BENİM SİNEMALARIM

BENİM SİNEMALARIM

Bugün kanalları gezerken KARA GÖZLÜM filmine takıldım bir yerde. Belki bundan önce onlarca kez izlediğim bir filmdi ama kanal değiştirmek için kumandanın düğmesine gitmedi bir türlü elim. Buna benzer durumları sizler de çokça yaşamışsınızdır. Bu durumun üzerine çokça kafa yormuşumdur. Keza baban defalarca uyarmıştır beni gençliğimde “Şu ya da bu filmi daha kaç kere seyredeceksin?” diye. Ama mesele o değildi. Ve bunun ayırdına varmam biraz zaman alacaktı.

Atıf Yılmaz çekmiştir KARA GÖZLÜM’ü. 1970 yapımıdır ve bir Bülent Oran senaryosundan filme alınmıştır. Dönemin gişe rekortmeni filmlerinin yapımcısı İrfan Ünal sahibidir filmin. Kadir İnanır ilk başrollerinden birindedir sinemamızın sultanı Türkan Şoray karşısında ve Müjdat Gezen, Ali Şen, Diclehan Baban, Mürüvvet Sim, Aziz Basmacı gibi ustalar eşlik eder onlara. Türkan-Kadir ikilisinin de ilk filmi olma onuruna sahiptir yapım. O dönemde zirveye çoktan yerleşmiş aykırı bir besteci ve yorumcu olan Orhan Gencebay’ın bir bestesi üzerine kuruludur film, adı da o şarkıdan gelir. Yapıldığı yılın en fazla iş yapan yapımlarından biriydi ve televizyondaki her yayını da hala ilgi görmektedir.

KARA GÖZLÜM, sinematografik açıdan mükemmel ya da en azından iyi bir film midir? Bu, bakış açınıza göre farklı yanıtlar verebileceğiniz bir soru. Bence iyi film nedir, biliyor musunuz? Kendisini defalarca izleme isteğini sizde uyandıran filmdir. HABABAM SINIFI serisindeki esprileri ezbere bilir ama her defasında aynı yerlerde tekrar tekrar kahkahalarınızı koyuvermek için seyredersiniz. En kolay bu şekilde açıklayabilirim.

Günümüzün ödül rekortmeni filmleri kötü müdür yani? Kesinlikle hayır. Sinemanın en mükemmelini sunmayı başarmışlardır bize ama onları tekrar tekrar izlemek istiyor muyuz? On yıl sonra televizyon karşısına kurulup kanaldan kanala zaplarken o filmlere denk geldiğinizde büyülenmiş gibi saplanıp kalır mısınız koltuğunuza? Sinema esas olarak seyirci için yapılan bir şey değil midir?

KARA GÖZLÜM’ü izlerken Kadir İnanır’ın kimliğini gizlemek için taktığı komik sakal ve peruğa, filmin sonunda horon tepmekten zerre anlamadıkları halde Karadenizli tiplemelerini canla başla canlandırmak için ayaklarını yere vurarak omuz sallayan kadroya, Aziz Basmacı’nın abartılı patron tiplemesine, Kayhan Yıldızoğlu’nun absürde varan Amerikalı yapımcısına gülmezsiniz. Bunlara gülenler kesinlikle kendilerini zorlamaktadır. Filmin oluşturduğu katarsis sizi bu yabancılaşmadan, kopmadan alıkoyar ve filmdeki dramın içinde kalırsınız. Orhan Kapkı’nın elbette ki yönetmenin de yönlendirmeleriyle aldığı temiz ve sağlam odaklı görüntüler, duygudan kopmamanızı yeterince sağlar. Çekim planları son derece ölçülüdür ve anlamı güçlendirmeye hizmette başarılıdır. Kadir İnanır’ın ve Türkan Şoray’ın yakın çekimlerinde onların aşkını, çaresizliğini, sevincini siz de yaşarsınız. Mizansenler genel olarak son derece başarılıdır.

İşte bu KARA GÖZLÜM, elli küsür yıl sonrasına kalmayı başarmıştır. Salih Temiz’le birlikte kurduğumuz STİM YAPIM’da ürettiğimiz (şimdilik) kısa filmlerde bizim hedeflediğimiz de bu. O Yeşilçam filmleri gibi, bütünlüklü, herkesi ilgilendiren, yarına kalacak filmler yapmak. Şimdilik bunun alıştırmalarını yapıyoruz ve ürettiğimiz her filmin bir öncekinden iyi olması için gayret sarf ediyoruz.

Samsun’da tek de değiliz. Bizim gibi onlarca insan, oluşum, kısalı uzunlu filmler, internet dizileri yapıyor, en azından deniyor. Bizim asıl amacımız, kentte ağırdan oluşan bu hareketi bir sektör haline getirmek. Bu enerjinin heba olup gitmesini istemiyoruz. Çünkü ortada yoğun bir emek var ve bu insanlar yaptıkları filmleri seyirciye ulaştırma gayreti içindeler.

Biz de filmlerimizi festivallere göndereceğiz, ayrıca gösterimler yapmak için tüm gücümüzü kullanacağız, dijital kanalları, interneti değerlendireceğiz; bir şekilde seyircimize ulaşacağız. Siz sinemasever dostlarımdan isteğim, bizlere destek olmanız. Bu destek parasal olmak zorunda değil. Bu yapımları (evet, birer başyapıt değiller, ama kendimizi ifade ettiğimiz, bu açıdan da birbirinden değerli yapımlar bunlar) seyirci olarak destekleyebilir, bize gösterim yapabileceğimiz yerler önerebilir, bizi kentinize davet edebilir, bizi kentinizde, çevrenizde tanıtabilirsiniz.

Gittikçe büyüyecek ve belki de ileride tüm ülkeyi kapsayacak bir amatör, bağımsız sinemacılar birliğine evrilecek bir yapıdır önerdiğimiz. Tüm yurtta, imkansızlıklar içinde bu işlere soyunan yüzlerce arkadaş olduğuna inanıyor, hatta biliyorum. Ne kadar çoksak o kadar güçlüyüz. Düşünce sistemimizi sanat geliştirir ve bir şeyleri başarmanın yolu belki de sanattan geçiyordur.

Sinemayla, sanatla kalın…

YILMAZ GÜNEY VE KİTABIM
Ben 1972 doğumluyum. Bizim jenerasyon için Yılmaz Güney efsane gibi bir şeydi. Şöyle ki, Güney, neredeyse hiç fotoğrafını görmediğimiz, hiçbir filmini izlemediğimiz, yazısını, kitabını okumadığımız bir sanatçıydı. Bizim kuşağın ‘68’de üniversite yıllarını yaşamış babaları, o günlere dair, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına ve ayrıca Yılmaz Güney’e dair pek çok inanılmaz şey anlatırdı bizlere. Diğer unsurlar hep sol tandanslı ailelerde bahsi geçen şeylerdi belki, ama Yılmaz Güney söz konusu olduğunda iki görüşe mensup amcalar da mutlaka nostaljiyle karışık hatırladıkları bir şeyler anlatmaktaydılar.
Bu durum, yaşıtlarımın çoğunun daha görmeden Yılmaz Güney hayranı olmasına sebep olmuştur. Filmleri serbest kalınca bir anda sinemalara ve videokaset kiracılarına düşen filmleri genelde ’70 sonrası filmleriydi ve bizim için Güney efsanesinin ‘60lardaki kısmı hala muammaydı. Derken Almancılar geldiler, video dükkanları da el altından vermeye başladılar ve böylece o muhteşem Çirkin Kral dönemini de tanıdık.
2018’da çıkardığım GÖLGENİ ARDINA AL romanım, tümüyle Çirkin Kral mitosu üzerine şekillendi. Hikaye örgüsü, beni etkileyen yedi Çirkin Kral filmi, yedi masal, yedi şiir, yedi öykü ve yedi romandan esinlenilerek oluşturuldu. Esasen roman, birbirinden eksantrik yedi kiralık katilden oluşan sıkı bir ekip etrafında şekilleniyor. Bunlar, bunların etrafında şekillenen hikayeciklerle anlatıya dahil olan birbirinden ilginç karakterler bana aklımdan hiç geçmeyen açılımlar yapma fırsatı sundu ve aslında yüz sayfada bırakmayı düşündüğüm romanım yaklaşık 600 sayfayı buldu, tam bir bilinç akışıyla gelişerek.
Aslında bir edebiyatçı ya da roman yazarı değilim. Kalemime güvenen ve beni roman yazmaya teşvik eden Zekeriya Çavuşoğlu hocama ayrıca teşekkür ederim. Kendisi kökende bir edebiyat öğretmeni olmakla birlikte, Samsun’un en iyi yazar ve şairlerinden de biridir. İlk hali 1000 sayfaya yakklaşan kitabın lüzumsuz bölümlerini acımasızca yırtarak kitabı bugünkü haline getirmeme çok yardımı olmuştur. Onun eleştirileri beni her zaman doğruya yöneltmiştir.
İlk baskısı bin adet olan kitabımın dört yıllık insanlara ulaşma mücadelesi neticesinde 700 adedini satmış bulunuyorum (nihayet!). Kitap (neredeyse) okunmayan bir ülkede bunun beni nasıl mutlu ettiğini tahmin edemezsiniz. Film çekmeye koyulduğumdan bu yana, romandaki 50 kadar yan öykü, bana inanılmaz kaynak sağlıyor. SÖZ ÜÇLEMESİ adını verdiğim AV, KOVBOY ve çekimine başlayacak olduğum KAHVE, bu öykülerden üçünden esinlenmişti. Önümüzdeki yıldan itibaren diğer öyküleri de filme aktarmaya başlayacağız. Bu defaki üçlemenin adı KARAR olacak. KARAR ÜÇLEMESİ’nin ilk filmi (bu ve diğer filmlerin tümü ortalama 30’ar dakika), Oflaz’ın öyküsünü anlatacağım DEĞNEK olacak. Senaryosunun yazımına başladım.
Aslında hedef bu orta metrajlarda ustalaşıp uzun metraja gitmekti ama maliyetleri hesapladığımda bu biraz zaman alacak gibi görünüyor. Üçlemelerdeki her filmin bir öncekinden daha iyi olduğunu görmek beni cesaretlendiriyor. Ama daha yol almam lazım. Bunlar henüz birer başyapıt değil. Ama yerel imkanlarla ve muhteşem bir sinerjiyle yapılmış ve bu güç birliğini filmlerin her anında hissedeceğiniz yapımlar.
GÖLGENİ ARDINA AL, film yapımında bana yeni yeni senaryo fikirleri için ilhamlar sağlarken, yedilinin romanda yarım kalan macerasını devam ettirme kararı aldım. Roman, yedilinin ve diğer önemli karakterlerin sonlarını okuyucuya bırakıyordu. Devam romanını yazmaya başladım. Bu başka üçlemeler de yolda demek. Galiba asla uzun metraja başlayamayacağım!
Sinemayla, sanatla kalın dostlar…

SÖZ ÜÇLEMESİ

Arkadaşlar, her şey bir televizyon programında başladı. Atakum Belediyesi televizyonu ATATV’de on iki bölüm kadar süren bir sinema programı yapmıştım. Amaç, Samsun’da sinemayla uğraşan insanları tanıtmak, Samsun için sinemanın alternatif bir üretim ve istihdam yolu olabileceğini göstermekti. Bu programlardan birine aldığım üç kişi olan Mustafa Uyar, Cemalettin Solar ve Şahin Saydereli, fırsat buldukça çeşitli sinema ve dizi projelerinde yer almış, daha çok tanınmak, sinemada daha çok yer almak isteyen insanlardı. Programda uzun uzun Samsun’dan beri yapışabileceklerden bahsettik ve çıkışta onların her birinin ayrı ayrı başrolünde olacağı üç kısa film çekmek için söz verdim. Kısa filmler yapmayı zaten Salih Temiz’le kurduğumuz ortaklık (STİM YAPIM) gereği yapacaktık ve asıl hedefimiz olan uzun metraj öncesinde tecrübe edinmemiz gerekiyordu. Bu üç filmlik projeye de öyle bakıyordum.

Sonra senaryoları yazmaya giriştim ve kaynak olarak kendime çok karakterli, pek çok yan öykü içeren GÖLGENİ ARDINA AL romanımı seçtim. Hakikaten roman, bana hem kendiyle bağımlı hem de çok çeşitli açılımlar yapılabilecek onlarca seçenek sunuyordu. Neticede üç hikaye seçtim ve bunları hayli serbest şekilde senaryolaştırdım. Böylece, aslında uzun metrajını hayal ederek yazdığım romanı, yapması daha kolay olan kısa filmlerle bir noktaya getirebilecektim.

Ortaya çıkan üç senaryo AV, KOVBOY ve KAHVE’ydi. İlk olarak Mustafa için çekeceğim AV’a giriştik. Mustafa çekimler esnasında rahatsızlık geçirince, onun yerini alan Eray Özdal ile tamamladık filmi ve Samsun’da ve Ankara’da gösterdik. Bu ay itibariyle Cemalettin’in başrolde olduğu KOVBOY’un çekim sonrası işlemleri de bitti ve film seyre hazır hale geldi. Şahin için yazılan KAHVE’nin son senaryo taslağı ve çekim senaryosu da nihai şekli aldı ve yakında okuma provalarıyla filme start vereceğiz.

“Söz” günümüzde anlamından çok şey yitirmiş bir kavram. Artık insanlar söz vermenin ne anlama geldiğini unutmuş durumdalar. Bugün söylediklerini yarın çok kolay inkar edebiliyor ve buna da yüzleri kızarmaksızın bahane uyduruyorlar. Sözün senet sayıldığı günlerden çok uzaklaştık. Delikanlılık dşye bir kavram da yok şimdi. Şu anda siyasette yaşadıklarımızda, aynı günlük hayatımızdaki gibi, bunun pek çok örneği var ve bu durum gittikçe daha iğrenç bir hal alıyor.

Üçlememizin ana temasını Hacı Bektaş Veli’den aldık: “Öl söz verme, öl sözünden dönme.” Bu üç ayrı kısa filmi (her biri ortalama 30’ar dakika), anlatım farklılıklarına rağmen, birlikte kurgulayarak bir çok hikayeli uzun metraja dönüştürmek gibi bir düşüncem de var. KOVBOY, AV’dan daha iyi oldu. KAHVE de KOVBOY’dan iyi olacak eminim. Yaparak öğreniyoruz. Daha iyi yaptığımız film, bir önceki, acemiliğimizde kalan filmi yeniden kurgulamamız için bize yeni ufuklar açıyor. Üç film de bittikten sonra, bu nedenle, kurgu ve seslendirmelerini yeniden ele alacağız.

Yarın akşam KOVBOY’un tamamlanmış halini, ekip olarak, ilk defa seyredeceğiz. Halka açık gösterimler için birkaç ay daha beklememiz gerekecek. Ama seveceğiniz, AV’ın hatalarından büyük oranda kurtulmuş bir film ortaya çıktığını söyleyebilirim. Sinemayla kalın…

Delikanlı Siyaset

Bir gün, sanırım Müjdat Gezen, politika kelimesinin Yunanca “poli” (çok) ve “tika” (yüz) kelimelerinin birleşiminden yola çıkılarak “ikiyüzlülük” anlamına geldiğini söylemişti espriyle karışık. Aslında şehir anlamındaki “polis” kelimesinden türeyen bir tabir, kente ya da devlete ait etkinlikler biçimindedir. “Siyaset“ kelimesinin de Arapça “Seyis”ten kökünü alması ilginç. Neticede iki kelime de idare etmekle ilgili.

Günümüzde ülkemizde süregiden siyasetin asıl anlamlarından çok, Müjdat Gezen’in şakayla karışık dillendirdiği anlam kaymasına yöneldiğini düşünmek istemesem de, şu seçim döneminin son safhasında almış olduğu şekil beni buna zorluyor.

Ne olur siyasetçiler, artık birbirinize haykırmaktan, kötü sözler söylemekten vazgeçin. Akşam haberleri birbirinize laf atmalarınızla dolu. Oysa iyice karamsarlığa gömüldüğümüz şu dönemde bizim yarınımıza güvenle bakmamızı sağlayacak vaatlere ihtiyacımız var. Sizlerse bu vaatleri bize aktarmaya yönelecek yerde tüm enerjinizi karşı tarafı gömmeye harcar vaziyettesiniz. Paylaşamadığınız nedir Allah aşkına? Çok şey mi istiyoruz? İnsanca yaşayacağımız bir memleket sadece ve bunu yaratmak da zor değil ha… Sorunlarımıza çözümler sunmanızı istiyoruz. Şu şucu, bu bucuyla kaybedecek vaktimiz var mı sizce? Ben bir kamu mühendisi olarak daha bir mühendis gibi hissetmek istiyorum kendimi mesela; teknolojiye yatırım yaparken (ki bu mesleğimizin bir gereği) maddi güçlükleri düşünmemek, kendimi geliştireceğim yayınlara rahatça ulaşabilmek, geleceğimden umutsuz olmamak hakkım değil mi? Altımızda çalışan işçi neredeyse bizden fazla alırken, biz neden onca sorumluluğun altına imza atıyoruz bu paraya?

Bu mesele sadece benimle ve meslekdaşlarımla ilgili spesifik bir örnek. Başka iş kollarının, başka sosyal sınıfların ya da yaş gruplarının da kendilerine göre binlerce sorunları var. Bunları konuşmak ve çözümlerinizi bizlere iletmek yerine bu ağız dalaşı nedir?

Biz daha gençken tüm siyasi liderlerin bir yuvarlak masa etrafında toplandıkları ve görüşlerini karşılıklı olarak dile getirdikleri televizyon programları hatırlıyorum. Bazıları hala YouTube’da var. Birinin diğerinin sözünü kestiğini, laf attığını, yüzünü ekşittiğini göremezsiniz. Sabırla dinliyor ve sıraları geldiğinde de rahatlıkla, ama karşı tarafı da incitmeksizin yanıtlarını veriyorlar. Bu Türkiye’yi özlüyoruz ne yalan söyleyeyim. Belki daha genç kuşaklar değil, çünkü onlar böyle zamanları görmediler ne yazık ki, ama ne olur, ne olur bize dönün ve bizi önemsediğinizi, bizi düşündüğünüzü bize hissettirin. Çözümleriniz günlük değil, ömürlük olsun. Günden güne değişen kararlar insanı deliye döndürüyor. Siyaset bir hizmet alanı olsun, bir hırs, bir cep doldurma, bir adam kayırma alanı olmasın. “İkiyüzlülük” değil, delikanlılık olsun ne olur…

HAK ETMEK


İnsanın daha önceki bir yazımda da bahsettiğim üç temel hakkı var: Eğitim, sağlık, barınma. Bunlar hak, lütuf değil.
Dolayısıyla bunlara ulaşımın zor olmaması lazım; yani iyi eğitime, iyi tedaviye ve iyi ve uygun fiyatlı konuta. Bu hakların bu denli ulaşılmaz noktaya getirilmesi sizce de yanlış değil mi?
Devlet okullarında okuyup da iyi eğitim edinmiş nesiller değil miyiz? Bizim gençliğimizde paralı kolejler mi vardı beş yaşında girilip on sekizinde çıkılan ve yine de çok az süper gencin yetişebildiği? Hepimiz (ben ’72liyim) devlet okullarında okuduk ve iyi yerlere geldik. Babalarımızın yılda on binlerce (bugünün parasıyla) lira yatırması gerekmedi.
Her şeyin paraya vurulduğu böyle bir ortamda eğitim eşitliğinden söz etmek mümkün mü? Ha, evet, çalışkan bir köylü çocuğu kendi kendini yetiştirerek üniversite sınavlarında iyi puanlar alabiliyor zaman zaman. Ama bu istisnalar eğitim sistemimizin bir erdemi değil. O çocuğun bir erdemi. Gücü yetenlerin çocuklarıyla yarışabilmeleri için oğlunun, kızının okul masrafları için ömür boyu ödeyeceği kredilerin altına girmemeli bir ebeveyn. Buna gerek de olmamalı. Devlet, tüm çocukların aynı eğitimi alabileceği, eşit fırsatlar edineceği bir sistemi getirebilmeli.
Sağlık için de benzer şeyler söylenebilir. Bu özel hastaneler arttıkça doktorlar, sanki daha fazla hasta bu hastanelere yığılsın diye beklemeye başladılar. Koruyucu hekimlik diye bir kavramdan artık bahsedilebiliyor mu? Hastalığı önleme değil de sonrasında çözüme ulaştırmaya çabalama hakim değil mi? Burada doktorlara çamur atmak değil amacım. Benim babam da doktor. Bunlar aslında mesleğe bağlanacak kusurlar değil. Her şeye ticaret olarak bakan sistemde asıl kusur.
Yaşamımızdaki her şey gibi konutların da günden güne, hem de misli misli pahalanması da sistemdeki pek de çözümü zorlanmıyor görünen bir açmazdan dolayı değil mi?Bundan bir önceki yazımda uzun uzun bahsettiğim için burada barınma hakkıyla ilgili daha fazla bahiste bulunmayacağım.
Dilerim halkın diğer haklarının yanında bu temel haklara da kavuşacağı günler yakındır…

SANATÇILAR KARDEŞTİR

İnsanlık anlayışımızın, nezaketimizin gün geçtikçe köreliyor olması dehşete düşürüyor beni. Benim akranlarım (1970-75 arası doğanlar) ve elbette daha eskiler, böyle bir ortamda olmamışlardı muhtemelen. İnsanların kendilerini en düzgün biçimde, en ufak bir ifade hatasına düşmeden, kibarca ifade ettikleri günler gördük. Siyasetçiler bir masanın etrafına toplanır, tartışırlardı ve kimsenin diğerinin sözünü kestiğini görmezdik. Sataşmaları bile belli bir incelik içeriyordu ve karşı taraf rakibinin ağzına tıkmaya çalışmıyordu lafları.

Bugün bu insanlar nereye gittiler? Biz neden bu kaosun içine düştük? Medeniyette ilerleme değil midir esas olan; şu halde bir toplum yıldan yıla neden geriler? Ulaştığı o doruktan yokuş aşağı, koşarcasına inmek de nedir, hem de yuvarlana yuvarlana, kafasını gözünü yararak?

Cehalet bir üstünlük göstergesi oldu neredeyse. Etrafını, karını zararını, gündemi, başındakileri sorgulayan o insanlar güzel atlara binip gittiler mi? Eğitim seviyesini artırmanın yolu adım başı yeni bir üniversite açmak mıdır? Bunun çoğu zaman işsiz güruhu dört yıllığına o konumdan alıp öğrenci konumuna sokmak için bir oyun olduğunu görüyor muyuz? Bu okullara yetecek sayıda hocamız olmadığı bazı bölümlere piyasadan geçici öğretim üyesi alınmasından anlaşılmıyor mu? Apartman üniversiteleri yaygınlaşmaya başladı; buradan çıkan, kampüs hayatı, faaliyet alanı görmemiş bir genç, üniversite görmüş mü olur? Hem bu çoğu düşük seviyeli okullardan yetişen mühendis, avukat ya da ne olursa, ne kadar yetkin, ne kadar alanına hakim olabilir? Bizim ara elemana hiç mi ihtiyacımız yok? Mühendisler üzerinden konuşalım; milyonlarcasını o dört yılların sonunda piyasaya salacaksınız ve büyük yüzdesi işsiz kalacak ya da asgari ücretle bir yerde robot gibi, mesaisiz çalışmaya başlayacak. Yeterli eğitimi almadığı için de kolaylıkla yanlışa düşebilecek ve kötü projeler, dayanıksız yapılar üretecek. Her kasabaya kurulacak fakültelere değil, insan gibi eğitim verecek, kalifiye mezunlar çıkartacak olanlara ihtiyacımız var.

Bunu kavrayacak halk yığınının ancak gerçek bir eğitimden geçirilerek ve onlara faydalı kültür anlayışları edindirilerek oluşabileceği ve bu ülkeyi asıl böyle bir halkın yeniden yükselteceği açıktır.

Sanatla uğraşan tüm insanlar kardeştir. Bir ülkeyi kurtaracak olan öncelikle sanattır. Halk okumalı, izlemeli, dinlemeli, ama öncelikle karşısındaki sanatı anlamalı az çok. Bu da eğitimin kalitesini yükseltmekle olur. Eğitimli insan (sırf öğretim görmüşler demiyorum), çevresinin kalitesini de çoğaltır. Sadece izlediği, dinlediği, okuduğu sanat eserini değil, etrafındaki her şeyi, giderek tüm dünyayı anlar ve kararlarını ona göre verir. Bazen bana kızıyorlar kendi çalışmalarımdan çok başkalarınınkileri paylaştığım için. Halbuki bu kardeşliğin bir gereğidir. Tanına tanına çoğalacağımızı ve kalabalık, güçlü bir aile olacağımızı bildiğim için…

Biz de güneşli, güzel günlere inanmak istiyoruz artık. Belki bir gün kardeşçe motorlara maviliklere süreceğimiz günler gelecektir. Gelin bu süreci hızlandırmanın yoluna bakalım…

BİR DURUN

Bi durun! Daha fazla inşaat yapmayın. Para kazanmanın başka yolları da var. Üretime yönelin. Zenginliğe giden yol sadece bir kişinin üç, beş, on eve sahip olması değil. Betona boğulmaya ne kadar mesaklısınız. Hem de koştura koştura. “Yarın beton atmam lazım, bir an önce ruhsatımı verin.” “Şurada da iki karış yer kalmış, orayı da ben kapayım da bir gökdelen dikmenin yoluna bakayım.” Durun ne olur? Bu inşaat sevdası yüzünden sinema, tiyatro binaları, kütüphaneler, insanların iki nefes alacağı bahçeler yıkıldı. Samsun’daki güneydoğudakiyle aynı şiddette bir depremde bu yapı stoğunuzun %40’ının ayakta kalacağı belli değil. Durun!

“Körün gözü açıldığında, kırdığı ilk şey bastonudur.” Sabahattin Ali

BARINMA HAKKI

Bugün akşam TİP genel başkanı Erkan Baş, Candaş Tolga Işık’ın Az Önce Konuştum programında çok güzel, vurucu bir şey söyledi. Barınma hakkının en temel insan haklarında biri olduğundan bahsetti. Oysa bugün gelinen bu vahşi, doymak bilmez ortamda bir insanı geçtim, bir çiftin ömür boyu biriktirdiği paranın insanca yaşayabileceği bir ev almaya yetmediği gerçeğiyle bir kere daha yüz yüze geldim. Böyle bir hakkın Türkiye’deki tek kar unsuru haline getirilmesi gaddarlıktır, vahşiliktir. Ömür boyu çalıştığımız yetmiyormuş gibi, o eve sahip olmak için krediler çekip, emekli olduktan sonra da yıllarca o borcu ödemek durumunda kalıyoruz. Ne için? Sonunda bir depremin vurup elimizden alması için. Herkesin konut edinmesinin önünü açamıyorsanız, her kent için yüzlerle, binlerle ifade edilen boş ev, konut fazlası, yani gereksiz stoğun anlamı ne? Canavarca yeşili katletmenin, üstüne üstlük kot farklarının, yanlış imar uygulamalarının, dengesiz yapılaşmanın neden olduğu, yarattığı düşmanlıklar mutlu mu ediyor sizi? Belediyeye her gün en az iki şikayet geliyor “Vay, bitişik inşaat benim duvarımı yıktı, vay şu perseldeki bina manzaramı kesti, bana niye üç kat, ona yirmi kat?” diye söylene söylenen insanlardan. Samsun olarak biz bir deniz kentiyiz değil mi? Sahile yürüme beş dakikalık mesafedeki Esenevler Mahallesi neden nefes alamıyor? Bitişik nizamdaki yüksek binalara daha eski alçak katlı binaları öldürtmenin anlamı ne? Ve bu gidiş nereye? Çocukluğumun her tarafı bahçelerle dolu Samsun’unu özlemeyeyim de ne yapayım? O incir ağaçları… Şimdi o ağaçların üç misli, beş misli müteahhidimiz var. Hep aynı binaları, birbirine yapıştıra yapıştıra yapan müteahhitler… Bu düzende bir yanlışlık var. İnsanın en temel haklarından biridir barınma ihtiyacı, başta dediğim gibi. O hakkına ulaşmak için tüm bir ömrünü ipotek altına sokmak durumunda bırakılmamalı. İhtiyaç fazlası binalar da kente yüktür. Kalabalık nüfusa değil, nitelikli nüfusa sahip olmaktır asıl mesele. Kentin ihtiyacı olan konut miktarı belirlenerek, verilecek izinler yeni binalara öyle verilmelidir. Naçizane fikrim, bir inşaat mühendisi olarak.

İnşaat mühendisi demişken; bu hırsı o derecede yaygınlaştırdınız ki, daha çok proje almak uğruna fiyatları kırıp mesleğin değerini düşüren arkadaşlarımız fabrikasyon, özensiz, müteahhidin, dahası mimarın isteklerine göre çizimler hesaplamalar yapmaya başladılar. Para hırsınız yüzünden üç kuruşa çalıştırdığınız şantiye şefi meslektaşlarım, hayatlarını idame ettirebilmek için alabildikleri kadar iş almakta ve inşaatları layığıyla kontrol edememekteler. Hesabında daha az demir çıkardığı için müteahhitlerce tercih edilen mühendislerin olduğunu gülerek anlatan yine müteahhitlerin kendileri. Sözüm tüm müteahhitlere değil elbette. İstisnalar ayrı. Ama genel yaklaşım bu.

Lafı fazla uzatmayayım. Ama biraz yavaşlayalım ne olur? Samsun, Samsun olmaktan çıkmasın… Art arda depremler yaşanıyor memlekette. Biz de bir fay hattının yakınındayız…

ÇARESİZLİK

İnsanoğlunun, hele ki şu olmazın olunur kılındığı teknolojik çağda, doğal afetler karşısındaki acizliği, göreni üzdüğü kadar şaşkınlığa boğuyor. Akşamları daha eni depremi yaşamış, onun yıkımını atlatmaya çalışan güzelim şehirlerimizin şimdi de sel afetiyle karşı karşıya kalması nasıl bir kaderdir, daha doğrusu kader midir?

Benim kısa bir zaman zarfında bu türde ikinci bir yazı paylaşmam, elimden başka yapacak bir şey gelmemesindendir. Peki, tüm bir halk olarak, en azından aklımızı başımıza almamız ve neler yapılabileceği üzerine kafa yormamız da mı mümkün değil? Burada amacım politika yapmak değil, kafamı neredeyse delip geçecek düşünceleri paylaşmak. Bu düşüncelere neden olan acının tarifi yok gerçekten. Düşün düşün, içinden çıkamıyor insan. Ama bazı yanlışlıkları da idrak ediyor zamanla.

Sivil toplum örgütleri, odalar yeniden güçlendirilmeli ve eski hakları yeniden geri verilerek asıl vazifelerini yapabilmelerine imkan verilmelidir. Her şeyi özelleştiremezsiniz. “Devletin hantal yapısı” bahane edilerek, mesela inşaatların kontrolünü özel firmalara açmak, sonucu belirsiz bir meseledir. Bunun yerine o özel firmalarda mali yönden çok da iyi olmayan şartlarda çalışan mühendisleri belediyeler bünyesinde istihdam ederek kamu adına çalıştırabiliriz ve böylece yapıların kontrolü anlamında belediyelerin elini güçlendirebiliriz.

Sırf bu da değil, yapılan projelerin eskiden olduğu gibi oda denetiminden de geçirilmesi, bu projelerin çifte kontrolü açısından bir sigorta görevi görecektir. Bu durum müteahhitlerin aceleci tavrına, “Bir an önce ruhsatımı verin! Beton sipariş ettim ben!” feryatlarına rağmen yapılmalıdır hem de. Depremden de ders almamışlarsa daha da hiçbir şey onları kendilerine getirmeyecektir zaten. Beton numunelerinin dayanım testlerinin 28 güne kadar yayıldığı bir ortamda haftada bir tabliye atma yoluna giden müteahhitlerden pek bir umudum olmasa da…

Liyakat, liyakat, liyakat. Artık bu ülkede esas alınacak ilke bu olmalıdır. Her şeyde olduğu gibi müteahhitlik sektöründe de böyle olmalıdır. Aksi takdirde elbette ki müteahhit, “Kardeşim, ben ilkokul mezunuyum. Param var inşaat yapıyorum. Ben mi projesini yaptım? Ben mi denetledim?” der ve kenara çekilir. Daha az demir ve beton çıkaran mühendise götürür projesini. Her kamyondan numune almayacak, hatta mümkünse inşaatın yolunu bilmeyecek denetim firmalarına düşürecektir işi. Evet, düşürecektir diyorum. Çünkü havuz konsepti de bu işi çözmüş değil. İstediği firmaya denk düşene kadar yeniden havuza düşürebiliyor müteahhit firma kendini.

Sivil toplum kuruluşlarından korkulmasın. Bu örgütler (kimi muhalif de olabilir), temelde işlevleriyle devletin işleyişine destektir. Onun yetişemediği yerde organize olur, çözüm getirir. Bu, devlet için bir ayıp ya da eksiklik değildir.

İnsanlarımız şimdi de selden ölüyorlar. Yarın?…

AV

AV adlı kısa filmimi nihayet tamamladık. Filmin yapım süreciyle ve sonrasıyla ilgili süreci yakında paylaşmaya başlayacağım.

The Great McGinty (1940)

Daha yeni izlediğim bir filmi, temayülümün dışında, film kataloğum kısmında değil, burada yazmak istedim. Hollywood’un şaşaalı ’40lı yıllarının ustaları arasındaki Preston Sturges’in yazıp yönettiği The Great McGinty ele alacağım yapım.

The Great McGinty (1940)

Aslında uzun zamandır farklı ülke sinemalarını (tabi bu arada eski Yeşilçam ürünlerini) taramakla meşgul olduğumdan izlemeyi hep ertelediğim bir filmdi The Great McGinty. Hatta Sturges’i tümüyle erteleyip duruyordum desem yalan olmaz. Ama dün şu pandemi hapsinde elime geçince de kayıtsız kalamadım filme ve izlemeye koyuldum. İzledikçe de ne derecede modern ve ta o zamandan günümüze, özellikle de günümüz siyasetine ışık tutmuş bir yapım olduğunu anladım.

Preston Sturges PicturePreston Sturges

Preston Sturges’in hayatı bazı kendi filmlerindeki hikayeleri andırmıyor değil. 1898’de zengin bir ailede dünyaya geliyor. Küçükken, annesinin arkadaşı olan Isadora Duncan’a (Meşhur bir Rus asıllı dansçı)* sahnede yardım ederek yetişiyor. Amerikan Ordusunda 2. Dünya Savaşı’na katılıp dönüyor. Bir süre buluş üretmeyle meşgul oluyor: otomobil, uçak gibi, ama hepsinde başarısız oluyor. Ardından öyküler yazmaya başlıyor ve 1929’da ilk oyunu olan The Guinea Pig’i yazıyor. Oyunlarını sahneye koymada finansal sorun yaşayınca, 1932’de, para kazanmak için Hollywood’a gidiyor. Çok geçmeden sinemanın büyüsüne kapılıp kendi hikayelerini çekmenin araştırmasına girişiyor. İk senaryosu olan .The Great McGinty ‘yi ucuza kapatan Paramount, ona bu şansı veriyor. Filmin başarısı önünü açıyor ve izleyen dört yıl boyunca birbiri ardına başyapıtlar üretiyor. Bu başarıyla bağımsız yapımcılık yapmaya yöneliyor, fakat bu uzun sürmüyor: Bir dizi mali başarısızlık yaşıyor ve işlerini pahalıya çıkaran bir mükemmelliyetçi olarak ün salıyor. Bunun üzerine Fransa’ya geçip, son filmi, Les carnets du Major Thompson (1955)’ı yapıyor. 1959’da da New York’ta ölüyor.

Brian Donlevy, Muriel Angelus, and Akim Tamiroff in The Great McGinty (1940)

Filin konusu kısaca şöyle: Geriye dönüşlerle anlatılan, depresyon dönemi fırsatçılarından Dan McGinty’nin (Brian Donlevy) hayatı, şehrin politika makinesi tarafından bir oy hilesinde kullanıldığında yön değiştirir. Siyasiler için her seferinde kendine verdikleri görevi başaran Dan’in ideal bir Belediye Başkanı adayı olduğuna karar verir ve hatta ona bir eş bulurlar. Catherine (Muriel Angelus) adlı onurlu bir kadınla yaptığı evlilik, zamanla doğruları görmesine ve siyasetteki kariyerinin bitmesine neden olur.

Catherine ve Dan arasında şöyle bir diyalog geçer:

Brian Donlevy and Muriel Angelus in The Great McGinty (1940)

C: Sen sadece zor bir adamsın. Yanlış biri değilsin. diğer tarafta olsaydın, aynen bu taraftaki gibi, zoru seçerdin.

D: Alçak biri olduğumu mu söylüyorsun?

C: Özellikle söylemeye çalıştığım bir şey yok. Sadece halk için bir şeyler yapabileceğin bütün güç ve fırsatlar elindeyken onları sarsmaktan fazlasını yapmamandan bahsediyorum. Bir şeyler boşa gidiyor gibi. Denegsiz. Anlıyor musun?

D: Ne yapmaya çalışıyorsun, beni dönüştürmeye mi?

C: Öylesine konuşuyorum.

D: Çalışma şartlarının kötülüğü ve çocuk işçiler hakkında çok şey duydum. Ve fakirlerin içinde yaşadıkları harabeler. İstesem de bunlar hakkında bir şey yapamam, tatlım.

C: Bunlar onun üzerine çalıştığı insanlar.

D: bunlar beni başa getirenler. işlerin nasıl yürüdüğünü görmelisin.

C: Yapabiseydin yapacağını söylüyorsun yani?

D: Ne?

C: Konutlar hakkında belki…

D: Neden? Orada yaşayan akraban falan mı var?

C: Olmadığını biliyorsun.

D: Bilmez misin, o insanlar kendi hallerinde bırakılmak ister. Kirli kalmak. Etraflarında dolanan insanlar istemezler. Onlara bir küvet ver, içine kömür koyarlar. Anlaman gerekiyor, tatlım.  Kimse partiyi yıkacak denli güçlü değildir, ne kadar karısını mutlu etmek istese de.

C: Bir gün yeterince güçlü olacaksın Dan. O zaman tüm bu pislikleri, üç kağıtçıları ve hırsız siyasetçileri temizleyeceksin.

….

D: Ben bir eyaletin belediye başkanıyım sen de başkanın eşisin. Bu sana yetmiyor mu? Bununla yetinemez miyiz? başkan olmak kolay değil.

 

Aradan zaman geçer ve McGinty valiliği de alır. Artık yeterince güçlüdür. Valiliğe geldiği ilk gün, onu siyasete taşıyan The Boss lakaplı kirli politikacı (muhteşem Akim Tamiroff) onu ziyarete gelir.

The Great McGinty (1940) – Lasso The Movies

T: (valilik binası için) Burası harap bir yer.

D: Öyle mi?

T: Saçma. Yollar mesela… Berbat haldeler. Savaş çıkarsa, onların insafına kaldık! Tümüyle yeni bir karayolu sistemi gerek.

D: Düşman buraya nasıl gelecek ki?

T: Nereden bileyim? General miyim ben? Sonra yeni bir su dağıtım sistemi gerekli. Bir kanal ve… Bak bunun için beni öpersin; yeni bir baraj!

D: Öyle mi?

T: İfadenden, ir barajın ne olduğunu bilmediğin anlaşılıyor. Barajın içine su konulan bir şey olduğunu sanıyorsun. Baraj içine bir yığın beton doldurduğun şeydir. Ve ne kadar doldurduğunun da önemi yoktur. Her zaman daha fazlasına yer vardır. Hem, bittiğinden korktuğun anda, içinde bir çatlak bulabilir ve oraya daha fazla beton atarsın. Harika!

C: Eski barajın nesi var?

D: İçinde çatlak var dedim ya… Peki, hemen şimdi, çiftçiler bakadururken, bu hoş, küçük kongre binasıyla başlayabiliriz. Beyaz mermerle kaplarız belki. Belki de pembe hoşuna gider.

D: Neden yenilenmiş bir kongre binasına ihtiyacımız olsun ki?

T: Çünkü elimizdeki bina dökülüyor. Bak, güvenli değil.

D: Bana yeterince güvenli görünüyor. Burada çalışacak olan benim.

T: Bu sabah ters tarafından kalkmış gibisin ha, Dan?

D: Evet.

T: Ne demeye çalışıyorsun Allah aşkına?

D: Bak… Bir baraj olmayacak. Halkın ihtiyaç duymadığı köprüler, binalar olmayacak artık.

T: Halk? Hasta falan mısın sen.

D: Ben iyiyim.

T: O halde ne yapmaya çalışıyorsun seni kancık dolandırıcı, seni buraya taşımak için 400 bin dolar harcamışken ben?

D: Bunu biliyorum. İşte kasanın anahtarı. Sana maaşımın kalanını da vereceğim.

T: Hangi maaşının kalanını? Burada daha ne kadar kalacağını sanıyorsun?

D: Burada ne kadar kalacağımı kesinlikle biliyorum.

T: Bildiğini sanıyorsun, seni zavallı züppe.

D: Ben ne yaptığımı biliyorum. Bunu uzun zamandır kurmaktaydım. Önce bir çocuk işçi kanunu yapacağım, sonra da çalışma şartları kötü olan işletmeleri kapatacağım, sonra gecekonduları yasaklayacağım.

T: Sen çocuk işçiler hakkında ne bilirsin ki? Kötü işletme dediğin şeyi dahi görmedin. Şu gecekondu meselesi de ne oluyor? Kim kafana sokuyor bunları?

 

Neticede bir kavgaya tutuşurlar ve ikisi de önce hapse düşer ve önceden yaptıkları kirli işler bir bir ortaya çıkar.

Yukarıdaki diyalogları okuduğunuzda günümüz siyasetinden bir şeyler çağrışım yapmıyor mu kafanızda?

Cockeyed Caravan: Underrated Movie #94: The Great McGinty

The Great McGinty, 1941’de En İyi Orjinal Senaryo Oscarı aldı. preston Sturges, sonraki filmlerinde en az bunun kadar başarılı işler çıkarmasına rağmen, Oscar’a aday bile gösterilmedi, muhalif tavrı nedeniyle.

The Great Mcginty Cast and Crew | TV Guide

McGinty’yi oynayan Brian Donlevy   (1901-1972), sinemadaki oyunculuk kariyerine 1923’te başlamış ve neredeyse ölünceye dek perdede görünmüştür.  İrikıyım, yakışıklı fiziğiyle özellikle kara film türünün aranan oyuncuları arasına girmiş olan aktör, 1939 yapımı Beau Geste filmindeki rolüyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ını alınca kariyeri hızlanmaya başlamıştı. Önemli filmleri arasında The Glass Key (1942), Hangman Also Die! (1943), Kiss of Death (1947), Quatermass serisi (1957) sayılabilir.

Muriel Angelus Picture

Muriel Angelus (1909-2004), güzel bir yıldız olmasına rağmen kariyeri kısa süren bir sanatçı. 928’de sinemaya girmiş ve 18 filmde yer almış. The Great McGinty son filmi ve en büyük başarısı.

The Boss | Preston Sturges Wiki | Fandom

Filmin yoz siyasetçisini canlandıran müthiş Rus asıllı aktör Akim Tamiroff(1899-1972), Rusya’da tiyatro eğitimi almış, Stanislavski’nin öğrencilerinden. 1920’de New York’a gelip tiyatro yapmaya başlıyor ve 1932’de Hollywood’a gelerek ilk filmi olan Okay America! (1932)’da görünüyor. Aktör iinde TV filmlerinin de bulunduğu 157 yapımda görünmüş. yer aldığı önemli filmler arasında The Scarlet Empree (1934), The Merry Widow (1934), The Story of Louis Pasteur (1936), The General Died at Dawn (1936), Reap the Wid Wind (1942), Five Graves to Cairo (1943), For Whom the Bells Toll? (1943), Romanoff and Juliet (1961), The Trial (1962), Topkapı (1964) gibi yapımlar var.

 

Angela Isadora Duncan (May 27, 1877 – September 14, 1927 ...    Meşhur dansçı Duncan ve

13 Şubat 1967: Şair Füruğ Ferruhzad hayatını kaybetti - Çatlak Zemin

İarnlı şair ve yönetmen Füruğ.

  • Isadora Duncan, ayrı bir yazının konusu. Çünkü çok sevdiğim İranlı kadın şair Füruğ Ferruhzad’la ortak bir yönleri var: Ölüm şekilleri. İkisi de genç yaşta, arabalarıyla seyahat ederken, eşarplarının tekerleğe dolanmasıyla boyunları kırılarak ölüyorlar!