Görünmeyen Adamın Peşinde

Turan SEYFİOĞLU

Bugünden başlayarak, yazmakta olduğum ve seneye çıkarmayı planladığım (Aslında Haziran’a hazır olacaktı, ama araya virüs belası girdi) Turan Seyfioğlu biyografisi GÖRÜNMEYEN ADAMIN PEŞİNDE’nin tanıtımı amacıyla, araştırma boyunca elde ettiğim sonuçları, özet halinde, bu sayfada yayımlayacağım.

Turan Seyfioğlu ~ Sinematurk.com (Görüntüler ile) | Sinema, Film ...

Araştırmam ilerledikçe sinemamızdaki en sevdiğim aktörlerden biri haline gelen Seyfioğlu’nu sizlerinde çok seveceğinizden eminim.

Turan Seyfioğlu ~ Sinematurk.com

Kitap, genç yaşta kaybettiğimiz bir değerin izini sürerken, onun hüküm sürdüğü ellili yılların Türk sinema piyasasına, yani Yeşilçam’ın doğuşuna da en ince ayrıntılarıyla girip çıkıyor. Hakikaten de, 2004’ten bu yana yürüttüğüm zorlu çalışmada (zorlu diyorum, çünkü Seyfioğlu hakkında, hadi onu geçtim, ’50ler hakkında döküman bulmak hayli güç bir iş!) nihayet 2019 sonuna doğru artık toplayabileceğim verilerin tümünü edindiğimden emin olarak yazım işlemine geçtim ve nihayet bugün itibarıyla kitabın dörtte üçünü bitirdim. Bu esnada harika bir sürpriz gerçekleşti ve aktörün küçük kız kardeşinin yaşıyor olma ihtimali doğdu ki bu Turan’ın şu anda yazmakta olduğum son döneminin en canlı tanığıyla bir araya gelme şansı bulabileceğim anlamına geliyor!

Sandal Ağacı Ve Topal Martı — Neriman Köksal ve Turan Seyfioğlu ...

Bu yolda bana elinden gelen hiçbir yardımı esirgemeyen sinema tarihçisi dostum Alican Sekmeç’e ve beni sinemayla ilgilenmeye ve sinema üzerine yazmaya zorlayarak önüme bundan yıllar önce muhteşem bir yol açan Gökhan Erkılıç ve Savaş Arslan hocalara teşekkürü bir borç bilirim.

Turan Seyfioğlu’nun ve ’50ler Yeşilçamının macerasını bu sayfadan hafta hafta takip edebilirsiniz. Hepinize keyifli okumalar dilerim.

Gerek pandemi döneminin getirdiği zorluklar, gerekse kendi yoğunluğum nedeniyle yukarıda en son verdiğim sözü tutabilmiş değilim. Ama kitabımın taslağından bölümleri, bir filmin fragmanları gibi burada paylaşacağım zaman zaman.

GÖRÜNMEYEN ADAMIN PEŞİNDE

Pek yakında!

İşte başlıyoruz:

“Doğduğum mahalle olan Kasımpaşa, Kanuni’nin vezirlerinden Güzelce Kasım Paşa’nın buraya yerleştirilmesi nedeniyle bu adı almış. Paşa, semte cami, medrese gibi binalar kazandırarak kalkınıp büyümesine hayli katkı sağlamış o dönemde. “Pergai” imiş semtin bir diğer adı da. Cenevizliler yaşarmış burada Fetih öncesi. Fatih, gemileri Haliç’e bura üzerinden indirmiş. İlk filmimin İstanbul’un Fethi olması güzel bir rastlantı, değil mi?”

(Resimde Turan, Istanbul’un Fethi’nde Ulubatlı rolünde)

Bir 1 kişi görseli olabilir

“İşte bu adam, babam Ali Rıza Seyfi, 1880’de İstanbul’da doğup kendisi gibi denizci dedemin görevi vesilesiyle Gemlik’te büyümüş. Bizim ailede denizcilik atadan gelen bir meslek. Edebiyat ilgisi de öyle aslında. Neyse. Babam, 1892’de Heybeliada’daki Bahriye Mektebi’ne girmiş. Abdülhamit devrinde yazdığı hürriyet şiirleri yüzünden hapislerde yatmış, gizlice girdiği İttihat ve Terakki’de fırtınalı bir yaşam geçirmiş, Ziya Gökalp’in felsefesine meyilli, Atatürk’le gelen zaferin ateşi hala içinde yanan bir adam. Adımı Zafer Turan koyması boşuna değil.

“Amcam Süleyman Nutki de denizcilik tarihi yazarmış. Babam, çeşitli görevlerde bulunduktan sonra, 1906’da Genelkurmay Denizcilik Dairesi Tercüme Kalemine girmiş ve emeklilik sonrası kendini denizcilik tarihi araştırmalarına adamış. Çıkardığı denizcilik tarihi kitaplarının yanı sıra pek çok çeviri de yapmış. Hatta Mehmet Muhtar’ın çektiği meşhur Dracula İstanbul’da filmi de onun bu çeviri romanlarından birinden uyarlamadır.”

(Resimlerde Turan Seyfioğlu ‘nun babası, denizcilik ve inkılap tarihimiz üzerine pek çok eseri ve makalesi olan usta tarihçi, çevirmen ve yazar Ali Seyfi’nin 1945 tarihli ATLİ dergisinin kapağındaki resmi ve kitaplarından örnekler var)

Bir 1 kişi ve yazı görseli olabilir
Ali Rıza Seyfi’nin Drakula çevirilerinden uyarlandığı bilinen Drakula İstanbul’da filminin afişi

“Söylenene uyup, bir saat kadar, gözüm kılavuzun gösterdiği güney yönünde sabit, güneşin doğuşunu bekledim. Sonra doğu ufkunda mor renkli bulut şeritlerinin ardında önce pembe, sonra giderek kızıllaşan devasa bir güneş yükseldi göğe. Bu yükselişe bir Kürt anasının ağıtı mı eşlik ediyordu kilometrelerce uzaktan? Döndüm ve sonra birkaç adım geriledim. Korkmaya başlamıştım. Neredeydim ben böyle?

“1942 Suriyesi karışık bir yerdi. Artık Osmanlı toprağı değildi burası ve ta Kurtuluş Savaşı döneminde Güneydoğu bölgemize sahip çıkmaya çalışan Fransızların bu emelleri gerçekleşmeyince yöneldikleri ve 1920’de ele geçirip sömürgeleştirdikleri bir ülkeydi. Hala da Fransızların yönetimindeydi ve bu durumdan kurtulmasına daha dört yıl vardı.”

(Turan’ın karanlık lejyon macerası hakikaten meraklı anekdotlarla dolu)

Bir 1 kişi görseli olabilir

“Ortaokula başladığım yıl, Cumhuriyet on yaşındaydı artık. Kadıköy Ortaokulu, ‘33’ten ‘36’ya… Kadıköy-Caddebostan arasında mekik dokurken intizamla, gelecekteki maceralı, fırtınalı hayatıma hazırlanıyormuşum. Hayatım okul ve spordu. Fenerbahçe stadında atletizm ve futbol çalışırdım; gençler takımında kalecilik yaptığım oldu. Yazın Moda’da yapılan yüzme yarışlarından hep zaferle çıkardım. Boyum birden uzamıştı, sınıfta en uzun bendim. Sadece beden yapımla değil, his dünyamla da diğerlerinden farklıydım galiba. Sevince abartıyor, herkesten çok seviyordum. Sahiplenme güdüm mü fazlaydı, bilemiyorum. Ama diyelim yakın bir arkadaşım okul ya da mahalle değiştirdi, dünya başıma yıkılıyordu.

“Orhan diye bir arkadaşım vardı mesela. Orhan Boran’ı bilirsin, sunucu. Onunla yaşadığım maceralar gitmez aklımdan. Bisikletlere binip Pendik’e, Yakacık’a kadar uzanmalarımız; yollarda bahçelerden sarkan kiraz, dut, erik, elma, üzümlerden yürütmelerimiz; Yakacık’ta kocayemişi toplamalarımız ve Hale, Süreyya sinemalarına kaçamak gitmelerimiz… Çıkmaz aklımdan.

“Çocukluk anılarımı oluşturan önemli detaylardan biri de o sinema kaçamaklarında izlediğim filmlerdir. Tüccar Horn diye bir film hatırlıyorum, hayal meyal. Sonra, Al Johnson’lı Jazz Singer’ı seyretmiştim, Claudette Colbert’li Cleopatra’yı, Frederich Marrch’lı Les Miserables’ı… Macera filmlerine bayılıyor, izlediği filmlerden yeni yeni dünyalar, yeni yeni şeyler öğreniyordum.”

(Resimde Turan, yüzme şampiyonu olduğu ilk gençlik yıllarında. Ortaokulda olmalı)

Bir bir veya daha fazla kişi görseli olabilir

“Koşup babama sarılan, küçük kız kardeşim Payidar olurdu benim yerime. Betül doğmamış henüz, daha 1931. Payidar, sapsarı saçları ve çilleriyle, bıcır bıcır konuşmasıyla çok sevimliydi. Beni düşününce aklından kara yağız bir Anadolu delikanlısı geçer. Oysa Payidar’ın teni bembeyazdı. O akça pakça ten, annemden geliyordu.

“Babam içeri geçerken sessizce onu takip ettiğimi fark ederdi mutlaka. Ekonomik döşenmiş, bu haliyle aslında pek de geniş olmayan hacmini büyük gösteren bir evdi bizimkisi. Duvarlarda yer yer, muhtemelen halamın çizimi yağlıboya tablolar asılıydı. Bir Akşam gazetesi bırakılmış olurdu tekli koltuğun yanındaki sehpanın üzerine. Bir duvarda dört sıralı, bir buçuk-iki metre eninde bir kitaplık dururdu. Oradaki yayınları karıştırmak için dayanılmaz bir istek duyardın içinde, eğer görseydin. Çoğu tarih incelemeleriydi, bazıları da denizcilik üzerine. Bazı klasik romanların dilimizdeki ilk baskılarını bulabilirdin en üst rafta. Kitaplığın ardındaki loş odada üzerine üç ya da dört kitap yığılı, ayrıca bir mürekkep hokkasıyla sabitlenmiş bir kağıt yığının da olduğu bir masa vardı. Babamın çalışma odasıydı orası.”

(Resimler: Turan 2,5 yaşında ve 16 yaşındayken)

Bir şunu diyen bir yazı 'Turan Seyfioğlu 2.5 yaşında iken.' görseli olabilir
Bir bir veya daha fazla kişi ve şunu diyen bir yazı 'Turan Sey Seyfioğlu 16 yaşında hassas romantik bir gencti.' görseli olabilir
Bir bir veya daha fazla kişi ve şunu diyen bir yazı 'Turan Seyfioğlu orta mekte- be başladığı senelerde (16 yaşında iken)' görseli olabilir
Bir bir veya daha fazla kişi ve şunu diyen bir yazı 'Turan Sey Seyfioğlu 16 yaşında hassas romantik bir gencti.' görseli olabilir

“Evet, on dördümdeyim. 23 Nisan Bayramı’nda kıyı boyunca Kadıköy-Moda arası yürürken, altın saçlı, deniz gözlü bir kıza rastlamıştım. Alman Lisesi’nin şapkasını takmıştı. O zamanlar özel liselerin kendilerine mahsus şapkaları olurdu. Kız bana uzun uzun bakıp güldü. Sıkıldım. Utandım. İlk sözü o almasaydı, konuşamayacaktım bile. Alman’dı, ama Türkçeyi öğrenmişti. Moda iskelesine gittik. Büyükada’yı görmek istiyordu kız. Vapur da gelmişti, ama eve dönme vaktim de yakındı. Yine de ayrılamadım kızdan. Vapura bindik, Büyükada’ya vardık. Nizam Caddesi, Viranbağ, Aşıklar Yolu, Tur Yolu derken yorulduk ve batan güneşe karşı ada sahilinde oturduk. Bende tık yok. Alman kız baktı ki bu güzel ve ıssız manzara boşuna akıp geçecek, sabredemeyip öptü beni. Kendime sahip çıkamadım, hararetlendi öpücükler. Dakikalar akıp gitti. İskeleye vardığımızda son vapuru kaçırdığımızı gördük. Cebimde kalan parayla sandal tuttum. Bir de yağmur bastırdı ki. Bostancı’ya zor ulaştık kabaran dalgalardan ürke ürke. Kızı evine bırakıp döndüğümde vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Onunla bir daha buluşamadım. Kesişmedi yollarımız. O yaşlardaki hırçınlığım bu ilk maceranın sonuçsuz kalışından. Ama yaşadığım heyecan, uzak iklimlere karşı bir hasret duygusu oluşturmuştu içimde. Evden uzaklaşmanın, yeni yerler tanımanın cazibesi…

“Eş olarak kendime bir İngiliz’i seçmemin nedeni de buydu sanırım. Belki de İngiltere’yi o uzak, yabancı diyarlara açılan bir kapı olarak görüyordum. Anne babam ve kardeşlerimle birlikte gezmekten keyif almazdım, hatta belki de hayatımda bir defa bile onlarla gezmeye gitmedim. Yabancılar karşısında sıkılganlığımı, utangaçlığımı bıraktığımı fark etmiştim artık. Uzak diyarların insanları üzerinden hayal kurmak kolaydı. Oysa kendi çevremdekiler beni biliyordu. Kaçış hayallerim çıkmaza girdikçe ben de hırsımı denizden çıkartıyordum.”

(Resimler: Turan’ın Patricia ile olan düğününden. Toplu resimde öndeki iki bayan muhtemelen Turan’ın kız kardeşleri)

Bir 4 kişi görseli olabilir
Bir bir veya daha fazla kişi, ayakta duran insanlar ve şunu diyen bir yazı 'Tunan Seyfioğlu, kendisine büyük bir yakınlık ve şevkat gösteren eși ile nikâh merasiminde...' görseli olabilir
Bir 3 kişi, ayakta duran insanlar ve şunu diyen bir yazı 'Turan Seyfioğlu evlendiği gün, annesi -babasi ve diğer akrabalarıyla beraber gayet mesut nikah dairesinin fotoğ- rafçısına poz veriyorlar.' görseli olabilir

“1937’de babam Ali Rıza Bey’e Ziraat Vekaleti’nde tercümanlık görevi verilmesiyle ailem Caddebostan’dan asla ısınmayacağım Ankara’ya taşınmıştı. Liseye Maarif Koleji’nde başladım. 31 Ocak 1928’de Atatürk’ün önerisiyle, Türk çocuklarının iyi bir yabancı dil eğitimi almasını öngören, okul ve kurslar açarak kimsesiz ve parasız olup da imkanı bulunmayan ahlaklı Türk çocukları yetiştirmeyi hedefleyen Türk Maarif Cemiyeti kurulmuştu. Cemiyet, 1934 yılında Türk Kültür Cemiyeti adını almıştı. TED halini almasına ise daha vardı. İşte benim başladığım okul da bu cemiyet tarafından açılan okullardandı. Ziya Gökalp Caddesi üzerindeki yerine yeni taşınmıştı okul, ihtiyaç gereği. Lise kısmı da açıldığından ve öğrenci sayısı ikiye katlandığından doğmuştu bu ihtiyaç. Ben, kız ve erkek bölümlerinin ayrı olduğu kolejde (evet “kolej” tabiri tescillenmişti artık) dil öğrenecek, iyi bir tahsil yapacak, en önemlisi okulun geniş spor imkanlarından faydalanacaktım. Bir bloğu tamamlanmış okulun ilave bloğundaki inşaat işleri sürmekteydi.

“Bunlar güzeldi, ama deniz yoktu!

“Tamamlanan blok, Rafet Ülgen binasıydı. Diğer bina seneye bitecek; biraz daha rahatlayacaktı okul. O sene ‘Türk Maarif Cemiyeti Yenişehir Koleji’ oldu okulun adı. Amblemdeki ay, Türk bayrağından; meşale malum, eğitim öğretim ateşini simgeliyor; beş yıldız da kurucu yönetim kurulunun beş üyesine saygıdan.

“Ankara ıssız, çok ıssızdı o dönem. Ayazı ayazdı bak; aylardan Şubat ya da Mart olmalıydı. Dediğim gibi, ‘30ların son demlerinin Ankara’sı boştu, seyrekti insanlar ve binalar. Yollar geniş ve ıslak, çamurluydu; topraktı çoğu.”

(Resim: Turan’ın Ankara yıllarında deniz özlemini gidermek için sık sık gittiği Gençlik Parkı’ndaki Karadeniz Havuzu)

Bir bir veya daha fazla kişi ve şunu diyen bir yazı 'Şekil 7A. A.O.Ç. Karadeniz Havuzu ve heykeli, 1936-1939, Kaynak: VEKAM Kütüphanesi ve Arşivi, Envanter No: 0168.' görseli olabilir

“2. Dünya Savaşı biz hariç neredeyse tüm dünya milletlerini çemberine almıştı. Tüm dünyanın bu savaştan acı çeken halkları Renate’nin kişiliğinde birleşmişti benim için. Her gün gazeteleri satır satır tarayıp kızın yaşadığı kente hava akını olup olmadığını öğreniyor, şehrin adının geçmediği her haberde rahat bir nefes alıyordum. Renate’nin atlattığı her gün, barışa bir adım daha yaklaşılan gündü.

“Ama hayat böyle geçmezdi. Geçmedi de. Hassas, duyarlı bir delikanlıydım, ama bu yönümü etrafa sezdirmekten kaçınıyordum. Yarışmalarda 400 ve 1500 metre şampiyonu olmuş bir genç, romantik bir kız gibi ağlar mıydı hiç?

“Gerçekçi romanlara daldım. Jack London favorimdi; onun gibi denizci olmak istiyordum. Maceralı, fırtına gibi yaşanacak bir hayat ancak beni hülyalara dalmaktan, kendimi yemekten koruyabilirdi…”On sekiz yaşımdayken ben, gerçekten de aşırı spordan dolayı gelişmiş bedenim ve 1.80’i aşan boyumla, 70’i aşan kilomla yaşımdan büyük gösteriyordum.

“Babama rağmen okulu bıraktım ve Erzurum’a kayak öğretmenliği yapmaya gittim.”

(Resimde Turan, Erzurum’da kayak hocalığı yaparken; yanında annesi ve arkadaşları)

Bir bir veya daha fazla kişi, ayakta duran insanlar ve şunu diyen bir yazı 'Turan Seyfioğlu 1930 senesinde Erzurumda iken annesi ve arkadaşalrıyla beraber...' görseli olabilir

‘”30lar Ankara’sının memur halkının eğlenceleri arasında sinemaya gitmek de vardı elbette. İstanbul’daki kadar yoğun değildi sinemalar. Ama yine de şık birkaç bina görürdün. Gençlik Parkı’ndan Ulus’a geçerken, ahşaptan, hayli süslü bir binayı vardı mesela. Kulüp Sineması. Renate’yle birkaç kez gelmiştik buraya. Sanırım Tarzan filmleriydi. Bayılırdı Renate macera filmlerine. Alt salon 1nci ve 2nci mevki diye ikiye ayrılmıştı; Hususi ve Duhuliye hesabı. Fiyatları ona göreydi. Balkon kısmı kırmızı kadife koltuklarla döşeliydi. Diğer koltuklar demirden, üzeri meşinle kaplı açılır kapanır koltuklardı.

“Oranın çok yakınında ve yine en az ilki kadar görkemli başka bir ahşap bina olan Yeni Sinema vardı bir de. İçi çok güzeldi. Alt katta yine Hususi ve Duhuliye bölümleri ayrılmıştı. Balkonundaki koltuklar mavi kadifeyle döşeliydi. Balkonda makinist dairesinin hemen önünde, itinalı döşenmiş 5-6 kişilik localar vardı. Onların ortasındaki özel loca, Atatürk için ayrılmıştı. Daha bir özenilmişti o locanın içine tabiatıyla. Küçük bir komedin üzerine bir elektrik lambası bile konmuştu.

“Ankara’da sinema sayısı İstanbul’la kıyaslandığında önemsizdi belki, ama ‘30lar boyunca her yıl yeni bir sinema yayını çıkartmaya devam etti Ankara. Bunlardan bazılarına bizim evde de rastlamak mümkündü. Ankara Sinema Risalesi, Temaşa Alemi, Ankara Sinemaları, Sinema Alemi gibi bazı dergilerin kimi sayıları olurdu mesela, çoğunu kızların alıp getirdiği. “

Bir 3 kişi ve iç mekan görseli olabilir

“Cingöz Recai’nin benim başrolde yer aldığım ilk sinema adaptasyonunu 1954’te Metin Erksan yapmıştı. Peyami Safa’nın geçinebilmek adına Server Bedi takma adıyla kırk yıl yazmak durumunda kaldığı ünlü bir polisiye seriydi Cingöz Recai ve zenginlerden çalıp fakirlere dağıtan usta ve kibar bir dolandırıcının maceralarını anlatıyordu. Onun tüm uyarlamalarda mutlaka ettiği veciz söz, benim maceracı hayat felsefeme de karşılık geliyor aslında: “Hücum edilmez bir vücut içinde ölmez bir ruhum vardır.”

“Erzurum’da kayak öğretmenliği yaparak geçimimi sağladığım dönem neredeyse silinmiş zihnimden. Hatırlamak istemiyordum belki de. Türkiye’ye saplanıp kalmıştım çünkü. Dışarılara gitmek, yeni yeni yerler görüp yeni, birbirinden ilginç insanlar ve diyarlar tanıma tutkum sürekli depreşmekteydi. İstanbul’a olan özlemim de canını sıkıyordu, ama fırsat buldukça Caddebostan’ın mavisine kendimi atmak için defalarca, kaçıp baba evine dönmüşlüğüm yok değil.

“Erzurum ya da kayak hocalığı yapabildiğim her yere gitme uğraşım da bir macera arayışıydı. Bilmediğim, tanımadığım bir başka diyardı Erzurum; kışı sert, insanları sert ve belki de aradığım ortamı da karşılayamayacak bir şehir, ancak büyümekte olan.”

(Resim Turan Seyfioğlu Cingöz Recai rolünde. Peyami Safa’nın bu ünlü karakteri daha sonra Ayhan Işık ve Kenan İmirzalıoğlu tarafından canlandırılıştı.)

Bir 1 kişi görseli olabilir
Bir 4 kişi ve yazı görseli olabilir
Bir 1 kişi, ayakta ve takım elbise görseli olabilir

“Kılavuz, öne çıkıp ufka baktı, bana döndü.

“Geçtik. Suriye toprağındayız. Artık yalnızsın. Bir saate güneş doğar. Bekle, O zaman yönünü seçersin… Güneye git. Türk köyleri var o yönde. Sana yardım ederler. Hadi eyvallah.”

“Kılavuz, tüfeğini omzunda iyice sağlamlaştırdı ve döndüğü gibi geldiği tarafa yöneldi diğeriyle. Ötede durdu sonra ve benimle vedalaşmak için kalan Sebahattin’e baktı. Sebahattin’le sarıldık, tek laf etmeden ayrıldık. Sebahattin süratli adımlarla adamların yanına vardı ve beraberce yollarına devam ettiler.

“Söylenene uyup, bir saat kadar, gözüm kılavuzun gösterdiği güney yönünde sabit, güneşin doğuşunu bekledim. Sonra doğu ufkunda mor renkli bulut şeritlerinin ardında önce pembe, sonra giderek kızıllaşan devasa bir güneş yükseldi göğe. Bu yükselişe bir Kürt anasının ağıtı mı eşlik ediyordu kilometrelerce uzaktan? Döndüm ve sonra birkaç adım geriledim. Korkmaya başlamıştım. Neredeydim ben böyle?

“1942 Suriyesi karışık bir yerdi. Artık Osmanlı toprağı değildi burası ve ta Kurtuluş Savaşı döneminde Güneydoğu bölgemize sahip çıkmaya çalışan Fransızların bu emelleri gerçekleşmeyince yöneldikleri ve 1920’de ele geçirip sömürgeleştirdikleri bir ülkeydi. Hala da Fransızların yönetimindeydi ve bu durumdan kurtulmasına daha dört yıl vardı.”

Bir 1 kişi görseli olabilir

“Erzurum’da kayak hocalığı ve hemen peşine Gaziantep İslahiye’deki askerlik günleri… Kayak günlerim de beni bunaltmış olmalı ki, apar topar askere başvurmuştum. İslahiye’deki Jandarma Bölüğü’nde yaptım askerliğimi.

“Antep’in güneybatısında, Akdeniz iklimine sahip, şirin bir ilçeydi İslahiye. Adını 1866 tarihinde Osmanlı Devleti’nin bu bölgeye gönderdiği Derviş Paşa komutasındaki Fırka-i İslahiye ordusundan almış. O yıllarda bölgedeki Türkmen ve Kürt beylikleri isyan edince ve bu isyan zıvanadan çıkınca, Osmanlı, istikrar için göçebe aşiretleri yerleşime zorlama kararı almış. İslahiye, bu amaçla kurulan kasabalardan biri aslında. Fırka-i İslahiye, aşiretler arasındaki çatışmayı bitirmek, bölgeyi yaşanır hale getirip kalkındırmak için bölgeye gönderilmiş.

“İslahiye’nin ‘40lı yılların başındaki hali Erzurum’dan pek farklı değildi doğrusu. Ama bu da normaldi. Savaşın getirdiği yıkımın yaralarını on yılda da, yirmi yılda da sarmak kolay değildi. İslahiye’nin benim için asıl önemi, gelecekte yaşayacağım en büyük macera için önümü açacak fikri vermiş olmasıydı! Burada devriyede geçen günlerim, bana yeni dostlar kazandırmanın yanı sıra, aslında genel olarak kaçakçılıkla geçinen yöre insanının sınırı nasıl kolaylıkla geçip tekrar geri döndüklerini görmemi de sağladı. İkinci Dünya Savaşı’nın iyice hararetlendiği yıllardı. Savaşa girmemek için direten Türkiye bir kıskaç içindeydi ve yokluk her yanı tutmuştu. Harbin ikinci yılı da gece karartmaları ve cephelerden, Avrupa kentlerinden gelen ölüm, ateş, kan haberleriyle geçmekteydi.”

“Soldaki gişeye yöneldim, elimdeki bavulu kapmak için çırpınan Arap çocuğu savuşturarak. Kalın, kıvrık bıyıklı, şişmanca gişe memurunun ardında oturduğu bankonun önünde durdum.“Şam or Hayfa. One ticket,” diyebildim tedirgince, cebimden çıkardığım banknotu tezgaha bırakarak.Adam paraya baktı; üzerinde İnönü’nün resminin olduğu 10 Türk lirası. Orada Türk parasının sık görülmediği adamın yüzünden anlaşılıyordu. Paramı Suriye lirasına ya da Fransız frangına çevirmediğim için hayıflanıyordum. Ama bunu nereden yapabilirdim ki? Mesele paranın türü değildi belki de. Terlemeye başladım yine.“Wait here, please,” dedi memur ve ortadan kayboldu.“Bir şey soracak herhalde,” diye düşündüm. Tahta bavulunun kulpuna daha sıkı yapışmayı ihmal etmedim ama.Az sonra iki polis, gişe memurunun eliyle gösterdiği benim üzerime geldiler. Gişedeki endişe dozu giderek artan bekleyişimi sürdürürken zamansız yakalanmıştım bu duruma. “Bizimle komiserliğe geleceksiniz,” dedi polislerden biri bana kötü bir İngilizceyle.Yaptığım sporlardan gelen bir atiklik, bir refleks kabiliyetim vardı. Hemen sırtımı gişe bankosuna verip bavulu birine, yumruğunu diğerine savurdum. Polislerin yere yuvarlanmasıyla birlikte şimşek gibi fırladım. Polisler kendilerine gelip düdükler çala çala peşime düştüklerinde ben çoktan rayları aşıp gözden kaybolmuştum.”

(Resim: Turan, kayıp filmlerinden olan YAŞAMAK HAKKIMDIR’da)

“Sonunda beni beyaz taştan yapılma bir askeri hapishaneye tıktılar. Endişeli günler geçirdim orada; günlerin geçişini anlayabileceğim ufak bir penceresi vardı sadece, yatağım bile yoktu. Ceketimi taşa sererek güç bela uyuyabiliyordum geceleri. Defalarca sorgulandım. Babama ulaşmaya çalışan maceracı bir delikanlı olduğum yönündeki ifadem kimseyi ikna etmiyordu. Suriye’nin dünyanın her yanından gelen yetmiş iki milletten insanın toplandığı bir ordugah olduğundan ve Yabancı Lejyonu’nun parayla asker topladığından dem vurdular bana… Ağladım, yalvardım, yine de bırakmadılar. Verdikleri sadece kuru ekmek ve suydu. Işık, hava ve yiyecek az, buna ilaveten iklim sıcak, bunaltıcıydı; geçmek bilmiyordu günler.

“Bir sabah demir kapı açıldı ve şişmanca, kısa boylu bir subay attılar hücreme. Efsanevi darbeci Albay Hüsnü Zaim olduğunu öğrenecektim onun sonradan.

“Hüsnü Zaim geldiğinde bitkin halde yerde ceketimin üzerine oturmuş, sırtımı duvara vermiştim. Kenara kayarak alan açtım ona. Hüsnü Zaim, oraya çöktü, derin bir nefes aldı. Alnında kurumuş bir kan lekesi, yüzünde morluk ve çizikler vardı. Kırklı yaşlarda olduğu belliydi, ama saçlarına çoktan ak düşmüştü. Zorlu hayatının nişanesi olan çizgiler de ağırdan yüzüne yayılmaya başlamıştı. Ama tombul çehresi onu daha genç gösteriyordu.”

Resim: Seyfioğlu’nun kayıp filmlerinden Tuzak Oteli’nin bir gazete reklamı.

Fotoğraf açıklaması yok.

La légion étrangère, yani Fransız Yabancı Lejyonu, Fransız Kara Kuvvetlerine bağlı, ancak yabancı uyruklulardan oluşturulan düzenli birliklerin adıydı. Bu birliklere aday bulmada çok da zorlanmıyorlardı aslında, çünkü vaat edilenler arasında Fransa vatandaşlığı da vardı; beş sene hizmet yarı Fransız vatandaşlığının, on beş sene hizmet ise emeklilik hakkının yanında tam Fransız vatandaşlığının önünü açıyordu!Bunlar benim umurumda değildi elbette. O esnada İngiltere’ye gitmek için bana her yol mubahtı. İngiltere’nin gelecekte hayatımı nasıl şekillendireceğinin farkında değildim elbette o günlerde. Bir gün o üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğun merkezi olan adada hayatımın son bulacağının…Fransızların ilginç bir şekilde Türklerden çekindiklerini fark ettim. Kendim gibi bir grup gençle birlikte yine dış görünüşü kapatıldığım hapishaneden farklı olmayan bir binaya götürüldüm. Lejyoner olabilmemizin son şartı o binadan Fransız subayının istediği şekilde çıkabilmemizdi. Kanlarımız, dişlerimiz, kafataslarımız ölçüldü. Hani bir Nazi kampı havası vardı binada. Toplama kampına gönderecekleri tutsakları inceliyorlardı sanki! Daha önce Lejyon’a girmiş bir başka Türk, bana tercümanlık yapıyordu. Sıramı beklerken Türkiye’yle ilgili kötü bir şey söylememem için uyardı beni gizlice. “Türklerden çekiniyorlar zaten. Sorulanlara hep doğru cevap ver. Zaten lejyonersin hâlihazırda. Ama son bir kez sorgulanacaksın.”

İngiliz ve Fransız arkadaşlarımla saatlerdir içmekteydik içeride. Bu aşağı yukarı cephede olmadığımız her gece yinelediğimiz bir rutindi. Açlık bir yandan, harp yorgunluğu bir yandan, yüklendiğim stres, yaptığım onca spor sayesinde geliştirdiğim çelik gibi sağlam bedenimi yıpratmıştı. Bir kadın oturup bir kadın kalkıyordu masamıza. Su gibi para harcıyorduk. Aldığımız maaşı başka türlü tüketmemize imkan yoktu.

“İnsanlar bambaşka oluyorlar savaşta,” dedim yanındaki arkadaşa, bir elim yanımdaki Arap dilberin bacağındayken. “Kadınlar gözüme yiyecek gibi görünüyor; kızarmış bir but, dumanı üstünde bir kuzu eti gibiler. Haftalarca, aylarca sadece birbirimizin, insanlıktan çıkıp birer hayvana dönmekte olan erkeklerin yüzlerini görmek en medenimizi bile saldırganlaştırıyor, yabanileştiriyor. Oysa,” yanındaki kızı gösterdi arkadaşına, “şu kızı o çok değil, birkaç sene önceki masum haliyle yakalamak isterdim. Ben de sivilken, bambaşka biriyken…”

Bazı geceler o ortam beni bunalttığında çıkar ve gecesi bile İstanbul’un yazı kadar sıcak Kahire sokaklarında dolaşmaya başlardım. Gezinirken Nil kıyısına demirlemiş bir yüzer otel olan Royal Signals’in yanından geçerdim. İzin günümün neredeyse tümünü, yine arkadaşlarımla orada geçirirdik. Odalarında konaklanabilen, geniş bir gemiydi. İçinde ve dışında oturma alanları, masalar diziliydi ve fesli, entarili, bellerine kuşak sarılı Araplar, aralıksız çay servisi yapıyorlardı. Oraya kadın askeri personel de giderdi bazen ve o derece güzel kızların askerde ne işi olduğuna şaşardım.

Resim: Muhteşem üçlü, Neriman-Ayhan-Turan!

Bir siyah beyaz 3 kişi görseli olabilir

Doğduğum tarih olan 14 Eylül’de mübadele edilmiştim, 1943’te. İskenderun’dan trene bindirmişlerdi. Yaptığım uzun yolculuk beni daha da yoracağına sanki lejyonun bedenime yüklediği tükenmişliğin izlerini temizliyor, anamı tekrar göreceğim ana hazırlıyordu. Bulduğum her fırsatta tuvalete koşuyor, yüzümün her bir noktasını kontrol ediyordum orada asılı aynada; ailemin beni yıpranmış görmesini istemiyordum.

Caddebostan Caddesi 10 numaradaki baba evimin önündeydim yine nihayet. Uzun uzun seyrettim o çocukluğumun en güzel anılarını bıraktığım evi. Sonra Arap ellerindeki ıstırap verici tecrübeleri geride bıraktığımdan emin olmak istercesine döndürdüm başını ve arkama baktım. Ardımdaki, caddenin diğer yakasındaki konakları, bahçe ve lokantaları; aslında onların daha da ötesindeki Suriye’yi, Halep ve Şam şehirlerini, Mısır çöllerini, bitmek bilmeyen harp ve safahat döngüsünü görmekteydim. Titreyen elime baktım. Şu uyuşturucu belasından sıyrılabilecek miydim? İçkiyi bırakmasam da olurdu; unutmanın bir ilacını tutmalıydım elimde.

Resim: Turan’ın bir set hatırası.

Bir bir veya daha fazla kişi ve ayakta duran insanlar görseli olabilir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir