Gölgeni Ardına Al

BÖLÜM 1

DÖNÜŞ

 

 

Ufuk, nadir rastlanır, bal rengi gözlerini tedirgince duvardaki gemici takvimine çevirdi. Halka, perşembeyi gösteriyordu. Takvimin hemen üzerindeki duvar saati ona çok, çok geç kalmış olduğunun haberini vermekteydi. Annesine götüreceği ilaçlar için nöbetçi eczane aramak durumundaydı artık. Beyaz doktor önlüğünün ceplerine sakladığı yumruklarını sıktı. Pembe çerçeveli gözlüğünün ardındaki ürkmüş, ama daha ziyade bezgin bakışlarını Perşembe’ye çevirdi. Perşembe’nin ellerinde beyaz sağlıkçı eldivenleri, üzerinde siyah bir takım elbise içerisinde beyaz gömlek ve onun üzerine geçirdiği, gevşemiş, siyah kravat vardı. Gözleri kapalı, şezlong tipi, rahat hasta koltuğuna uzanmıştı, kucağında pofuduk bir yastık.

Ufuk, kucağındaki yastığa sarılı pozisyondaki korkunç, ama hiçbir felsefi teorinin açıklayamayacağı çekiciliğe sahip, kırklarında, seyrek saçlı, hafif göbekli adama baktı bu defa şaşkınlıkla. Perşembe’nin gözkapakları büzüştü, yerinde huzursuzca kıpırdandı. Alnı ter içinde kalmıştı. Ufuk, Perşembe’nin yanına yanaştı, titreyen kirpikleriyle, gözlüğünün altından süzdü onu. Nefesini toparladı.

“Sonra?”, diye sordu, yumuşak bir tonda.

Perşembe’nin dudakları aralandı. Dilinin ucuyla köpek dişine dokundu. Yüzündeki sıkıntı yiterken, yastığın üzerinde kenetli elleri de gevşedi.

“Merdivenlerdeyim… Dengesiz, kirli basamaklar. Elimde beş yaşlarında bir çocuk… Basamakların kıyısında kalın, yuvarlak demirden, paslı korkuluk… Duvarın badanası dökük…”

Ufuk, Perşembe’nin yanıbaşındaydı şimdi. Hipnoz altında sayıklayan, kendisinin en az iki katı adamı alt edebilip, edemeyeceğini geçirdi aklından. Hemen arkasındaki büyük tartının çeliğini hissetti sırtında. Ürperdi. Perşembe’nin bir anda kırışan alnına baktı ve başına eğildi.

“Çocuk kim?”

Adamın yüzü seğirdi, parmakları bir anda, yastığın üstünde kenetlendiler yeniden.

“Çocuk benim! Kendi küçüklüğüm… Basamakları çıkmaya başlıyoruz… Onun acelesi yok. Ama benimle geliyor…”

Koltuğa mıhlanmıştı adeta. Suratındaki öfke, yerini meraklı bir ifadeye bırakıyordu.

“Çıkmaya devam et,” dedi Ufuk, gözlüğünü düzelterek.

“İki kat daha çıkıyoruz. Bir kapı… Zile basıyorum… Kapı açılıyor. İçerisi karanlık… Girip, kapıyı kapatıyorum… Elim boş! Kapıyı açıyorum… Kapının önünde kimse yok… Kapatıyorum kapıyı… Kenarda büyük bir masa… Başında beyaz tülbendi, sırtı bana dönük bir kadın, babaannem olmalı, elindeki sahanı masaya koyuyor, mutfağa giriyor…”

Perşembe, dilini dudağında gezdirdi.

“Dumanı üstünde, bol tereyağlı, mis kokan, bir sahan kuymak… Kadın, babaannem… Başımı mutfağa çeviriyorum, kimse yok… Sahana dönüyorum…”

Kaşları çatıldı.

“Neden yemiyorsun?”

Perşembe, Ufuk’u yerinden hoplatacak derecede hiddetlendi, başını iki yana savurdu.

“Karanlık!”

Ufuk, telaşla Perşembe’nin arkasına geçip, onun başını tuttu. Bir gözü hemen yanı başındaki sehpanın üzerinde duran cam vazodaydı. Perşembe’yi uyandırmadan vazoyu kavrayabilmenin hesabını yaptı kafasında hızlıca. Cesaret edemedi.

“Öfken geçene kadar yastığı döv.”

Perşembe, yastığı karnının üstünde yumruklamaya başladı. Tuhaf bir hınç kaplamıştı bedenini. Dişlerini öyle sıkıyordu ki, Ufuk’a parçalanacaklarmış gibi geldi; gıcırtıları yumruk gürültüsünü ve Perşembe’nin iniltilerini bastırıyordu. Az sonra kolları gevşeyip, yastığın üstüne indi Perşembe’nin. Ufuk’un elleri, hala onun başını kavramaktaydı.

“Şimdi rahatla. Rahatla.”

Perşembe, gevşemeye çalıştı. Kendine gelmekte zorlanıyordu. Ufuk, onun etrafından dolanarak masasına gitti.

“Üç dediğimde uyanacaksın. Gevşe… Bir, iki, üç!” dedi ve parmağını şıklattı.

Perşembe’nin vücudu tutulmuştu. Gözkapaklarını zorlukla araladı. Ufuk, ürkek, kollarını göğsünde kavuşturup, masasına dayanmış, ona bakıyordu. Perşembe, sanki odaya yeni girmiş, etrafı tanımak ister gibi, çevresine göz gezdirdi. Pencerenin önündeki jaluzi sımsıkı örtülüydü. Yattığı koltuğun yanıbaşında, bir kenarı kalorifere yaslı, ufak bir sehpa durmaktaydı. Sehpanın üzerinde, az önce Ufuk’un gözünün kesmediği, içinde yapma çiçekler duran cam bir vazo vardı ve onun etrafında da dört el kuklası, az sonra hareketlenecekmişçesine canlı, yatmaktaydılar. Ufuk’un masasının önünde bir konuk sandalyesi ve üzerine birkaç sağlık dergisi yayılmış orta boy bir sehpa duruyordu. Masanın bir kenarında kişisel bilgisayar kuruluydu ve kalanında da düzenli yerleştirilmiş takvim, defterler, kalemlik, reçetelik yayılıydı. Kenarda irice bir saksıda büyümüş, tepesi iple zaten neredeyse ulaştığı tavana tutturulmuş filkulağını ilk bakışta adama benzetti Perşembe. İrkildi. Masanın arkasındaki duvar, diploma ve sertifikalarla doluydu, köşelerinde de Ufuk’un daha genç, gülümseyen çehresi. Kızın korkmuş hatlarından aşağıya inip, yerdeki kırık cep telefonunu görünce bir parça utanç duydu Perşembe. Yattığı koltuğun hemen sağındaki eczanelerdekine benzeyen, çelik tartı aleti, orada dünyaya konuvermiş bir uçan daire kadar garip duruyordu.

Perşembe, ilk hamlede kalkamadı. Öne kaykıldı biraz.

“Her yanım tutulmuş.”

“Rahatlamış olman gerekiyordu…” dedi Ufuk ve bakışlarını ondan kaçırarak saatine baktı, başını pencereye çevirdi. “On dakika içinde bir hastam gelecek.”

Perşembe, doğrulmayı başarmıştı nihayet. Ellerini arkada birleştirerek kemiklerini kütürdetti. Pencerenin kenarındaki kolona dayanıp, vücudunu gererek rahatladı. Jaluzinin ardından dışarının karardığını gördü. Gidip, Ufuk’un kolunu tuttu, saate baktı. Sekize gelmekteydi. Gözlerini kızınınkilere dikti.

“Bu saatte mi?”

Ufuk kolunu aldı ve korkuyla Perşembe’yi süzerek, bir eliyle masasından destek alıp, birkaç adım uzaklaştı.

“Beni öldürecek misin?”

Perşembe, donuk bir ifadeyle ona baktı, duvardaki diplomaya döndü. Oradaki ismi okudu:

“Ufuk Civelek.”

Cebindeki fotoğrafı çıkarıp, arkasına baktı, okudu.

“Ufuk Civelek…” Ufuk’a baktı. “Erkek olman gerekiyordu.”

“Gördüğün gibi, değilim işte.”

Ufuk’un eli masanın kenarından sarkan, kesik telefon kablosuna değdi. Elektrik çarpmış gibi irkilip, kapalı duran kapıya baktı. Yüzündeki korku, öfkeye döndü. Çatık kaşlarını Perşembe’ye çevirdi.

“Ne lüzumu vardı bunların? Öldüreceksen gir, öldür, çek git!”

Perşembe, sehpadaki oyuncak el kuklalarından sevimli bir palyaço başı seçip, eline geçirdi. Kuklayı oynatarak, onun ağzıyla konuştu:

“Kadın ve çocuk öldürmüyoruz.”

Sonra, kuklayı çıkarıp yerine koydu, kapıya yöneldi. Cebinden bir anahtar çıkarıp, deliğe soktu. Son anda bir şey hatırlamış gibi, Ufuk’a döndü birden.

“Tartıya çık.”

“Ne?”

“Tartıya,” dedi Perşembe, başıyla işaret ederek.

Ufuk, bir tartıya, bir Perşembe’ye baktı gözlerini kırpıştırarak. Ardından, yavaşça gidip, tartıya çıktı. Perşembe, yüreğini avucunda hissettiği çıtı pıtı genç kızın önlüğünün kıvrılışını seyretti, o, alete çıkıp, çelik koldaki ağırlığı ayarlarken. Bakımlı parmakları incecikti, teni fazlasıyla beyaz, adeta saydamdı. Perşembe’nin seslenişi Ufuk’u kendine getirdi:

“Kaç?”

“Kaç mı?”

“Kaç kilosun?”

Ufuk, şaşkın, tedirgin, tartının ölçüsüne döndü. Çelik ölçeği ileri geri iterek dengeledi.

“Kırk altı…”

Perşembe, kapıyı açtı. Belindeki silahı kontrol ederek, kemerine yerleştirdi. Ceketini düzeltti. Çıkmadan Ufuk’a döndü.

“Değmezmiş… Vizite borcum olsun. Yine geleceğim. O zamana dek yüzümü unutmanı öneririm,” dedi ve aralıkta yitti.

Ufuk, dizleri zor tutar halde indi tartıdan. Titriyordu, ağladı ağlayacaktı. Pencereye gidip, jalûziyi araladı. Caddede hayat akıyordu. Arabalara ve henüz başlayan yağmura dalmıştı ki dış kapının sesiyle, bir rüyadan uyanır gibi silkindi. Perşembe’nin boşalttığı koltuğa bir pelte gibi bıraktı kendini.

***

Battal, elinde kesme kristalden bir viski bardağı, dalgın, yağmur damlalarının dövdüğü camdan, bahçeyi seyretmekteydi. Bardağının boş olduğunu, dudağına götürünce fark etti. Üzerinde viski şişesi duran masaya gidip, şişeyi açtı, bardağını doldurdu. Kapağı kapatmadan, kardeşi Cemil’e döndü.

“İstemediğine emin misin?”

Cemil, salonun ortasında, ayaktaydı. Abisine ait olmasına rağmen, o köşke her gelişinde kendisini yabancı gibi hissederdi. Bu defa adeta başka bir dünyadan gelmişti. O zevksiz şatafat, avizeler, oymalı mobilyalar, yerdeki en pahalısından halılar, duvarlarda birbirleriyle tema bütünlüğü olmayan, mezatlarda büyük paralar verildiği belli antika tablolar, masa ve gümüşlükte, sehpalarda duran simli, tuhaf biblolar ve tüm bu garip dünyaya insanı ziyadesiyle yabancılaştıran, içinde bir sürü süs balığının dolandığı yüksekçe akvaryum… Cemil, bakışlarını ne yana çevirse kaçamayacağını bildiği bu sirk karmaşasından kurtulamayacaktı. Ateş saçan gözlerini Battal’dan ayırmadan masaya yanaştı.

“Abi, bu adamları tanıyorsun. Bana bir ipucu ver.”

Battal, Cemil’e baktı. Şişeyi kapatıp, gümüşlüğe koydu. O esnada odanın kapısı aralandı ve Battal’ın eşi, Emine Hanım, çekinerek başını uzattı içeriye.

“Ben yatıyorum.”

Battal, tepki vermedi. Cemil, doğrulup, ceketini düzeltti. Kadın, endişeyle onlara baktı.

“İyi geceler.”

“Sana da, yenge,” diyerek yanıtladı Cemil, gülümsemeye çalışarak.

Kadın, sessizce çıktı. Battal, büyük bir koltuğa yerleşip, bacak bacak üstüne attı ve bakışlarını duvarda bir noktada sabitleyerek, içkisini yudumlamaya başladı. Cemil’in yüzüne bir karaltı düşmüştü.

“Unutma, ölümün bunların elinden olacak. O vakit yanında olmayacağım!”

Hiddetle çıktı odadan genç adam. Holde, merdiven korkuluğundan güç alarak bekleyen yengesiyle karşılaştı. Kadın, üzgün gözleriyle baktı ona. Cemil, dönüp, hızlı adımlarla dış kapıya gitti ve kapıyı çarparak çıktı. Battal’ın evlatlığı Oflaz, gıcır gıcır takım elbisesi üzerinde, holün kenarındaki odadan, eli belindeki silahta, heyecanla fırladı. Dış kapıya baktı, kimse yoktu. Diğer yana baktığında, Emine Hanım’la göz göze geldi. Kadın, başı önde, kırgın, basamakları çıkmaya başladı. Oflaz, telaşla, Battal’ın oturduğu salona geçti. İçeriye girer girmez, koltuğundaki Battal’ı görüp, rahatladı. Önünü ilikledi. Battal, kalkıp, elindeki bardağı sehpaya bıraktı, kapıya gitti.

“Salih’e söyle, arabayı çıkarsın,” dedi, Oflaz’a dönmeden.

“Ben de geleyim mi, abi?” diye sordu Oflaz heyecanla.

Battal, yanıt vermedi. Hatta dönmedi bile. Oflaz’ı odanın soğuğuna terk etti.

***

Battal’ın bu soğukluğu sadece Oflaz’a karşı değildi. Kalıplı yapısı ve çukurları bir parça derinde gözleri ile istese dahi içinizi ısıtacağı aklınızdan geçmeyecek bir adamdı. Yüzündeki derin çizgiler, alnını ve ağzının etrafını o derece gölgeliyordu ki sevinçli mi, hüzünlü mü olduğunu anlamanız mümkün değildi. Arabanın arkasına oturduğunda, şoför koltuğundaki Salih’e de aynı kayıtsızlık ve mimik yoksunluğuyla baktı. Salih, sabırla arkadan gelecek talimatı bekledi. Dikiz aynasından Battal’ın belli belirsiz baş hareketini gördü ve arabayı çalıştırdı.

Araç trafikte güçlükle ilerlerken, caddelerdeki tuhaf kıyafetli, küpeli gençlere ve dilenen göçmenlere iğrenerek baktı Battal. Göz çukurları bir ton daha kararmasa, onun bu jestini algılamak için bir se çıkarmasını beklerdiniz. Sol elindeki on taneli, turkuaz tespihini çekerken, başını doğrudan yola çevirdi. Dalgındı. Yine de gideceği sokağa yaklaştıklarını fark etti ve son anda şoförünün omzuna dokunuverdi. Salih, caddeden saptı, girdiği sokakta ilerlerken hemen ilk sağa dönüverdi. Caddenin ışıltısına tezat, alabildiğine karanlıktı girdikleri sokak. İki yandaki ufak tefek dükkanlar çoktan kapanmıştı. Sokağın ortasındaki, loş, kepenkleri henüz indirilmemiş kahvehanenin önünde durdular. Salih’in açtığı kapıdan inip, girmeye fazla da istekli olmadığı her halinden belli olarak, dükkanı süzdü, içeriyi bakışlarıyla taramaya çalıştı Battal. Salih, arabaya yaslanarak beklemeye dururken, Battal, yarı aralık kapıyı itikleyerek, içeriye adımını attı. Aradığı şeyi görememişti, masalar boştu. İlerleyince, dipteki büyük kolonun arkasında, patron masasında demlenen Kasım’ı gördü. Altmışlarında, bir gözü diğerinden kısık, saçları dökülmüş, gençliğinde yakışıklı, yıkıcı bir adam olduğu her halinden belli, görmüş geçirmiş bir adamdı Kasım. Çizgili, eski bir takım elbisenin içine gömlek ve yelek giymişti. Yumurta topuk ayakkabılarının arkalarına basıyordu. Battal’a domates, peynir ve yeşil soğandan oluşan mütevazı sofrasını gösterdi.

“Buyur.”

“Sağ ol…” dedi Battal, küçümserce. “Sadece konuşmaya geldim.”

Kasım, çatalını tabağına bıraktı ve elinin tersiyle bıyıklarını silerek kalktı, Battal’a ardından gelmesini işaret etti. Patron masasının hemen arkasından üst kata çıkan merdivenlere yöneldiler, Kasım önde, Battal arkada.

Merdivenlerin bağlandığı küçük, mütevazı odanın eşyaları, aynı zamanda yatak olarak da kullanıldığı belli bir divan, onun önündeki orta boy bir sehpa, birkaç oturak ve köşede tekerlekli dolap üzerindeki, küçük ekran bir televizyon ile iki düğmesi kırık bir radyo-kasetçalardan ibaretti. Televizyon dolabının yanından başlayan lavabolu, ufak tezgahın üzerinde bir üçlü ocak, iki tencere, birkaç tabak ve bardak ile bir cezve ve fincan takımı diziliydi. Tezgahın kenarında, duvara çakılı bir çiviye hem havlu, hem elbezi olarak kullanılan bir bez asılmıştı. Battal, sedire oturup, sıkkınca tespih çekmeye girişirken, Kasım, tezgâhtaki ocakta alışkın, kahve yapmaya koyuldu.

“Ne yapıyorsun, Kasım? Bir şey almayacağım dedim ya!” dedi Battal sinirle.

“Ziyaretime gelen herkes kahvemi içer,” diyerek cevapladı onu Kasım, istifini bozmadan.

Battal, sedirde kayıp, pencereye yanaştı, dışarıdaki arabasına baktı. Doğruldu, tezgahta kahveyle uğraşan Kasım’ı süzdü ifadesizce. Tespihini sehpaya bıraktı.

“Polis seninkileri arıyor.”

“Herkes işini yapar. Polis de polisliğini yapacak,” dedi Kasım, sakince fincanları doldururken. Kahveleri sehpaya bırakıp, altına tabure çekti “Hem sana ne benimkilerden?”

Battal, kahvesinden bir yudum aldı, yüzü buruşuverdi. Fincanı tabağa koyup, itti.

“Acı mı geldi?”

Kasım’ın sorusunu cevapsız bıraktı Battal. Kendi kahvesini bitirince kalkıp, fincanları tezgaha götürdü Kasım, onları sudan geçirdi. Çividen aldığı beze elini kurularken, ağırdan hareketlenen Battal’ı fark edip, döndü. Onun ardı sıra merdivenlere yöneldi. Aşağıya indiğinde, Battal çoktan kapıya varşmıştı. Bir elini kapının koluna atmışken, durdu Battal. Kasım, ona doğru ilerledi.

“Hep bir bahaneyle geliyorsun Battal. Ama asıl diyeceğini demeden de gidiyorsun. Bu defa söyle, sen de kurtul, ben de.”

Battal, kapının kolunu bıraktı, döndü. Cebinden bir fotoğraf çıkarıp, Kasım’a uzattı. Kasım, üstüne ve arkasına baktı resmin. Sonra para çıkarmaya yeltenen Battal’ı, yüzüne dahi bakmadan durdurdu.

“Bitince.”

Battal’ın eli, pantolonunun cebinde kalmış, Kasım ise, bir yandan ondan aldığı fotoğrafı inceleyerek, çoktan masasına varmıştı. Sofrasına otururken düşünceliydi, Battal’ın çıkışını işitmedi bile. Çekmecesinden bir zarf alıp, fotoğrafı içine koydu ve zarfın üzerine “PERŞEMBE” yazdı.

***

(Devam edecek…)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir