roman, 2. fasikül

Elçin Beg Vahapzade, sınıfına rağmen hayli düzgün görünen otelin resepsiyonuna yanaştığında, hayli bitkindi. Kolunda asılı pardösüsünü omzuna atıp, bavulunu yere bıraktı, görevliye bakındı. Bankonun üzerindeki zile dokundu. Çok geçmeden, genç görevli, kaymış kravatını düzeltmeye çalışıp, uykulu gözlerini ovalayarak geldi. Elçin Beg, bir on dakika içerisinde otele kaydını yaptırmış, resepsiyonist gencin yanına kattığı, on beş yaşlarındaki kominin ardı sıra asansöre binip, üçüncü kattaki odasına çıktı. Odayı süzerek, ortaya ilerledi. Pardösüsünü yatağa bıraktı. Komi, bahşiş sevdasıyla onun gözlerini yakalamaya çalışarak, içeride fır dönmekte, ona odayı anlatmaktaydı.

“Banyonun ışıkları şuradan yanıyor. Dolapta ikişer takım baş ve vücut havlusu var. Kullanmak isterseniz, mini bar burada. Bu klimanın, bu da televizyonun kumandaları. Çantanızı şuraya bıraktım.”

Komi, gözlerini geçkince, ama yaşına göre dinç duran, yakışıklı adamdan ayırmadan, kapıya doğru geriledi ve bekledi. Elçin Beg, çok uzak bir hayalin içindeymişçesine, duvardaki manzara resmine dalmıştı. Deniz vardı resimde, kuşlar, ağaçlar, ufukta kızıl bir güneş. Alnına düşen saçını düzeltti parmaklarıyla. O esnada, geride bekleyen genci fark etti. Gülümseyerek ona yaklaştı, nazikçe yakasındaki karanfili çıkarıp, onun avucuna bıraktı.

***

Pazar, kapıyı açtığında, yağmurdan sırılsıklam olmuş Perşembe’yi gördü. Perşembe, içeri daldı aceleyle. Ceketinin yakalarını tutarak, dışarıya silkeledi yağmuru. Kız, içeriyi ıslatmadığından ve çamurlu ayakkabılarını kenarda çıkardığından emin olmak için başında bekliyordu Perşembe’nin. Perşembe, bu bekçilikten hoşlanmamıştı. Ters ters baktı Pazar’a.

“Salı seni soruyordu. Nerede kaldın?” diye sordu Pazar.

“Kasım Aga’ya uğradım,” dedi Perşembe, ceketini çıkarırken. Kıza kolundaki söküğü gösterdi. “Bir yere takmış olmalıyım. Dikersin, değil mi?”

Pazar ceketi alır almaz, içeriye yöneldi Perşembe.

“Kimler var?”

“Çarşamba ve Cumartesi dışarıda, keşifte. Diğerleri masada.”

Perşembe, odaya daldığında, Pazartesi ve Cuma’nın önlerinde çorbaları, masada oturmakta olduklarını gördü. Salı, sobanın başında silahını temizliyordu. Pazartesi, ortasında çorba tenceresi, kenarında bölünmüş ekmek bulunan sofraya yönelen Perşembe’yi durdurdu ani bir el hareketiyle. Salı, başını silahtan kaldırmadan konuştu:

“Islak üstünle mi oturacaksın sofraya?”

Perşembe’nin keyfi kaçmıştı.

“Kuralları değiştirmeliyiz Salı,” dedi, sobaya yanaşırken. “Adam diye gidiyorum, kadın çıkıyor! Neden kadın öldürmüyoruz, anlamıyorum ki?”

“Pazar işe çıkıyor mu?” dedi Salı, tek gözünü kapatarak silahı kontrol ederken.

Perşembe’nin yüzüne doğru kapattığı kapıyı hışımla açıp içeriye giren Pazar, Salı’ya baktı ve tekrar önüne üp elinde ceket, odasına geçti. Perşembe, gözleriyle Pazar’ı takip ederek yanıtladı Salı’yı:

“Pazar’ın işleri bizden daha iyi halledemeyeceğini kim iddia edebilir? Yıllardır altı adamı çekip çeviriyor.”

Çorbasını bitiren Pazartesi, geriye yaslandı.

“Onun görevi ayrı, bizimki ayrı. Bugüne dek hayatta kalmamızı kurallarımıza borçluyuz, bunu unutma. Niye yalnız çıktın?”

Perşembe’nin yüzü yine asıldı. Kravatını gevşeterek masaya bir göz atıp, banyoya yöneldi.

“Ben bir duş alıp, öyle yiyeceğim.”

Pazartesi, banyoya giren Perşembe’nin ardından baktı başını sallayarak. Üzerine yüklenen çoğu görevde olduğu gibi, yine ihmal ettiği işlerden biri karşısındaydı işte Perşembe’nin. Banyonun prizi düştü düşecekti ve içeriye girerken zorlukla lambayı yakan Perşembe, bu durumu umursamamıştı.

İçinde bulundukları bina, neredeyse Kasım’la yaşıt olan Salı ve Cuma, otuzlu yaşların ortasındaki Çarşamba hariç, hepsi kırklı yaşları süren yedilinin sığınağı, tek katlı, büyükçe bir yığma yapıydı. Antrenin hemen ardından büyük bir avlu gibi girilen salon, toplaştıkları, yemeklerini yedikleri, konuşup dertleştikleri mekandı. Erkeklerin üçer üçer ve Pazar’ın tek kaldığı dört oda, mutfak, tuvalet ve banyo, antre ile sekiz kapı, bu avluya açılırdı. Sığınağın hemen önünde, yine Pazar’ın ilgilendiği bir kümes, büyükçe bir sebze ve meyve bahçesi vardı. Etrafı çeviren deli orman, sığınağın anayoldan görülmesini önlüyordu.

Perşembe, duşun altında, ellerini ve kafasını duvara yaslamış, gözleri sımsıkı kapalı, sırtına yayılan suyun kendisini rahatlatmasını nafile bekliyordu. Kafası Ufuk’un narin bedeninde ve nadir, bal rengi gözlerindeydi. Çıkarması da mümkün olmayacaktı bu görüntüyü zihninden ve işin kötüsü, Perşembe’nin bunun farkına varmış olmasıydı. Adeta bir gündüz düşüydü görmekte olduğu. Ufuk’a anlattığı hayaldeki masanın başındadır. Az ötede, beyaz tülbendiyle bir kadın, sırtı ona dönük, durmaktadır düşünde. Masada bir sahan kuymak vardır. Perşembe, sahana bakıp, bakışlarını kadına çeviriyor, ona uzanıp, omzuna dokunuyor. Dönen yüz, Ufuk’undur! Perşembe, duşun altında, gözlerini açtı aniden. Şaşkındı. Suyu kapattı, öylece kaldı.

Pazar, içerdekilerin davranışları sindirememiş, örttüğü kapısına sırtını vermiş, öfke ile soluyordu. Artık kanıksadığı, her bir santimetre karesini ezbere bildiği boğucu odasının detaylarında dolaştı gözleri. Duvara dayalı, bir başı pencereye bakan, üzeri sarı örtü ile kaplı, düz bir yatak, yatağın yanında, yukarıda, duvara çakılı çiviye asılmış bir Kuran kılıfı, yatağın karşı duvarına yaslı, küçük bir elbise dolabı, yere yayılı, zamanında Kasım’ın hediye ettiği, ağaç ve geyik desenli, eskice bir kilim, pencerenin önüne dayalı, ayakla idare edilenlerden bir dikiş makinası, camda sararmış güneşlik ve çiçekli basma kumaştan, ufacık bir perde ufacık pencereye. Bu kadarcık eşya, bir anda müthiş fazla göründü Pazar’a. Adeta üzerine gelmekteydiler. Toparlandı sonra. Dolabının çekmecesinden iğne ve ip aldı. İğneyi dişlerinin arasına sıkıştırıp, ceketi önüne açtı. Onu çevirirken, içinden üstünde “PERŞEMBE” yazan zarfın düştüğünü gördü. Zarfı alıp, açmaya yeltendi ama bakışları kapıya kaydı bir anda ve vazgeçip, yatağının altına sıkıştırdı onu. Ceketi bir daha çevirdi elinde. Yırtığı bulmuştu.

***

Çarşamba ve Cumartesi, arkalarında ay ışığı, bir yokuştan aşağı yürümekteydiler. Üzerlerinde yedilinin altı erkeğinin adeta üniforması halindeki siyah takım elbise içine beyaz gömlek ve siyah kravat, ayaklarında da siyah ayakkabılar vardı. Cumartesi, canı burnunda söylenirken, Çarşamba kendi havasında ilerliyordu onun ardından.

“Hiçbir siparişe ulaşmamız bu kadar zaman almamıştı anasını satayım,” dedi Cumartesi, Çarşamba’yı yoklayarak. Ama gençten ses yoktu. Cumartesi de önüne döndü. “Kime soruyorsam? Oğlum, bari bu gece konuş!”

Çarşamba, yolun kenarında bir kedi yavrusu görmüştü. Gidip, başına çömeldi. Cumartesi bunu fark etmeden, kendi kendine konuşarak yürümeyi sürdürüyordu.

“Kaldı iki gün. İki gün içinde işi halledemezsek, namımız yanar… Sığınakta yemek de buz gibi olmuştur,” diyerek, ceket cebinden bir çeyrek ekmek çıkardı, böldü. “Neyse ki azık var. Al.”

Yanında Çarşamba’yı göremeyince telaşlanmıştı.

“Çarşamba?”

Geriye döndüğünde, Çarşamba’yı kediyi severken gördü. Öfkeyle seğirtip, ayağını yere vurarak, kaçırdı kediyi. Çarşamba, bir giden kediye, bir de ona baktı. Cumartesi, böldüğü ekmeği Çarşamba’ya uzattı.

“Al. Yürü, gidelim. Daha Kasım Aga’ya uğrayacağız.”

***

Marketin içinde on sekiz yaşlarında, saçları uzun, kulakları küpeli iki delikanlı, tezgâhın bir ucunda, ayakta,  aldıkları meyve suyu ve bisküvileri tüketerek sohbet etmekteydiler. Market sahibi, kasanın ardında hesaptaydı. Oflaz, markete girip, kasaya yürüdü.

“Burası kafeterya değil, dükkân. Çıkın dışarıda yiyin,” diye söylendi delikanlılara, onlardan yana bakmaksızın.

Gençlerden biri şaşkın bakışlarını Oflaz’a kaldırdı. Zaten oldukça zayıf bünyeli, yirmilerinde bir adam olan Oflaz, üzerine bir beden büyük takım elbisesiyle pek de korkutucu değildi.

“Efendim?” dedi genç.

“Yesinler Oflaz Bey. Bir mahsuru yok,” diye atıldı orta yaşlı, kel, topluca market sahibi, çekinerek.

Oflaz, ona takılmadan, gençlere döndü yüzünü. Kendine göre en sert tavrını takındı, kaşlarını alabildiğine çatarak. Ne yaparsa yapsın, yüzünün korkutucu olamayacağının farkındaydı. O da gençlerin görebileceği şekilde, ceketinin eteğini hafifçe geriye alıp, belindeki silahın kabzasını gösterdi. Delikanlılar bu defa korkmuştular, önlerindekileri toparlayıp çıktılar marketten. Oflaz, tekrar market sahibine döndü.

“İkinci ay bitti, payımız gelmedi Şerafettin.”

Adam daha da sindi.

“Salih Abi uğramayınca…”

“Nasıl yani?”

Boynunu büktü market sahibi. Oflaz, iyice kıstığı gözlerini, alnında su gibi ter biriken adamınkilere dikti. Aheste aheste, tezgahın üzerinden uzanıp, kasayı açtı, içindeki paraları aldı, cebine doldurdu, adam, ürkek, onu izlerken. Tombul marketçi, biriken terin iyice parlattığı açık alnıyla, tavanın köşesindeki güvenlik kamerasını gösterdi. Oflaz, o köşeye giderek süt kasalarından birine çıkıp, kamerayı söktü ve getirdi, market sahibinin önüne bıraktı.

“Bu şey bozuk. Yaptırırsın. Hadi eyvallah.”, dedi, belli belirsiz sırıtarak.

O çıkarken, market sahibi, kasanın dibinde kalan bozukluğu gördü. Onu eline aldı ve tedirginlikle Oflaz’a doğru kaldırdı. Ama Oflaz, çoktan yitmişti. Adam, parayı kasaya geri bıraktı.

Marketten uzaklaşırken, Oflaz’ı bir titreme almıştı. Hıncını asfalttan alır gibi, sert atıyordu adımlarını. Aklından bin bir şey geçiyordu ve hiçbirini yakalayamıyordu o karanlık dehlizlerde. Pimi çekilmiş bir bombaydı. Evlatlık düştüğü Battal Çınaroğlu ailesinde, adeta bir hayalet gibi gezinmekteydi ve adeta bir hayalet gibi, hani odada birşeyler devirerek ev sahibine kendini belli etmeye çabalayan hayaletler gibi, tırmalıyordu duvarları. Köşkün bahçesine girdiğinde, Salih’i garajda, kolları sıvalı, arabayı temizlerken buldu. Hışımla geldi, eli belinde, garajın ortasında dikildi, ateş saçan gözlerini Salih’in suratına saplayarak. Ellisine merdiven dayamış, irice, alabildiğine sadık bir hizmetkar olan Salih, elini alnından geçirdiğinde, parmaklarındaki kir alın çizgilerini derinleştirivermişti. Yer yer ak düşmüş saçları, düzgünce tıraş edilmişti. Sinekkaydı tıraşı, arabanın başında, elinde bezle canhıraş temizlik esnasında, fazlasıyla yapıştırma duruyordu. İşine dalmış, gitmişti.

“Mekânlara gitmemişsin?”

Cevap vermedi Salih. Sessizce işine devam etti. Bu, Oflaz’ı daha da sinirlendirmişti.

“Sana söylüyorum!”

Oflaz, Salih’in üzerine atılacakken bir el omzunu kavrayıp, onı dışarıya savurdu. Oflaz, orta yere düştü. Bir anda korkmuştu, ama refleksle elini beline atmaya çalıştı. O esnada, onu bahçeye savuranın Battal olduğunu gördü. Babalığı üzerine yürürken korkuyla geriledi. Çevreye dağılmış nöbette, takım elbiseli adamlar vardı. Battal, öfkeli, ellerini Oflaz’a doğru sallayarak bağırdı.

“Neyin eksik oğlum Oflaz? Neyin eksik bir bak etrafına!”

Oflaz doğrulmaya çalıştı, lakin Battal üstüne gelince heykele döndü. Korkmuş, şaşırmış baktı ona. Salih de bezle ellerini kurulayarak, garajdan çıkmaktaydı. Battal’ın öfkesi dinecek gibi değildi.

“Neyini eksik tutuyoruz, yemini mi, suyunu mu? Buna ihtiyacımız mı var lan!”

Battal üstüne eğilince, Oflaz bir anda yüzünü çevirdi. Battal, kolundan tutup kaldırdı, iki eliyle omuzlarını kavrayıp sarstı onu.

“Bizim yeterince düşmanımız var. Başımı belaya koyma!” Oflaz, yaramazlık yapmış, azar yiyen bir çocuk misali başını indirdiğinde, çekti ellerini onun üzerinden, sakinleşti. “Üstünü başını düzelt, bir çık ablana. Seni soruyordu.”

Oflaz dönünce, pencereden bakan Emine Hanım’ı gördü. Üstünü silkeledi, eve yollandı. Battal pencereye döndüğünde, kadın perdeyi kapattı. Battal’ın ifadesiz yüzü tekrar karardı. Hemen arkasında dikilen Salih’e döndü:

“Anahtarları ver Salih.”

“Aman beyim, ben götürürüm.”, diye atıldı Salih.

Ona ters bir bakış attı Battal.

“Anahtarlar arabanın üzerinde mi?”

“Evet beyim.”, dedi Salih, bir adım gerileyerek. Ardından diğer adamlardan birini çağırmaya yönelmişti ki, Battal onu durdurdu.

“Salih, birini isteyesem zaten seni alırım, değil mi? Kimse gelmesin.”

Salih boynunu büktü, garaja yönelen Battal’ın ardından baktı.

***

Akşam karanlığının sarıp sarmalaya durduğu sokak o derece tenhaydı ki, burnunu arnavut kaldırımı taşlara süre süre aranan uyuz köpeğin adımlarını kulaklarında hissetti Cuma. Hedefinin çıkacağı kapıya konsantre olmuşken, hemen arkasında telaşlı telaşlı kendi ceketinin ceplerini karıştırmakta olan Perşembe, dikkatini dağıtıverdi. Perşembe, cebindeki fotoğrafı nihayet buldu, kıyıdan sızan az ışığa tutarak, arkasındaki yazıyı okumaya çalıştı. Ardından Cuma’nın gözüne soktu resmi. İçinden bir la havle çekti Cuma.

“Perşembe, keşke gelmese miydin?”

“Cuma abi, şu 3 değil mi?”, diye sordu Perşembe, kendi derdinde.

Cuma yazıya şöyle bir bakıp, hedefine döndü.

“O 8.”

Perşembe, gözünü kısarak tekrar baktı yazıya.

“Nasıl 8 yahu bu?”

Cuma, derin bir nefes aldı.

“Perşembe, orada 28/8 yazıyor. Şimdi bırak da işimi yapayım.”

Perşembe, olayını söyleyemedi ona. Ama bu karışıklığa bir anlam da veremiyordu. İyice tedirgin olmuştu. Cuma, ters ters ona bakarak, eldivenlerini düzeltti. Tabancasına susturucu taktı ve sokağın başına kadar gitti. Perşembe, kafası dalgın, onu izledi. Cuma, silahı arkasına saklayarak, karşı çaprazdaki kapıya dikti gözlerini. Perşembe de aynı yöne bakıp, Cuma’ya döndü.

“Benim gitmem lazım.”

Cuma’nın ak düşmüş bıyıklarının bile kızıla döndüğünü hissetti Perşembe. Buna rağmen gitmeye kararlıydı.

“Nereye gidiyorsun? İş tamamlanana kadar buradasın. Kasım Aga’ya beraber gideceğiz. Geçende yalnız çıkmanın hesabı görülmedi daha.”

Perşembe, bir an durup Cuma’ya ve sonra karşı kapıya baktı. Ardından, rahat, dönüp, uzaklaştı. Cuma, burnundan soluyordu.

“Bugün Cuma. Benim günüm!”

Perşembe, sokağın başını bulduğunda, dönüp bir kere Cuma’ya göz attı. Onun, kendisinden ümidi kesip, tekrar noktasına döndüğünü ve hedefine yoğunlaştığını görünce, köşeyi kıvrılıverdi. Az önce bekledikleri sokağın sessizliğine inat, beton ve mekanik bir gürültü sardı etrafını bir anda. Halbuki arada en fazla yüz metre vardı. Perşembe şaştı buna, ama çok da aldırış etmedi. Hedefine bir an önce varıp, kafasındaki soru işaretlerini dindirmeli ve vakit kaybetmeden Cuma’nın yanına dönmeliydi. Çevresine biraz dikkat etseydi, arkasından geçmekte olduğu kişinin, kendisine yeni verilen görevdeki, kaybettiği resimde tüm yakışıklılığıyla objektife güvenli bir bakış gönderen adam olduğunu fark edecekti. Elçin Beg Vahapzade ile aslında birbirinden ayrı iki rota izleyen, tamamen yabancı iki kişiydiler. O, kafasında geçen gece oluşan hatanın sebebini çözme sevdasıyla, etrafına bakmaksızın, hızla ilerlerken, Elçin Beg, kaldırıma tezgâh açmış çiçekçi kadının önünde, tebessümle eğilip, bir kırmızı karanfil seçti, sapını kırıp, yakasına taktı. Daima şık, daima özenliydi öyle. Yaşını saklayan gizem de buydu.

Perşembe, 28 numaralı apartmanın önünde durdu. Ufuk’u ziyaretinden cebinde kalan, asıl kurbanına ait fotoğraf, ceketinin yan cebindeydi. Onu çıkarıp, arkasına baktı. Başını kaldırıp, binaya baktı sonra. Dönüp, karşı tarafa, ilerideki diğer binaya baktı, şaşırdı. Bina girişindeki zillerden isimleri taradı. Aradığını bulmuştu.

“Ufuk Civelek. 8 numara,” diye mırıldandı. Bir o binaya, bir ilerideki binaya baktı. “Aynı sokak…”

Bu defa Kasım’ın verdiği zarfı ceplerinde aranarak, kaldırımda ilerledi. Ufuk’un binasının önünden geçerken başını kaldırdı ve onun ikinci kattaki tabelasını gördü. Şaşırmıştı. Aradığı zarf cebinde değildi. İleriye baktı, düşünceli. Bir okulun önündeydi.

“Pazar?” diye geçirdi içinden, şüpheyle.

Okuldan fırlayan bir plastik top, Perşembe’nin önüne düştü. Giden topu gözleriyle takip etti. Gülümsedi. Yeniden Ufuk’un muayenehanesinin katına kaydırdı bakışlarını ve hemen toparlanarak, daha hızlı adımlarla, dönüş yoluna girdi. Nefes nefese yanına geldiğinde, Cuma hala dikkatle karşıyı gözlemekteydi.

“Geldim.”

Cuma, gözlediği kapıyla kontağını koparmadan, yan gözle ona şöyle bir baktı. Kapının aralandığını fark etti o an ve hemen silahını çıkardı. Hedef, taksi bakınıyordu. Cuma, karanlığa çekilip, nişan aldı ve adamı alnından vurdu, devirdi. Geçen birkaç kişi, yere düşenin başına toplandı. Cuma ve Perşembe, süratle oradan uzaklaştılar. Cuma, cebinden fotoğraf ve bir kalem çıkarttı.

“Yetmiş sekiz kilo.”

“Yahu yuvarla işte şunu. 80 yazsana!” diyerek dürttü onu Perşembe, ama Cuma’nın ters bakışları karşısında hemen toparlandı.

***

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir