Bir Mühendisin Sinema Eğitimi

BİR MÜHENDİSİN SİNEMA EĞİTİMİ başlığı altında bu haftadan başlayarak içinde kitaptan alıntıların da olacağı sinema yazıları paylaşacağım.

BİR MÜHENDİSİN SİNEMA EĞİTİMİ

İlk Yazı

Herkese merhaba!

Bugünden başlayarak mümkün olduğunca düzenli aralıklarla, yukarıdaki ana başlık altında, sinemayla ilgili yazılar paylaşmaya başlayacağım burada. Bir Mühendisin Sinema Eğitimi, aslında benim sinema üzerine, sinema yazarlığı yaparken edindiğim tecrübeler üzerine yazdığım bir kitabın adı. Aynen orada yaptığım gibi burada da sizinle zaman zaman anılarımı, zaman zaman belleklerimizde yer etmiş filmleri, aktör ve yönetmenleri, anekdotları, elimden geldiğince keyifli bir dille anlatmaya çalışacağım.

Ana başlıktan da anlaşıldığı üzere, ben bir mühendisim. Hayatımı inşaat mühendisliği yaparak kazanıyorum. Ama sinema yazarlığım daha eskiye, üniversite yıllarımın başına rastlıyor. Mühendisliğim sinema yazarlığıma bir disiplin, sinema yazarlığım mühendisliğime olaylara daha geniş açıdan bakma yeteneği kazandırdı. Zaten ben insanların ana mesleklerinin yanında başka bir dalla daha uğraşmaları gerektiğine inananlardanım. Yoksa bir robottan farkımız kalmazdı, değil mi?

Bugünkü yazıda kısaca beni sinema yazmaya iten sebeplere değineceğim.

Çocukluğumun evleri, sülalenin büyük kesiminin bir arada yaşadığı, curcunalı mekanlardı. Bu “yerleşke”lerde o kadar çok çocuk olurdu ki bunları uslu tutmanın az sayıdaki yollarından biri de yaşlıların onları başlarına toplayıp onlara masal anlatmasıydı. Biz de babaannemin anlattığı masallarla büyüdük. Derken bizim haylazlıklarımızdan kısa süreli de olsa kurtulmanın yolunu bizi amcalarımızla sinemaya göndermekte buldular. Birdenbire apayrı bir dünyanın ortasına düşmüştüm. Beyazperdeye yansıyan komik, korkunç, heyecanlı, hüzünlü hayatların büyüsü beni içine alıvermişti. Babaannem sinemaya gidemiyordu. Ben de masallarıyla hayatıma tat katmasının karşılığını ona izlediğim filmleri anlatmakla vermeye başladım!

Bu bende bir alışkanlık yaratmıştı ister istemez ve filmleri anlatmaktan, onlar üzerine konuşmaktan daha on’lu yaşlarda büyük keyif alır olmuştum.

Ortaokul yıllarında elim de kalem tutmaya başlamıştı; ufak öyküler yazardım bir gün filme dönüşeceğini düşleyerek. Üniversiteye başladığım yıllarda da hep film tartışmaları yaptığım lise arkadaşım Savaş Arslan, çıkarmakta oldukları Geceyarısı Sineması dergisine yazmamı önerdi. Başta çekindim, çünkü benim eleştiri yaklaşımım sözeldi. Evet, bir şekilde öyküler, düzyazılar yazıyordum, ama…

Neticede ikna oldum ve ilk yazım Geceyarısı Sineması’nda yayımlandı. Arkası da geldi. Popüler Sinema dergisi ve başka yayınlar derken yaklaşık on beş yıldır yazmakta olduğum Sekans’ta buldum kendimi. Şu anda sekiz ayrı mecrada yazmaktayım.

Sadece samimi bir sohbet kurmaktır buradaki amaç, hem kendim hem de okuyacaklarından keyif alacak insanlar için. İnşallah bu sözümü yemek durumunda kalmam ve hepiniz okurken mutlu olursunuz.

Hayat aslında bir sinema karesidir. Sevgi ve saygılarımla….

İlker MUTLU

 

İlk Filmler

 

İlk seyrettiğim filmi anımsamak bir sinefil için zor bir uğraş gerçekten. Hele ellili yaşlara yanaşmışsanız sabah yediğinizi dahi hatırlamadığınızı hissedersiniz. Yüz yaşına merdive dayayıp da Muazzez İlmiye Çığ gibi belleğini su gibi berrak tutmayı başaran insanlara imrenirim.

Yine de bir süre uğraştığımda bu filmin Avare (Raj Kapoor, 1951) olduğunda karar kıldım. Gerçekten, en erken anılarımı hatırladığım beş yaşımdan bu yana öyle çok izlemiştim ki bu filmi. Televizyonda, siyah beyaz, tek kanallı TRT yıllarında izlemiş olmalıyım ilk. Öyle sahneleri vardır ki, on yıllar geçse yine de hatırlarsınız. Yağmur altındaki doğum sahnesini ve o sahneye eşlik eden mahalli şarkıcıları, dekorlarda geçen müzikal bölümlerin yapaylığını bir anda unutturuveren, belgesel gibi çekilmiş kenar mahalle sekanslarını (Raj Kapoor çıplak bir çocuğu kucağına alır ve o derme çatma evlerin arasında, eski püskü kıyafetleriyle gezinir), Nargis’in o aslında erkeksi iriliğine rağmen hemen narinleşiveren duru güzelliğiyle Avare’ye yalvardığı anları, utangaç aşk sahnelerini ve kimi yerlerdeki kötü, ama zaten o haliyle güzel oyunculukları niz unutmak imkansızdır. Uzun, ama sihirli bir filmdir Avare. Raj Kapoor’un çizdiği tipleme Şarlo’dan esinlenmiştir, ama bir kendine özgülüğü de yok değildir ve tüm dünyada büyük ilgi görür, Hint Sineması’nın tanınmasını sağlar.

Raj Kapoor, Avare’de de babasını oynayan tanınmış sinema ve tiyatro sanatçısı Prithviraj Kapoor‘un en büyük oğlu olarak sanatın içine doğmuş. 1924 doğumlu Kapoor, sinemadaki kariyerine küçük yaşta klaketçi olarak girip, daha on bir yaşındayken ilk rolünü kapmış. Kimi büyük başarı kazanan çeşitli filmlerde oyunculuk yaptıktan sonra 1948’de 24 gibi oldukça genç bir yaşta kendi film stüdyosu R.K.Films’i kurarak en genç film yönetmeni unvanını almış. Burada yaptığı ilk filmi Aag’da başrolü sonradan neredeyse ikili haline geleceği Nargis ile paylaşmış. Avara’nın da içinde olduğu gişe canavarı onlarca filmden sonra ‘70lerin başında büyük emekle yaptığı Mera Nam Joker ile ilk ticari başarısızlığını tatmış ve bir daha da belini doğrultamamış. Mera Nam Joker bugün  Kapoor’un çektiği filmlerin en iyisi olarak anılmakta.

Raj Kapoor tam bir Chaplin hayranı olarak filmlerinde onun yaklaşımını hem oyuncu hem yönetmen olarak çokça kullanırdı. Hint Sineması’na getirdiği yenilikler (kadın oyuncuları nispeten daha cesur sahnelerde oynatması, yoksul halkın yaşantısını ustaca belgelemesi gibi), bugünkü Bollywood sinemasının önünü açmıştır. Nargis’le 1948’de başlayan, ancak bir türlü mutlu sona ulaşmayan aşk öyküsü onun ileride sağlığının bozulmasına ve kilo almasına yol açacak ve usta sanatçı ömrünün son yıllarında tutulduğu astım hastalığı nedeniyle 1988’de ölecektir.

1929 doğumlu, asıl adı Fatima A. Rashid olan Nargis de sinemacı bir aileden gelmektedir. 1934’ten itibaren ailesinin yapımlarında yetişip, 1943 itibariyle yetişkin rollerinde yer almaya başladı. Yirmi yaşına vardığında Hindistan’ın en güzel yıldızı olarak anılıyordu. Raj Kapoor’la tutkulu bir aşk yaşamasına rağmen, o yıllarda evli olan Kapoor’dan fedakarlık ederek kopan Nargis, 1957’de, döneminin Oscar adayı Hint filmi Mother India’da beraber çalıştığı aktör Sunil Dutt’la evlenir. Asıl ününü bu filmin yanı sıra özellikle Raj Kapoor’la oynadığı Avare, Shree 420 (1955), Chori Chori (1956) gibi filmlerle kazanmıştır. Son yıllarında oğlu aktör Sanjay Dutt’un terörizm iddialarıyla hapse düşmesi onu hayli yıpratmıştır. Sanjay Dutt’un yaşam öyküsü, 2018 yapımı Sanju (Rajkumar Hirani) adlı filme konu olmuştur. Nargis 1981’de pankreas kanserine yenik düşmüştür.

Sinema bize artık Avare gibi armağanlar vermiyor ne yazık ki. Bu sanat da pop kültüre esir olmuş durumda ve yapılan her filmin ömrü en fazla bir yıl oluyor. Bize düşen özlem ve nostalji…

 

İlk Filmlerde Başka Neler Vardı?

 

İlkokul 3. sınıfa kadar sinemaya hiç gitmemiştim. 1981’de, ilkokul öğretmenimizin bizi sınıfça götürdüğü Cüneyt Arkın filmi, Öğretmen Kemal’di (Remzi Jöntürk, 1981). O gün sevdam ikiye katlandı. Kocaman perdede film izlemek tam bir şölendi!

Öğretmen Kemal, naif bir filmdir. Adının Kemal olması da rastlantı olmayan bir öğretmen (Cüneyt Arkın), bir Anadolu köyüne atanır ve buradaki yobazlarla mücadeleye girişir. En büyük yardımcısı da kara cahil bir eşkıya olan Ali Duran (Fikret Hakan) olacaktır. Aslında meşhur Cüneyt numaraları işin içine girene kadar hayli eli yüzü düzgün bir filmdir Öğretmen Kemal. İzlediğim gün de bende hatırı sayılır bir hayranlık yaratmıştır. Cüneyt Arkın avantürüne karşı değilim, hatta bayılırım; ama film salt avantür olduğunda.

Ben Samsun’da yaşıyor, size Samsun’dan yazıyorum. Çocukluğum da bu şehirde geçti. Eminim sizlerin şehirlerinizde de özlemle hatırladığınız sinema biralarınız vardı. Bugünkü gibi AVMlere sıkışmamıştık daha.

Amcamın bizi Fuar’ın karşısındaki Yıldız Sineması’nda Superman’ı (Richard Donner, 1978) seyretmeye götürdüğünü hatırlıyorum. Amcamla daha çok Konak Sineması’na giderdik. Konak, sanırım 90larda küçük salonlara bölünmeden önce Samsun’un en kaliteli sinemalarından biriydi. Balkonu olan, kocaman bir salondu. Samsun’a iyi oyun geldiğinde de Konak’ta sahne alırdı. Yıldız, sonraları “üç film birden” sinemasına döndü, ama eskiden ailelerin gidebildiği, 1. vizyon filmler oynatan bir salondu. Ama evimize uzaktı. Kendi başıma sinemaya gitmeye başladığım yıllarda da çoktan seks filmleri göstermeye başlamıştı…

Sümer de Yıldız’la aynı kaderi paylaşan bir başka salondu. Düşünün, ben Sümer’de Çağrı’yı (The Message, Moustapha Akkad, 1976) izlediğimi çok iyi hatırlıyorum. Konak gibi, balkonlu, düzgün bir salondu. Cüneyt Arkın’ın Emel Sayın’lı Rüzgar (1980) filmine kızlı erkekli gitmiştik. Ortaokul biterken Sümer’in afişlerinde artık Zerrin Egeliler vardı.

Zafer Sineması vardı yine balkonlu. Tütün Fabrikasının ilerisinde, eski Gima’nın karşısındaydı yeri. Sahibi amcamın arkadaşıydı. Arada biletsiz de girerdik filmlere. Orada Üç Adam Ölecek (3 Hommes a Abattre, Jacques Deray, 1980) ve Ejder’in Üç Fedaisi’nin (Enter the Dragon, Robert Clouse, 1973) art arda oynadığı bir seansa girmiş, hatta filmleri locadan izlemiştik! O dönemde, yani 80lerde böyle bir uygulama vardı. 1. vizyonun yanına 2. vizyon bir film daha koyar, birlikte gösterirlerdi. İlginç bileşimlerdi bunlar. Bir İbrahim Tatlıses filminin ardından bir Kemal Sunal izlerdiniz. Kareteciler İstanbul’da’yı (Victor Lamp, 1974) seyretmek için adını şimdi hatırlamadığım bir Mustafa Topaloğlu filmine katlanmak zorunda kalmıştım bir keresinde. Bu ‘2 Film Birden’ler, kaçırdığınız filmleri sinemada izlemek için güzel bir şans sunuyordu insanlara.

Bunlar da sinemada izlediğim ilk filmlerdi işte. Dilerim yeni yeni girişimler olur ve bu girişimciler eski tarzdaki sinema binalarını, nostalji adına da olsa, yeniden açmaya başlarlar…

 

Yılmaz Güney Filmleriyle Tanışmak -1-

 

 Biz, ‘70lerin ilk yarısında doğanlar olarak Yılmaz Güney’i geç keşfettik. Babalarımız genellikle ’68 kuşağından, ilerici ya da en azından özde politik insanlardı. İlginçtir, bu ebeveynler okul dönemlerindeki olayları yücelterek kanınıza girerken, diğer yandan da sizin de onların yaşadıkları kötü tecrübeleri yaşamamanız için sizi uyarır, fırçalar dururlar.

Babam da aynı o ’68 kuşağı ebeveynler gibi, kendi maceralarının yanı sıra Yılmaz Güney filmlerini o dönemin diğer ikonlarıyla birlikte kafamıza yerleştirmişti anlattıklarıyla. Sürü’yü (Zeki Ökten, 1979) müthiş bir anı gibi anlatırdı. Umut’u (Yılmaz Güney, 1970) anlatırdı babam ve sanırım Baba’yı (Güney, 1971), daha eskilerden Seyyit Han’ı (Güney, 1968) anlatırdı. Efsane gelirdi anlattıkları; çünkü liseye kadar babamın anlattığı filmler haricinde, öyle bir adamın varlığına delil bir ize rastlamamıştım. ‘70ler boyunca Türkiye’deydi elbet. Ama biz kendimizi fark etmeye başladığımız yaşlarda Güney artık mahpushanelerin gediklisi olmuştu. Hakkında konuşulmuyordu, gazetelerde adı geçmiyordu, sokaklarda fotoğrafları satılmıyordu, kitaplarını bulamazdınız.

“Alamancılar” döndüler yurda ardından Video diye bir şeyle. Ortaokul son sınıfta olmalıyım, ‘85-86 yılı. Yanlarında Minareci Videola vb. etiketli kocaman videokasetler getirdiler. Kemal Sunal, Cüneyt Arkın filmleriydi çoğu. İlk Yılmaz Güney’imi onlar sayesinde bir komşu evinde izledim. Bana gösterilen kasetin etiketini okuyunca gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Yıllar boyu babamdan dinlediğim Baba filmi, nihayet karşımdaydı! Yılmaz Güney diye bir adamın var olduğunun ispatı olacaktı bana o film. Komşumuz filmi cihaza koydu ve yarısını Yılmaz Güney’in yüzünün kapladığı bir ekran üzerinde yazılar akmaya başladı.

Yılmaz Güney BABA’da…

İlk başta çok tuhaf gelmişti bana. Bildiğimiz yakışıklı, Yunan heykeli güzelliğinde adamlara benzemiyordu. Ama naif konusuna ve kaba çizilmiş karakterlerine rağmen. “ayrı filmlermiş gibi duran iki yarısına rağmen” hem de, ilk anda içime işleyivermişti Baba. Bana anlatılan o sahneler karşımdaydı işte: Belgesel tadında takip ettiğiniz yaşantısı içinde bir kalantorun hizmetinde çalışan, ailesini fakirlikten çıkarmanın tek yolu olarak Almanya’ya işçi olarak gitmeyi gören Cemal’in yer sofrasında önce oğlu ve kızıyla mandolin ve bebek için, çok geçmeden de yanında çalıştığı Refik Kemal Bey’in (muhteşem Yıldırım Önal!) köşkünde onun oğlunun yerine hapse girmek için yaptığı iki pazarlık, Alman doktorun diş kontrolü sahnesi ve Cemal’in eksik dişi nedeniyle gönderilecekler listesine girememesi, ardından gelen meyhane sekansı ve Cemal’in meyhanedeki arkadaşlarına bıçak çekip onları sıraya dizmesi, Cemal’in evlatlarının babalarını Almanya’da sanıp, Refik Kemal’in gönderdiği güzel kıyafetler içinde, yine ondan gelen oyuncaklarla her şeyden habersiz, kısa bir süre için çocukluklarını yaşamaları, Cemal’in hapishane çıkışı, kızını bir genelevde bulduğu sahne ve elbette sondaki, Kuzey Vargın’ı vurup intikam aldığı, Çirkin Kral dönemi seyircisini muhtemelen galeyana getirip koltuk kırdırtan sekans… Karşımdaydılar.

 

Yılmaz Güney Filmleriyle Tanışmak -2-

 

Baba’yı izlememin üzerine bu adamı daha detaylı tanımaya giriştiğimde, gerçekten de piyasada kaynak bulunmadığını gördüm. İmdadıma yetişen sadece “Alamancılar”ın getirği filmler oldu. Onları da ancak onlarda, müsait olduklarında ve bin güçlükle izleyebiliyorduk. Mümkün olduğunca gizli yapmaya çalışıyorduk bu işi. Ailelerden bile…

Umutsuzlar’ı (Güney, 1971) bulmuştuk bir gün. İki film içeren Minareci kasetlerinden birindeydi; ilk film İbrahim Tatlıses’li Kara Çadırın Kızı Zeynep’ti (Orhan Elmas, 1979). İlginç bir raslantıdır; Baba’yı izlemeden bir hafta kadar önce de yazlıkta bir komşuda Nasıl İsyan Etmem’i (Temel Gürsu, 1972) seyretmiştim. Baba’nın İbrahim Tatlıses’li bir versiyonuydu. Bunu bilmiyordum başta. Baba’yı seyrettiğimde, iki film arasındaki benzerlikler beni hiç rahatsız etmemişti ama. İlginç gelen, Nasıl İsyan Etmem’i izlerken Baba hakkında anlatılan sahnelerin aynılarının orada da geçtiğini anlamamış olmamdı. Neticede herhangi bir İbrahim Tatlıses filmi gibi seyretmiştim. O dönemde elime ne geçerse seyrediyordum. Film manyağı olmuştum.

 Umutsuzlar

Umutsuzlar’ın yarısında arkadaşın babası geldi ve Yılmaz Güney izlediğimizi görünce epeyce köpürdü bize. Şaşırdık. Çünkü adam solcuydu ve yanımızda ’68 olaylarını ve Amerikan askerlerini nasıl denize döktüklerini şişinerek anlatırdı. Sadece bizim için korktuğunu fark edemeyecek kadar toyduk. Neticede Umutsuzlar yarım kaldı ve ben başka bir gün, başka bir fırsatta tamamlayabildim o ilginç, Yılmaz Güney’e Çirkin Kral çizgisinden sapmaksızın farklı bir karakter oynama şansını veren, güzel aşk filmini.

Yılmaz Güney filmlerine ulaşmak bende bir tutku halini aldı sonra ve Alamancılara yalvara yalvara, onlarla takaslar yapma yoluna giderek, bu filmleri toplamaya başladım. Bana her zaman denilen şuydu: “Bu adamın filmleri yakıldı. Var olan az sayıda kopyaya da ulaşmak mümkün değil.” Ben bunun aksine inandım ve bütün filmlerini bulmaya ahdettim. Vcd, DVD ve nihayet divxler (ve tabi ki Almancıların, korsanların, Topkapı gümrüğünün, video dükkânı tezgâh altlarının, renkli televizyon ile hayatımıza giriveren özel kanallardaki gösterimlerin ve en çok da arkadaşım, sinema yazarı ve tarihçisi Alican Sekmeç’in) sayesinde bu filmlerin yaklaşık doksan kadarını topladım.

 

Satın alabileceğiniz internet adresleri

http://www.dr.com.tr/Kitap/Bir-Muhendisin-Sinema-Egitimi/Edebiyat/Turk-Gunluk-Ani/urunno=0001703518001

https://www.nobelkitap.com/bir-muhendisin-sinema-egitimi-331084.html

https://www.sozcukitabevi.com/ilker-mutlu

https://www.ravzakitap.com/ilker-mutlu-w103795.html

http://www.halkgonulluleri.net/ilker-mutlu