları satılmıyordu, kitaplarını bulamazdınız.

Alamancılar döndüler yurda ardından. Video diye bir şey gelmişti ki, bizim eve hiç girmedi. Ancak yıllar sonra kendi evime alacaktım ilk video oynatıcımı. Kısa sürede onun yerini vcd oynatıcı, peşine DVD oynatıcı ve şimdi de blueRay oynatıcı alacaktı. Ortaokul son sınıfta olmalıyım, 85 ya da 86 yılı. O insanlar yanlarında Minareci Videola vb etiketli video kasetler getirdiler kocaman kocaman. Kemal Sunal, Cüneyt Arkın filmleriydi çoğu.

yılmaz güney ile ilgili görsel sonucu

İlk Yılmaz Güney’imi onlar sayesinde izlemiştim. Bir komşumuzun evinde. Aysel Abla’nın gösterdiği kasetin etiketini okuyunca gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Yıllar boyu babamdan dinlediğim Baba filmi, nihayet karşımdaydı işte! Yılmaz Güney diye bir adamın var olup olmadığının ispatı olacaktı bana o film. Çok tuhaf gelmişti bana ilk başta. Bildiğimiz yakışıklı, Yunan heykeli güzelliğinde adamlara benzemiyordu bu oyuncu. Ama naif konusuna ve kaba çizilmiş karakterlerine rağmen, ilk anda içime işleyivermişti Baba. Bana anlatılan o sahneler karşımdaydı işte: Belgesel tadında takip ettiğiniz yaşantısı içinde bir kalantorun hizmetinde çalışan, ailesini fakirlikten çıkarmanın tek yolu olarak Almanya’ya işçi olarak gitmeyi gören Cemal’i yer sofrasında önce oğluyla ve kızıyla mandolin ve bebek için, çok geçmeden de yanında çalıştığı Refik Kemal Bey’in köşkünde onun oğlunun yerine hapse girmek için yaptığı iki pazarlık, Alman doktorun diş kontrolü sahnesi ve Cemal’in eksik dişi nedeniyle gönderilecekler listesine girememesi, ardından gelen meyhane sekansı ve Cemal’in meyhanedeki arkadaşlarına bıçak çekip onları sıraya dizmesi, Cemal’in evlatlarının babalarını Almanya’da sanıp, Refik Kemal’in (muhteşem Yıldırım Önal!) gönderdiği güzel kıyafetler içinde, yine ondan gelen oyuncaklarla her şeyden habersiz, kısa bir süre için çocukluklarını yaşamaları, Cemal’in hapishane çıkışı kızını bir genelevde bulduğu sahne ve elbette sondaki, Kuzey Vargın’ı vurup intikam aldığı, Çirkin Kral dönemi seyircisini muhtemelen galeyana getirip koltuk kırdırtan sahne… Karşımdaydılar.

yılmaz güney baba ile ilgili görsel sonucu

Baba’yı izlememin üzerine bu adamı daha detaylı tanımaya giriştiğimde (ki ‘80lerin ikinci yarısıydı o dönem), gerçekten de piyasada o yönde bir kaynak bulunmadığını gördüm. İmdadıma yetişen sadece Alamancılar’ın getirdikleri filmler oldu. Onları da ancak onlarda, müsait olduklarında izleyebiliyorduk. O da binbir güçlükle, çünkü mümkün olduğunca gizli yapmaya çalışıyorduk bu işi. Alamancılara yalvara yakıla, onlarla takaslar yapma yoluna giderek, bu filmleri toplamaya başladım. Bana her zaman denilen şuydu: “Bu adamın filmleri yakıldı. Var olan az sayıda kopya da dağınık halde, ulaşmak mümkün değil.” Ben bunun aksine inandım ve bütün filmlerinin bulunacağına inandım. Vcd, DVD ve nihayet divxler sayesinde (ve tabi ki Almancıların, korsancıların, Topkapı gümrüğünün, video dükkanlarının tezgah altlarının, renkli televizyon ile hayatımıza giriveren özel kanalların gösterimlerinin ve en çok da canım arkadaşım, sinema yazarı ve tarihçisi Alican Sekmeç’in sayesinde) bu filmlerin yaklaşık doksan kadarını topladım ya da en azından gördüm.

47 gibi, erken denebilecek bir yaşta aramızdan ayrıldı Yılmaz Güney. Yüzlerce güzel film taslağını da, belki yazacağı daha bir sürü romanı, şiiri de kafasının içinde götürdü. Bir daha öyle bir dönem yaşar mı Türkiye, bilmem. Ama sanat eseri kıymetlidir. Ait olduğu ülkenin de hazinesidir. Bu filmleri depolarda korumasız bırakarak, yangınlara kurban verdik. Kimini kendimiz yok ettik acımadan. Bugün Güney’inkiler bir yana, sinemamızın öyle nadide eserleri kayıp konumda ki şaşarsınız.

İşte bu yüzden “ANISINA” diyebiliriz artık. Kendi değil, ama filmleri, kitapları yaşadı bizimle. Kanun kaçağı, Kürt, Marksist, bunlar onunla yitip giden şeyler. Filmlerine bakın siz. İnsanını nasıl özenerek, ciddiyetle, en güzel ve en doğru haliyle anlatmış. Ve hala kimi sinemacılara ilhan olmaya devam ediyor bu adam. Bulutların üzerinden zihninde tortuları kalan filmlerini çekiyor…