Samsun Sinema Topluluğu

Abluka (Emin Alper, 2015)

20 yıl hapisten sonra şartlı tahliye olan Kadir. İstanbul’u büyük bir siyasal karmaşa içinde bulur. Polis, faillerin peşine en ağır önlemlerle düşer. Önemli bir emniyet görevlisi olan Hamza, şartlı tahliyedeki Kadir’e iş bulmada yardım eder. Ama karlılığında muhbirlik yapacaktır ona Kadir. Çöp toplayıcılığı yaparak çöplerdeki olası bomba malzemelerini arayarak bilgi üretecektir Kadir. Çalıştığı bir mahallede, belediyede sokak köpekerini zehirleme işinde çalışan kardeşi Ahmet’i bulur. Ahmet, ona ilgisiz davranır. Bu durum, Kadir’i türlü komplo teorileri yaratmaya yöneltir.

Filmin yönetmeni Emin Alper (1974-), Karaman-Ermenek doğumlu. Boğaziçi Üniversitesinde önce inşaat mühendisliği, sonra onu yarıda bırakarak iktisat ve tarih okudu. 18 yaşındayken izlediği Kustorica filmi Çingeneler Zamanı‘ndan etkilenerek, öncesenaryo denemeleri tapar. Mithat Alam Merkezinde filmler izler, sektörden arkadaşlar edinmeye başlar. TRT’de yayınlanan Genç Sinemacılar programı sayesinde Mektup (2005) adlı ilk kısa filmini çeker. İkinci kısası Rıfat’ın (2006) ardından uzun metraj için arayışa girer ve nihayet 2012’de Tepenin Ardı!nı yaparak ünlenir. Abluka (2015) filmi ise ilk gösterimini 72. Venedik Film Festivali’nde yapar.
“Tepenin Ardı” ile Berlin Film Festivali‘nde Caligari Film Ödülü, Asya Pasifik Film Festivali‘nde, 31. İstanbul Film Festivali‘nde En İyi Film, Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali’nde NETPAC ödülü, Taipei Film Festivali Uluslararası yeni yetenek yarışması büyük ödülü de dahil olmak üzere 2012 yılında ulusal ve uluslararası alanda 16 ödül aldı. “Abluka” filmi ile 72. Venedik Film Festivali’nde ana yarışma ödüllerinden Jüri Özel Ödülü’nü, Arca CinemaGiovani ve Premio Bisato d’Oro ödüllerini kazandı. 2016 yılında Sinema Yazarları Derneği tarafından Abluka filmiyle En iyi Yönetmen Ödülü’ne layık görüldü. 2019 yılında Kız Kardeşler ile bu yıl da Kurak Günler’le ödüller toplamayı sürdürmektedir.

Abluka üzerine, şu adreste güzel bir söyleşi var yönetmenle:

https://bantmag.com/dergi/no-44/politik-siddetin-oldugu-her-yer-emin-alperle-abluka-uzerine/

Film, yukarıdaki öyküsüyle ‘70ler-‘80ler terörö Türkiyesi’nde geçiyor gibi geliyoe insana. Ancak yönetmen, bizde pek kullanılmayan bir anlatıyı bir distopyayı hikayesine temel alarak, George Orwell’in “1984”ünü andıran üst baskıyı son derece güzel işliyor.

Filmde Kadir’i canlandıran Mehmet Özgür (1970-) Antalya doğumlu.  Antalya Büyükşehir Belediye Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmenidir. İstanbul Üniversitesi Tiyatro Bölümünden mezun olmuş, ‘80lerin sonunda Antalya Hallkevi’nde tiyatroya başlamıştır. 1993’te Antalya Devlet Tiyatrosu‘nda görev alan sanatçı, ilk kez 2004 yılında bir TV dizisinde rol üstlendi. 2008-2011 yılları arasında yayınlanan Kollama dizisindeki Necip Yılmaz rolü ile tanındı, 2012’deki Suskunlar dizisindeki Takoz İrfan rolüyle büyük ün kazandı. Ardından Muhteşem YüzyılÇalıkuşuFilinta gibi önemli diziler geldi. Abluka, 2018’dekiÖlümlü Dünya, 2019’daki Cinayet Süsü biinen filmlerindendir.

Ahmet’e hayat veren Berkay Ateş (1987-) İstanbul doğumludur.Bu filmdeki karakteriyle 22. Altın Koza Film Festivali’nde Umut Veren Genç Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazanmıştır. Çeşitli tiyatro oyunlarında boy gösterdikten sonra sinemaya yönelmiş, Yarım Kalan Mucize filminde İsyancı, Abluka filminde Ahmet, televizyonda ise Anne dizisinde Cengiz’i, İstanbul Sokakları dizisinde Saltuk karakterine can vermiştir. Berkay Ateş, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü mezunudur. 2019’daki görülmüştür ve bu seneki ödüllü Özcan Alper filmi Karanlık Gece, rol aldığı diğer önemli yapımlardır. Tanınmasına yardımcı olan bir dizi de Çukur’dur. Orada da inişleri çıkışları olan Mahsun karakterini canlandırmıştı. 

Film 2015 yılında 72. Venedik Film Festivali‘nde Altın Aslan için yarışmış, aynı festivalde bağımsız eleştirmenler ödülü ve Jüri Özel Ödülü’nü kazanmıştır. 22. Adana Altın Koza Film Festivali‘nde En İyi Film seçilmiş, yine aynı festivalde En İyi Sanat YönetmeniEn İyi Kurgu ve Umut Veren Genç Erkek Oyuncu (Berkay Ateş) dallarında da ödül almıştır. 2016’da, Sinema Yazarları Derneği tarafından, En İyi Film, En İyi Kurgu ve En İyi Senaryo ödüllerine layık görülürken, filmin yönetmeni Emin Alper ise En iyi Yönetmen ödülünü kazandı

23 Kasım 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, sinema topluluğumuzdan Güven Soner’in sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Veronique’in İkili Yaşamı/The Double Life of Veronique (Norman Jewison, 1991)

Véronique, ünlü bir şarkıcı olmayı isteyen genç bir Fransız kadınıdır. Weronika Polonya’da yaşar, ona benzer bir kariyer hedeflemektedir ve ikisi alakalı, yahut akraba olmamalarına rağmen, Veronique’in tıpkısıdır. İki kadın da kendi bireysel yaşamlarının inişçıkışlarını yaşamaktadır: Véronique, varlıksal sorunlarına yardım edebilecek bir kuklacıyla sıradışı bir aşk yaşarken, iki kadın birbirinin varlığından habersiz, yine de isimlendiremedikleri bir birliktelik ve güçlü bir bağ hissederler.

Paralel hayatlar, benzer varoluşlar, akraba ruhlar… Kieslowski yine bizi şaşırtmayaönümüze pek çok soru işareti yığmaya devam ediyor. Aynı anda iki seyir içinde tutar bizi yönetmen. Benzer bir zamanda, benzer şeyler yaşayan iki eş ruhun birbirinden habersiz akrabalığına şahit oluyoruz ve görmediklerimizi de merak ediyoruz.

olony

Filmin yönetmeni Krzystof Kislowski (1941-1996), 1969’da Lódz Film School’dan mezun oldu ve bir belgesel, TV ve uzun metraj film yönetmeni ve senarist oldu. TVye yaptığı ilk film olan  Przejscie podziemne’den  (The Underground Passage) (1974) önce birkaç kısa film çekti. Bir sonraki TV yapımı Personel (1975) Mannheim Film Festivalinde büyüködülü kazandı. Doğrudan sinema filmi olarak çektiği ilk film, The Scar’dır (1976). 1978’de ünlü belheseli Night Porter’s Point of View’ü çekti ve 1979’da dünya çapında ünleneceği Camera Buff’ı yaptı. Filmlerinde genellikle komünizm altındaki kutuplaşmaları işledi. Dekalog dizisi ile birlikte en ünlü üçlemesi olan Üç Renk’in ilki olan Red, ona Oscar adaylığı getirdi, Blue 1993’te Venedik’te Altın Arslanı paylaştı ve White da 1994’te Berliale’de ona en iyi yönetmen ödülü hetirdi.

Filmin başrolündeki ikili karaktere hayat veren Irene Jacob (1966-), İsveçlidir. Yardımcı rolde göründüğü ilk filmi, Louis Malle’ın “Au revoir, les enfants” (1987)’taki pyano hocası rolüyle turmnayı gözünden vurdu. Londra ve Cenova’da eğitim alan ve 18 yaşından itibaren de Paris’te yaşayan aktris, Jacques Rivette’in “La bande des quatre/The Gang of Four” (1989)u ile yoluna devam eder. İzleyeceğimiz filmle Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülü alır. The Secret Garden (Agniezska Holland, 1993), Red/Rouge (Kieslowski,1994), “Beyond the Clouds/Par-dela les nuages” (Michelangelo Antonioni, 1995) diğer önemli filmlerindendir.

16 Kasım 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, Fulya Açıkgöz’ün sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Suspria (Luca Guadagnino, 2018)

Susie Bannion,  Madam Blanc’ın Markos Dans Kumpanyası’nda dans eğitimi almak iin Berlin’e giden genç bir Amerikalı balerindir. İlk gününde, öğrencilerdn yakında uzaklaştırılan biri öldürülür. On her first day, one of the students who had been recently expelled from the school is murdered. Yaşanan çeşitli vakalar, yeni öğrencinn bu ölümde okulun da parmağının var olduğunu düşünmesine neden olur. Okuldakiızlardan biri olan Sarah ona öldürülmeden önce Pat’in Her mistrust heightens when Sarah, one of the girls at the school, tells her that before she was killed, Pat ona korkunç bir sırrı bildiğini ve hatta ona gösterdiğini anlattığında, onun şüpheleri daha da artacaktır.

Suspria, aslnda Dario Argento’nun Anneler üçlemesinin en ünlü halkası olarak bilinen ve Thomas De Quincey’in “Suspria de Profundis” adlı romanından uyarladığı 1977 tarihli filmin yeniden çevrimi. Elbette Argento korkunun üstadı olarak ünlendiğinden bu orijinal daha heyecan verici, ama bu film de ondan aşağı kalmıyor.

Bu yeni çevrimde Argento’nun yerini alan yönetmen Luca Guardagnino (1971-), Tilda Swinton’la 5 yapımda çalıştı: The Protagonists (1999), Tilda Swinton: The Love Factory (2002), I am Love (2009), A Bigger Splash (2015) ve Suspiria (2018). Call Me By Your Name (2017) de önemli filmlerindendir. Film 2018’de En İyi Film Oscat adaylarındandı. Görüldüğü gibi yönetmenimiz bir korku filmi geleneğinden gelmiyor. Ama yine de işin altından kalkmayı başardığı bir gerçek.

Başroldeki ikonik oyuncu Tilda Swinton (1960-), Londra doğumlu. T,yatroda iyi bir kariyer yaptıktan sonra 2007’deki, George Clooney’le oynadığı gerilim Jack Clayton’la dünya çapında tanındı. Aslında Cambridge Üniversitesinde Sosyal ve Politik Bilimler okudu. Oyunculuğa da buradaki öğrenciliği esnasında bulaştı. 1985’te tanıştığı yönetmen Derek Jarman’la dokuz yıl çalıştı. Hatta bunlardan biri olan Edward II (1991) ile Venedik Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülü aldı. Jarman’ın 1994’te AUDSten ölümünden sonra, deneysel işlerde yer aldı. 1997’de ikizleri doğunca, Hollywood ana akım sinemasına döndü. Halen başarılı ve gişe geliri yüksek filmlerde yer almayı sürdüren Swinton, halen son sürat çalışmaya devam ediyor.

Genç balerini canlandıran diğer başrol, Cloe Grace Moretz (1997-) Atlanta, Amerika doğumlu. Hem bağımsız filmlerde, hem de stüdyo filmlerinde yer alarak zamanla kendine sağlam yer edinen aktris, The Guardian (2001) dizisinde göründükten sonra, Heart of the Beholder (2005) ile sinemaya geçti. 2010’da da yine bir korkuklasiğinin yeniden çevrimi olan Let Me In ile iyi bir çıkış yaptı.

9 Kasım 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, İrem Akay ve Maide B. Sinsi’nin sunumlarıyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Ay Çarpması/Moonstruk (Norman Jewison, 1987)

Yeni dul kalmış İtalyan-Amerikan Loretta çok geçmedem erkek arkadaşı Johnny’den bir evlenme teklifi alır, ama onun küçük kardeşi Ronny’ye kaptırır kalbini. Direnemye çalışır, ama ağabeyinin usçu olduğunu iddia ettiği bir kazada elini kaybeden Ronny, Johnny kent dışındayken Loretta’nın üzerine çok gider. Loretta’nın sevdası derinleştikçe, ailede kara sevda yaşayanın bir tek kendisi olmadıüını öğrenecektir.

Film, klasik Amerikan komedş filmlerinde olduğu gibi sırtını gaglara, çılgın kaçma kovalamacalara dayamayıp, güçlü bir mizah barındıran diyaloglara, hatta ikinci yarıda daha çok kara mizaha dayanıyor. Başarılı oyuncu seçimi de bunu destekliyor. Gerçi stüdyo henüz katiyerinin başındaki Nicolas Cage’i deneme çekimlerinde beğenmeyip kadro dışı bırakmak istemiş, ama başrolde olan ve ona güvenen Cher, Ronny’yi onun otnamasında ısrarlı olmş, atta stüdyoyu filmi bırakmakla tehdit etmiş. İyikide yapmış, çünkü filmde uyumlu bir ikili oluşturuyorlar.

Filmin yönetmeni Norman Jewison (1926-), Kanada doğumlu, tüm dünyada beğenilmiş, oldukça başarılı kimi eserler vermiş kalburüstü bir yönetmen. İyi bilinen işlerinin arasında The Russians Are Coming, The Russians Are Coming, orjinal The Thomas Crown Affair, etkili insan hakları draması In the Heat of the Night (En İyi Film dahil 5 Oscar kazanmıltı), ilk rock opera olan Jesus Christ Superstar, fütürist kült bit hit olan Rollerball, tutulan bir müzikal komedi olan Fiddler on the Roof, romantik komedi Moonstruck, mahkeme draması …And Justice For All, askeri konulu A Soldier’s Story, işçi hareketi filmi F.I.S.T. ve daha niceleri var. 4 Oscar adaylığı ve 3 Emmy Ödülü var; filmleri Oscarlarda 46 adaylık ve 12 Ödül kazandı.

Filmin başrolündeki, Loretta’ya hayat veren Cher (1946-), California’da doğdu. Babası o daha küçükken aileyi terk edince annesi bir bankerle evleniyor, Annesi kızını oyunculuk derslerine göndermiş. Cher’e disleksi teşhisi konunca bu dersler yarıda kalmış. 1962’de Sonny Bono ile tanışmış ve Cher2e şarkıcılık yolu açılmış. 1964’te evlenmişler. Başarılı bir ikili haline gelmişler. Hatta birlikte Good Times (1967) filminde boy göstermişler. ‘70lerfe şöhretleri düşüşe geçince şanslarını televizyob şovlarında denemiş ve başarılı olmuşlar. Bir süre sonra eşinin hükümranlığından bunalan Cher ondan boşanır. Ama bir başlarına ilgi çekmezler. İnişli çıkışlı müzik hayatı sürerken Cher, 19822’de, Brodway’deki ilk rolünü oynacağı “Come Back to the Five and Dime, Jimmy Dean, Jimmy Dean”e girer. Oyunun başarısı film versiyonunu da getirir. Silkwood’daki lezbiyen rplü ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscarı ve Altın Küre alır. 1985’teki Mask, ona Cannes’da ödül getirir. 1987’deki Moonstruck ile de En İyi Kadın Oyuncu Oscarı alır.

Nicolas Cage (1964-), Nicolas Kim Coppola asıl adıyl California’da doğdu. Cage, şöhreti kendi çabasıyla edinme hırsıyla, kariyerinin başında adını değiştirdi. ‘80lerin sonlarındaki rolleriyle de unu başardı. Beverly Hills High School’da tiyatroyla uğraşırken Fast Days At Ridgemont High (1982)filminde küçük bir rol kapyı. Ama amcası Frabcis Ford Coppola’nın Ruble fish (1983) filminde denemelere gelen aktörlerin karşı sözlerini okurken filmde bir rol kapar ve bu rol 1983’teki Vallet Girl’deki punk rolünü getirir ona. Ardından Gelen The Cotton Club, Birdy, Arizona Junior, Moonstruck, Wild at Heart, Rock, Face Off gibifilmlerle Hollywood’un zirvedeki aktörleri arasına girer.

Filmden En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscarı alan Olympia Dukakis (1931-2921), Massachusetts’te doğdu. Boston Universitesinde fiziksel terapi okudu. Sonradan oyunculuk da okuyarak iyi bir dereceyle bitirdi. İlkin Shakespeare kumpanyalarında çalıştı. 30larındayken Broadway’de sahneye çıktı. 1963’ten itibaren filmlerde yer almaya başladı ama esas çıkışını Moonstruk’ta Oscar almasıyla gerçekleştirdi.

Filmin aldığı üçüncü Oscar’da senaryonun sahibi olan, filmin içine yedirilmiş ince mizahın yaratıcısı John Patrick Shanley’ye gitmişti.

2 Kasım 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, sinema topluluğumuzdan Meriç Kırmızı’nın sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Sleuth (Joseph L. Mankiewicz, 1972)

Yaşlı bir polisiye yazarı olan Andrew, karısının genç aşığı Milo’yu evine davet eder. Romanlarındakine benzer entrikalar hazırlamıştır evde. Bunlarla Milo’yu alt etmeye çalışır. Bu ilişki bir süre sonra çekişmeli bir satranç oyununa dönüşür.

Anthony Shaffer’ın aynı adlı tiyatro oyunundan yine aynı yazar tarfından perdeye aktarılan film, neredeyse tümüyle iki kişi arasında geçiyor ve eğlenceli bir oyunculuk gösterisi vaat ediyor. Yine de Olivier’nin oyunu Caine’inkini bir parça eziyor gibi filmde. Bir tiyatrooyunundan uyarlama olduğunu bilsenizde film bunu bir an bile size hissettirmemeyi başarıyor.

Andrew, oyun oynamayı seviyor. Dev bir malikane olan evi oyunlarla, robotlarl, gösteri bebekleriyle, dart tahtaları ve satranç masalarıyla dolu. Onu ziyarete gelen Milo Tindle ise fakir biridir. Yarı-İngilizdir, aksanı kötüdür ve yeni bir taşra beyfendisi elbisesi giyer. Yine de Andrew’ün karısı Milo’ya aşık olmuştur ve evlenmeyi planlamakradırlar. Andrew da karısının gitmesini ister, ama Milo’nun onu maddi açıdan idare edebileceğinden de emin olmalıdır.  Her şey düz bir hikaye gibi giderken birden karmaşık ve ölümcül bir hal alır. Andrew ve Milo karşılıklı oyunlarına öylesine dalarlar ki, Andrew’un eşini unuturlar.

Tümüyle devasa bir eğlence vaat eden “Sleuth,” sırayla hem komik hem de ürkütücü olmatı başarıyor. Zaten Anthony Shaffer , aynı yıl Hitchcock’un Frenzy’sini de yazmıştı. İki filmde de ortak olan yön, harika diyaloglarla ve ironik ve dehşet verici arasındaki inanılmaz kontrpuanlarla bezeli olması.

Filmi ayakta tutan, onu oyun halinden daha iyi yapan, Sir Laurence OlivierMichael Caine, ve Alec Cawthorne’un oyunları kuşkusuz.

Filmin yönetmeni Joseph L. Mankiewicz (1909-1993), Pennsylvania’da doğdu. Joseph Leo Mankiewicz film işinde ilkin UFA’nın o zamanki (1928) dağıtımcısı olan Berlin’deki Paramount’ta altyazı çevirmeni olarak çalıştı. Hollywood’daki pek çok Paramount yapımına diyalog yazarı, sonra da senarist olarak katıldı. Henüz 20li yaşlardayken, The Philadelphia Story^nin de (1940) aralarında olduğu birinci sınıf MGM filmlerinin yyapımcılığını yaptı. Buradan Mayer ile Judy Garland üzerine tartışınca aurıldı ve 20th Century Fox’ta anuck için çalışmaya başladı. Ernest Lubitch hastalanınca yarım kalan The Keys of the Kingdom (1944) ile yönetmenliğe geçti. 26 yıllık dönemde Shakespeare uyarlamalarından westerne, 20 kadar başarılı film çekti. A Letter to Three Women (1949) ve All Aboyt Eve (1950) ona yaygın şöhret getirdi. İkisiyle de yazar ve yönetmen olarak Oscar aldı. Sonraki The Ghost and Mrs. Muir (1947), Barefııt Contessa (1954) ve Honeypot (1967) yine büyük sanatsal başarılarındandı.

Filmin başrol oyuncularından Laurence Olivier (1907-1989), İngiltere doğumlu. Olivier’nin bir Shaespeare oyuncusu olarak ilk başarısı, Romeı ve Jülyet’in iki farklı uyarlamasında Romeo ve Mercutio’yu oynadığı Londra sahneleriydi (1935). Olivier zamanla oyunculuuğu kadar yönetmenliğiyle de sivrilerek sinemaya geçti ve Shakespeare uyarlamalarına imza attı. Oyuncunu 1 Oscarı, başka 42 ödülü ve 37 adaylığı var çeşitli festivallerden.

Michael Caine ise (1933-), Londra doğumlu. 15 yaşında okuldan ayrılıp işçi olarak çeşitli işlerde çalışmış. Sonra orduya katılıp Kore’de savaşmış. İngiltere’ye döndüğünde tiyatroya yönelmiş ve yardımcı sahne müdürü olarak iş buldu. İzleyen yıllarda 100den fazla televizyon dramasında yer aldı. Zulu (1964) sayesinde dünyaca tanındı. Ama asıl Alfie’deki başrolü (1966) onu yıldız yaptı. ‘70şerin başına değin kaliteli yapımlarda görünen Caine, sonrasında daha sıradan işlerde de görünmeye başladı. Günümüzde hala perdede görünmeyi sürdüren aktör,  Oscar’a en fazla aday gösterilen oyunculardan biri.

Film, 2007 yılında yeniden çekilmiş ve Olivier’nin rolünü bu defa Caine ve onun rolünü de Jude Law oynamıştı.

26 Ekim 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, sinema topluluğumuzdan İlker Mutlu’nun sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Weekend (Jean Luc Godard, 1967)

Kırsala yapılan sözde pastoral bir hafta sonu gezisi, Fransız burjuva toplumu kendi tüketici meşguliyetlerinin ağırlığı altında yıkılmaya başlarken bitmek bilmeyen bir trafik karmaşası, devrim, yamyamlık ve cinayet kabusuna döner. Hikaye bu çerçeve içinde kadının ebeveynlerini miras için öldürmek niyetiyle ziyaret etmek için bir yolculuğa çıkan evli bir çiftin sürreel öyküsünü vermekte.

Weekend, Jean Kuc Godard’ın yazıp yönettiği postmodern bir Fransız kara komedi filmi olarak anılıyor. Weekend, zamanında Alice Harikalar Diyarında, Bond serileri ve  Marquis de Sade’ın eserleriyle karşılaştırılıyordu. Aslında film, kendini okuyan, seyirciye bu okumanın ne olması gerektiğini söyleyen ce aynı zamanda seyirciye bu okumanın geçersiz olduğunu ve gözardı edilmesi gerektiğini de söyleyor. Baştaki sahnelerden birinde Corinne sevgilisine yaşadığı cinsel bir deneyimi anlatıyor. Anlattığı hikayenin bir kısmı da George Bataille romanı Story of the eye’a (Gözün öyküsü) dayanmakta…

Jean-Luc Godard (1930-2022) Paris’te doğdu. 2. Dünya Savaşı esnasında tarafsız bir İsviçre vatandaşı oldu ve orada okula gitti. Ebeveynleri 1948’de boşanınca Paris’e dönerek Rohmer Lisesine girdi. 1949’da Sorbonne’da etnoloji okurken François TruffautJacques Rivette ve Éric Rohmer’le tanıştı.
1950’de Rivette ve Rohmer’le, Mayıs ve Kasım arasında beş sayı çıkan “Gazette du cinéma”yı kurdu. After Godard worked on and financed two films by Rivette ve Rohmer’in iki filminde çalışıp, yapımı finanse ettikten sonra, Godard’ın ailesi 1951’de onlardan mali desteğini çekti ve o da gerektiğinde yiyecek ve para çaldığı bohem bir yaşam seçti. Ocak 1952’de “Les cahiers du cinéma”da film eleştirisi yazmaya başladı. 1953’te İsviçre’de bir baraj inşaatında çalışarak biriktirdiği parayla Paris’e dönüp bir kısa film yaptı. 1956’da yine “Les cahiers du cinéma”da yazmaya başladı. 1959’da ilk Fransızca filmi olan “Charlotte et Véronique, ou Tous les garçons s’appellent Patrick”i yaptı. Godard filmlere senaryo üretmeye başladı ve yazılarında Fransız Yeni Dalgası’nın temellerini oluşturmaya girişti. 1960’ta onu ve akımı (elbette Jean Paul Belmondoyu da) ünlendiren Serseri Aşıklar’ı çekti.  Sonrasında yine aynı akımda yürüdüğü Le petit soldat (1963), Woman is Woman (1961), Les sept péchés capitaux (1962), To Live (1962), Les carabiniers (1963), A Married Woman (1964) gibi filmler üretti. 1965’te ilginç bir bilimkurgu olan Alphaville’i yönetti. La chinoise (1967) ve daha nice klasikleşmiş Yeni Dalga filmiyle adından söz ettirmeyi sürdürdü. Çeşitli ülkelerde televizyona hazırladığı pek çok yapım asla gösterime girmedi.

Mirelle Darc ve Jean Yanne
Jean-Pierre Léaud

Filmde, ikisi de tanınmış tv yüzleri olan Mireille Darc ve Jean Yanne başrolde. Filmdeki başka yıldızların arasında sayısız Fransız Yeni Dalga filminin komik yıldızı Jean-Pierre Léaud ön plana çıkıyor. Bu filmlerin arasında Truffaut‘nun The 400 Blows ve Godard’ın Masculin Féminin filmleri de var. Görüntü yönetmenliğini Raoul Coutard üstlenmiş; Weekend onun bir on yıl boyubca sürdürdükleri işbirliğinin son ürünü.

Orijinal ABD gösterimi için dağıtıcı firma olan Grove Press, filmin kalanı orijinal dil olan Fransızcayla ve altyazıtla verilirken, monokog kısımlarına İngilizce dublaj yaptırmış (çöpçülerin siyah devrimi üzerine olan kısım ve hippilerin “okyanus” şiirinde).

19 Ekim 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, sinema topluluğumuzdan Mustafa Hacıhasanoğlu’nun sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Cinnet/Frenzy (Alfred Hiychcıck, 1972)

Londra dehşet içindedir. Kravat Katili adıyla nam yapmış bir katildir bua sebep. Eski eşinin hunharca öldürülmesinden sonra, kaderin sillesini yemiş bir adam olan Richard Blaney, polis tarafından katil olarak suçlanır. Kaçmaktan başka çaresi kalmaz. Hedefi suçsuzşuğunu ispatlamaktır.

Ustanın artık sinemadan elini ayağını çekmeye hazırlandığı düşünülen ‘70lerde perdeye muhteşem bir dönüş yaptığı filmin üstte özetlediğimiz konusu, açık bir şekilde aslında filmi yçneten Hitchcock’un neredeyse tüm filmlerinin teması olan, çok sevdiği bir olay örgüsünü, yanlışlıkla suçlu durumuna düşen ve canını dişine takarak bunun aksini ispatlamaya çalışan adamın hikayesini, artık düşüşe geçtiğini öne sürenlere inat yetkinlikte bir sinemayla anlatıyor.

Alfred Joseph Hitchcock (1899*1980), İngiltere’de doğdu. Katı bir Katolik eğitim aldığı, Cizvitlerin yönettiği Saint Ignatius College’da okudu. Ailesinden koptuktan sonra edindiği ilk iş, bir telgraf ve kablo şirketindeydi. Filmlerle ilgisi o yıllarda başladı. 1920 gibi, film endüstrisine girdi. Set tasarımıyla başladı işe. Orada tanıştığı Alma Reville ile evlendi. 1923’te Always Tell Your Wife’ın yönetmeni hastalanınca onun yerini aldı. 1925’te çektiği The Pleasure Garden çok popüler oldu. 1927’de ilk marka olan filmi The LOdger’ı çekti. İngiltere’de çektiği filmlerle başarısını sürdürdü. Bunlardan bazıları ABD’de de ünlenmesini sağladı. 1940’ta Rebecca’yı çekmek için Hollywood’a taşındı. 1942’deki SAboteur sonrası film şirketleri onun filmlerini onun adıyla tanıtmaya başladılar, Alfred Hitchcock’s Psycho gibi. Frenzy’nin çekimi esnasında karısı felç geçirdi ve yürüme yetisini yarı yarıya yitirdi. 1979’da bir onur ödüşü aldığında karaciğeri iflas etmiş haldeydi. 29 Nisan 1980’de uykusunda öldü.

Film, Arthur Le Bern’in “Goodbye Piccadilly, Farewell Leicester Square” romanından senaryolaştırılmış, ki Hitchcock da önemli eserlerini uyarlamalardan çıkarmasıyla ün yapmış bir yönetmen.

Yüzeyde, Alfred Hitchcock’un FRENZYsi, Londralı genç kızları boğazlayan bir seri katil hakkında zorlayıcı, sert bir film gibi görünüyor. Neredeyse film hakkında bir korku filmi. Bununla beraber, Hitchcock’un kızının içerrdiği şiddetten dolayıfilmi asla izlemediğini de buraya ekleyelim.

Filmin başrolündeki Jon Finch (1942-2012) İngiltere doğumlu. İlk sahne deneyimi 13 yaşındayken okulda soylu bir Romalı kadını (!) oynayarak olmuş. Amatör tiyatro gruplarında deneyim edindikten sonra 18 yaşında askere katıldı.  Askerden sonra, oyunculuğa döndü Shakespeare repertuarı tiyatrolarında oynadı. O dönemde 50-60 oyunda yer aldı. 1964’te çeşitli TV dizilerinde göründü.  Birkaç yıl sonra Hammer Studio’nun korku klasiklerinde oynamaktaydı. Roman Polanski’nin Macbeth’indeki başrolü ona dünya çapında ün getirdi. 1972’de Frenzy’deki masum suçlu rolü geldi. 2005’te yer aldığı kingdom of Heaven’a değin sürekli perdede kaldı santçı. 28 Aralık 2012’de İngiltere’de vefat etti.

12 Ekim 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, sinema topluluğumuzdan Bülent Sezen’in sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Crip Camp: Engelli Devrimi/Crip Camp: A Disability Revolution (Wes Anderson, 2014)

Çığır açan bir yaz kampının cesaretlendirdiği bir grup engelli genç, daha eşit bir dünyanın kapılarını açacak bir hareketin oluşturulmasına yardım eder.

Adında “devrim” kelimesinin geçişini Netflix tanıtımı çok güzel ifade ediyor kesinlikle. 2020 yazında Crip Camp Kampanyası engelli topluluklarından konuşmacıların da katıldığı 15 haftalık bir deneyimi anlatıyor belgesel. Yaklaşık 10bin katılımcıyla belgesel herkes için kabulgörürlüğün önünün açılabilir olduğunu göstermiş ve Sundance’te adını duyurmuştu.

Yönetmenlerin filmi 2021’de de Oscar adayı olmuştu. Filmin fikri, 15 yıldır Nicole Newnham’ın yardımcı yönetmenliğini yapmakta olan James LeBrecht’ten çıkar. LeBrecht bir omurga hasarıtla doğmuştur ve tekerlekli sandalye kullanmaktadır. Newnham’a engelli haklarını savunan bir film yapmak iztediğini söyleyerek onu ikna eder. Filmin yapımcılarından ikisi de Obama çiftidir.

5 Ekim 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, sinema topluluğumuzdan Güven Soner’in sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Büyük Budapeşte Oteli/The Grand Budapest Hotel (Wes Anderson, 2014)

20. yüzyılın iki büyük savaşı arasında büyük bir otelde yaşanan ihtişamlı hayatlar… Oteli, her ayrıntıya sahip, Gustave adında bir progestonel yönetir. Otele gelen yeni görevli Mustafa ile yakın dost olurlar. Bu esnada şehir, büyük bir savaşa doğru ilerlemektedir adım adım. Gustave’ın yaşlı sevgilisi ansızın vefat edince, ikili ona son görevlerini yerine getirmek için yola çıkar. Ştoya varışları miras bölüşümüne denk gelir!

Konusunu kısaca bu şekilde özetlenebilecek olan film, döenmin atmosferini birbirinden ünlü oyuncular ve görkemli dekorlar dahilinde başarıyla bize sunarken, savaşan dünyanın içinden çıkan o acı mizahı da hakkıyla tattırıyor seyirciye.

Filmin yönetmeni Wesley Wales Anderson (1969-), Houston, Texas doğumlu. Anne ve babası onlar daha küçükken ayrılınca bu durum kardeşler için acı bir yıkım olur. Daha çocukluğunda oyunlar yazmaya başlar ve süper-8 filmler çeker. Teksas’ta okuduğu okullar, onun Tushmore (1998) filmine ilham katnağı olur. Austin’deki Teksas Üniversitesinde felsefe okur. Orada Owen Wilson’la tanışır. İki arkadaş kısa filmler yaparlar, bunlardan bazıları yerel kablolu televizyonda gösterilir. Kısalarından biri olan ve Owen ve Luke Wilson kardeşlerin oynadığı Bottle Rocket’tir (1994). Film Sundance Film Festivali’nde gösterilince övgü alır ve bu filmin uzun versiyonunu yapacak parayı kazanırlar. Bottle Rocket (1996) ticari bir başarı getirmez, ama kısa zamanda kült olur. Başarı Rushmore (1998), Aquatic Life with Steve Zissou (2004), Tenenbaum Family (2001) ve  bir canlandırma olan Fantastic Mr. Fox (2009) ile sürer. Son ikisi Anderson’a Oscar adaylıkları getirir.

Film Oscarlarda 9 adaylık, dört büyük ödül alır. Keza BAFTA ve başka festivallerde de aynı başarıyı tekrarlar. Her biri birbirinden başarılı oyunlar sergileyen her biri diğeri kadar büyük oyuncular filmde adeta resmi geçitteler: Ralph Fiennes, Murray Abraham, Adrien Brody, Willem Dafoe, Jeff Goldblum, Harvey Keitel, Jude Law, Bill Murray, Edward Norton, Tilda Swinton, Tom Wilkinson, Jason Schwartzman…

GHB_9907 20130130.CR2

Filmde işbilir otel yöneticisi Gustave’ı canlandıran Ralph Fiennes (1962, İngiltere), altı kardeşin en büyüğüdür. Kardeşlerinden dördü de sanatçı, bunların en ünlüsü yine bir aktör olan Joseph Fiennes. İlkin Royal National Theatre’da Shakespeare yorumuyla dikkat çekti. İlk önemli sinema rolü, Juliette Binoche karşısıbda Heathcliff’e hayat verdiği Wuthering Heights idi (1992). 1993’te Peter Greenaway’in The Baby of Mâcon’ında rol aldı. Uluslararası ününü bir Nazi komutanını canlandırdığı Spielberg’ün Schindler’s List (1993) ile kazandı. Buradaki rolü ona adaylıklar getirdi. 1994’te The Quiz Show’da Amerikalı yarışmacı Charles Van Doren’ı canlandırdı. 1996’da The English Patient geldi. Kariyeri başarılı filmlerle sürerken, 2011’de ilk yönetmenlik denemesini bir Shakespeare trajedisi olan Coriolanus ile yaptı, burada aynı zamanda başroldeydi.

28 Eylül 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, sinema topluluğumuzdan Funda Kabaş’ın sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Nosferatu, Bir Korkunun Senfonisi/Nosferatu, Eine Symphonie des Grauens (F.W.Murnau, 1922)

“Sakın yüksek sesle söyleme. Yoksa yaşayan resimler soluk gölgelere dönüşecek

ve kabuslar kanınla besenmek için harekete geçecektir.”

“Bu kadar acele etme genç dostum. Kimse kaderinden kaçamaz!”

Der Müde Tod filmini çeken F.W Murnau (1888-1931) bu filme değin çektiği dokuz işinin çoğunda korkuyu denemesine rağmen bu alandaki asıl çıkışını Nosferatu ile yapmıştı.  Hatta film İsveç’te aşırı korku öğeleri içermesi nedeniyle yıllarca yasaklı kalıp ancak 1971’de gösterilebilmişti.

                Film, aslında doğrudan Bram Stoker’ın Dracula’sının Henrik Galeen tarafından yapılan adaptesi olmasına rağmen o dönemde bazı telif sorunları yaşanması nedeniyle orijinal adıyla gösterilmeyip Nosferatu adını almış, hatta Dracula da Orlok olarak geçmiştir.  Film ilk vampir filmi, hatta Dracula’nın ilk sinema uyarlaması olma özelliklerine de sahiptir ve sonrasında gelecek bu tür vampir filmlerine[Office1]  fazlaca örnek olmuştur.

                Yine de, kendisini örnek alan bu filmlerden ayrılan bir yanı vardır Nosferatu’nun. Diğer vampir filmlerinden alışık olduğumuz imgelerin aksine burada vampirimizi etkileyici bir aktör olarak değil, adeta korkunç bir lanetin ucube bir görünüşe büründürdüğü, normalken bile ürkütücü bir yaratık olarak görürüz. Vampir Orlok’u canlandıran Max Schreck, karakterini dışavururken daha çok bir hayvan postuna bürünüyor adeta; hani bir kemirgen gibi duruyor, sivri uçlu kulakları, uzun tırnaklarıyla pençemsi, korkunç elleri var.

                Nosferatu, Stoker’in klasik romanının izleğinden pek ayrılmıyor.  Almanya’da yerleşik emlakçı Knock, yardımcısı Hutter’ı, Wisbourg’da izole bir konut kiralamak isteyen Kont Orlok’un Transilvanya’daki şatosuna gönderir. Ona Hutter’ın kendi evinin yolu üzerindeki bir konutu satmayı planlarlar. Hutter uzakta olacağı dönemde masum eşi Ellen’i bazı arkadaşlarına emanet eder. Hutter’ın yolculuğu gariptir; pek çok yerel kişi onun garip olayların gerçekleştiği şatoya yaklaşmasını istemez. Şatoya varınca, Hutter Kont’a evi satmayı başarır, ama ayrıca özellikle sanki Kont’un alışılmadık şekilde uykuda olduğu gündüz vakitlerinde başının üzerinde gezen karanlık gölgeler gibi garip oluşumlar hisseder. Hutter sonrasında Kont’un bir mezarlıktaki uyku odasını görür ve az öncesinde okuduğu bir kitaba dayanarak Kont’un gerçekten bir vampir ya da Nosferatu olduğuna inanır. Hutter şatoya hapsolmuşken bir gemiye yüklü tabuta gizlenen Kont, yol boyunca salgına atfedilen ölümlere yol açarak Wisbourg’a ilerler. Hutter kasabasını ve daha önemlisi Ellen’i Nosferatu’nun dehşetli gelişinden korumak için eve ulaşmayı dener. Wisbourg’da Ellen, Nosferatu yaklaştıkça üzerine çöken karanlığı hissedebilmektedir. Ama günahsız bir kadının vampiri öldürmek için kendini feda edebileceğini öğrenir. Hutter Ellen’i hem Nosferatu’dan, hem de kendini feda etme girişiminden koruyabilecek midir?

                Alman dışavurumcu sinemasının alamet-i farikası olan gölge kullanımı, gölgeyle etki yaratma çabası, bu filmde adeta doruğa çıkmıştır. Bu aslında simge anlamında da işleyen bir durumdur filmde. Zira vampirler aslen ölü oldukları için bu dünyada yokturlar ve başlı başına birer gölgedirler.  Ama Nosferatu’da bu durum en uçta yaşatılır: Gölge bir sahnede kapının tokmağını kavrar ve bir başkasında da kişinin tam yüreğine asılıp adeta onu koparmaya çalışır. Ölünün nesnesidir o gölge.

                Oyunculardan Max Schreck (1879-1936), itinalı, yaratıcı makyajın altında adeta tanınmaz haldedir ve bu durum Elias Merhige’nin Shadow of the Vampire’ında (2000) Nosferatu’nun bir aktör tarafından değil de gerçek bir vampir tarafından oynandığı teziyle karşılığını bulmuştur. Schreck gerçekten de, makyaj ve oyun tarzıyla adeta insanlıktan çıkmış, gerçek bir yaratığa dönüşmüştür. Berlin’de doğan Schreck, babasının ölümünden sonra bir oyuncu okuluna girmiş ve çeşitli gezgin tiyatrolarda çalışmıştı. Sonra Max Reinhardt’ın grubuna dahil olan aktör, yeteneği ve makyaj tutkusu nedeniyle çoğunlukla daha yaşlı ve grotesk rollerde oynadı. Kariyerine sinemadan çok tiyatroda devam etti. 1921’de Prana Film’in ilk ve tek yapımı olan Nosferatu’da oynaması için çağırıldı. Schreck bu filmdeki başarısının ardından Murnau ile 1924’te, bu defa bir komedi olan Die Finanzen des Grossherzogs’ta çalıştı.  20 Şubat 1936’da geçirdiği bir kalp kriziyle hayata gözlerini yumdu. Onun Earl Orlok olarak aşırı benzemeci yorumu ve mükemmel karakterizasyonu nedeniyle (sinemada pek görünmemesi de bunda etkendi tabi) pek çok kişi onun Murnau tarafından karaktere müthiş gerçekçiliğini kazandırması ve zamansız bir başyapıt oluşmasına yardım etmesi için tutulmuş bir vampir olduğuna inanmıştı. Merhige’nin filminde kullandığı argüman da bu yaklaşımdı ve Willem Dafoe’ya En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscarı için adaylık getirmeye yetti!

Filmin yönetmeni F.W.Murnau (1888-1931), Bielefeld, Almanya doğumludur. 12 yaşındayken gördüğü Sheakspeare, Ibsen oyunlarından etkilenerek yönetmen Max Reinhardt’ın arkadaşı olmuştur. 1. Dünya Savaşı’ndaki askerliği sonrası girdiği film işindeki ilk başyapıtı olan Nosferatu’yu 1922’de çekti. 1926’da Hollywood’a göçerek orada üç film yaptı: Sunrise (1927), Four Devils (1928), City Girl (1930). 1931’de Robert J Flaherty ile belgesel filmleri Tabu’yu çekmek için Bora Bora’ya gitti. Filmin açılışını göremeden bir araba kazasında öldü. 21 filminden sekizi tamamen kayıp kabul edilmektedir.

21 Eylül 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, sinema topluluğumuzdan İlker Mutlu’nun sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.


 [Office1]

Yozgat Blues (Mahmut Fazıl Coşkun, 2013)

Yavuz, 70’lerin şarkılarını (aslında tek bir şarkıyı) bir AVMdeki mekanda seslendirmekle geçinen, 60larında bir adamdır. Bir yandan da belediyenin müzik kursunda ders verir. Kursta tanıştığı, kendisi gibi maddi durumu bozuk, 30lu yaşlardaki Neşe dost olur. Kariyeri bitme noktasına gelmişken, Yozgat’taki bir gazinoda bir bayan ve erkek şarkıcı arandığını öğrenir. Neşe’yle birlikte Yozgat’a gidip işe başlarlar. Fakat işler umdukları gibi gitmez. Yozgat’ta Sabri adında bir berberle tanışırlar. Sabri, Neşe ile tanıştıktan sonra yakınlaşırlar. Neşe, iki erkek arasında kalmıştır.

Konusunu yukarıda kısaca verdiğim film, iİçine kapanık, yalnız, idealleri doğrultusunda sade bir yaşam süren Yavuz’un hikayesi baştan sona dek başarıyla veriyor. Film, sadece bir “peruk” üzerinden onun yaşantısını özetlerken, bunu platonik aşkının sembolü haline getirmede de başarılı. Yavuz’un Neşe’ye peruksuz yakalanma korkusunu da harika bir lekilde veriyor Yavuz’da Ercan Kesal.

Filmin yönetmeni Mahmut Fazıl Coşkun (1973-), Yozgat doğumlu. Yıldız Üniversitesi Elektrik Mühendisliği mezunu olan yönetmen, sonra Los Angeles’taki UCLA Ünivesitesinde sinema okudu ve burada üç kısa film yaptı. 2002 ve 2004’teki ii belgeselin ardından 2009’da ilk uzun metrajı Uzak İhtimal’i çekti. 2013’te de bizim sunacağımız Yozgat Blues’u çekti. Her iki filmin de Adana Altın Koza’dan ödülü var.

San Sebastian Film Festivali’nde Türkiye’yi temsil eden film, İstanbul Film Festivali, Adana Altın Koza Film Festivali ve Varşova Film Festivali gibi uluslararası festivallerde ödüller kazandı. Sadece başarılı oyunculuklarla değil, taşraya dair farklı, ince anlatımıyla da ilgiyi hak eden vir filmle karşı karşıyayız. Karamsar öyküsüne rağmen dozunda bir mizah da yedirilmiş hikayeye.

Mahmut Fazıl Coşkun ilk filmi Uzak İhtimal ile taşradan, büyük şehre taşıdığı hikayesinin aksine Yozgat Blues’da karakterlerini İstanbul’dan taşraya taşıyor. Ancak bunu yaparken taşrada geçen filmlerin şehri yansıtma, doğal güzellikler sunma telaşına girmiyor Yozgat’ı sadece buzlu bir fon olarak kullanıyor. Yönetmen taşra insanının büyük şehir hayallerini değil bulundukları yerde kurduğu küçük hayallere odaklanıyor.  Ve bunu da büyük şehirden bambaşka hayallerle Yozgat’a gelen şarkıcı Yavuz’un dünyasından anlatıyor.

Filmde başrolde olan Ercan Kesal (1959-), Nevşehir’de dünyaya geldi. Üniversite hayatında önce Siyasal Bilgiler, Sonra Diş Hekimliği okurken Tıp’ta karar kıldı ve doktor oldu. Dal olarak psikoloj,y, seçen Kesal, bir dönem mesleğini yaptı. 2002’de Nuri bilge Ceylan’ın Uzak filmi ile oyunculuğa başladı. Sonrasında sinemada oyuncu ve senarist olarak var olmayı sürdürdü. Pek çok ödül kazandı. 2020’de senaryosunu yazıp başrolünde olduğu ilk uzun metrajı Nasipse Adayız ile yönetmen tarafını da başarıyla sergiledi. Çoğu doktorluk anılarından oluşan 10 kitabı bulunmaktadır. Ayrıca televizyondaki Çukur dizisindeki İdris Koçovalı rolüyle hayli hayran topladı.

Filmde yönetmenin ‘alışılagelmişin dışı’ olgusunu göstermesi, bilinmeyen bir müzik türünün, hayalleri peşinde koşan insanları nasıl şekillendirdiği tartışması, konu boyunca akıp gidiyor. Saklı kalanın içinde hapsolan, başına geçirdiği perukla “öteki hayatından vazgeçen” bir insanın trajedisi, insanların gücü elde ettikten sonra nasıl birbirlerini sattığı gerçeğini örtmemiş. Sonuçta sıradan iki insan, Anadolu’da aranan iki insana dönüşebiliyor. 

Filmde ayrıca Ayça Damgacı, Tansu Biçer, Nadir Sarıbacak gibi birbirinden değerli oyuncular var.

14 Eylül 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, sinema topluluğumuzdan Bülent Sezen’ın sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Biri… ve Diğerleri.. (Tunç Başaran, 1987)

“1986’dan sonra yaptığım filmlere baktığınız zaman da görürsünüz, ben insan hayatının bir masal, bir şaka olduğuna inanan bir adamım. Bir şaka yapılıyor ve bitiyor. Annemin de (Pakize Başaran) Şaka Bitti isimli bir romanı vardır. Zaten Biri ve Diğerleri’nde bir masal vardır. Mutluluk yanı başındayken, sen bunun farkında değilsin diyor karakter. Hayallerde arama onu. O filmde de böyle bir şey var. Filmdeki bütün insanlar yalnızdır. Aşçı ile karısının hikâyesi de öyledir. Orada yamak da, filmin başrollerinden bir tanesi barın şefidir, şefin ne karısı ne arkadaşı vardır. Barmen öyledir. Ben bar çocuğuyum. O zaman kimsenin giremediği Kulis Bar’a on sekiz yaşımda ağabeylerim beni kabul etmişti. Atlas sinemasının içinde bir bardı. Orası benim için gerçek bir üniversiteydi, çünkü her insan bir kütüphane gibiydi. Tabii bir şey öğrenmek istersen öğrenirsin. Gözlem, sanatçı için dünyanın en önemli şeyi. O filmde hayatım boyunca o güne kadar gözlemlediğim şeylerden yazılmış bir senaryo vardır.” Böyle anlatıyor Tunç Başaran filmini verdiği bir röportajda.

Tunç Başaranan (1938-2019), İstanbul doğumludur. Edebiyat Fakültesinde okurken tanıştığı yönetmen-yapımcı Memduh Ün, onu asistan olarak alır. Ardından Lütfü Akad, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz, Ertem Göreç gibi önemli yönetmenlerin de asistanlığını yapar. 1963’te kendi yapım şirketini kurar ve aralarında Yılmaz Güney’e önemli bir çıkış verecek On Korkusuz Adam’ın da olduğu macera filmleriyle yol alır. 1973’e kadar aralıksız sinema filmi çekmeyi sürdüren Başaran, sinemadaki kriz döneminde reklam sektörüne geçer ve Biri ve Diğerleri’ne kadar sinema filmi tapmaz. Sonrasında da aralıklarla ürün vermeyi sürdürür. Bu son döneminin en öne çıkan yapıtı, 1989 yapımı Uçurtmayı Vurmasınlar’dır.

Biri ve Diğerleri, aslında bizde çok az örneği olan, tek mekanda geçip entelektüel çevreyi bu mekan dahilinde bir sıkışmışlık içinde ele alan filmlerdendir. Bir araya topladığı ilginç oyuncu kadrosu, verdikleri oyunlarla bu er an cansıkıcılığa düşme tuzağının etrafında dolaşan filmi ilginçleştiriyor aslında. Bir anada karşınıza eskilerden Reha Yurdakul çıkıyor örneğin.  

Barış’ın yapmurdan kaçarak sığındığı, farklı insanlara ev sahipliği eden bir restoranda bekleyişidir anlatılan. Henüz açılmayan restoranda çalışanlarla ahbaplık eder. Müşterilerin gelmesiyle restoran yavaş yavaş hareketlenir. Çalışanlarından müşterilerine, dertler, sevinçler, umutlar, hüzünler paylaşılır. Barış bir süre sonra Gülin adında bir kadın ile tanışır. İkili arasında gecenin sonuna dek sürecek bir sohbet başlar. Sohbetleri derinleştikçe ikili arasındaki yakınlık da artar.

Filmde başrolde olan Aytaç Arman (1949-2019), Ankara’da Mimarlık okurken Ses dergisinin artist müsabakasına katılır ve Tarık Akan’ın ardından ikinci seçilir. Yılmaz Güney’in Baba filmiyle dikkatleri üzerine çeker. İlk ödülünü senaryosu yine Yılmaz Güney’e ait olan Düşman ile 1981’de alır. 1974’te oynadığı Bedrana ve 1978 yapımı Kara Çarşaflı Gelin de önemli yapımlardır ve onun adını dışarıda da duyurmuştur.

Filmde ayrıca Meral Oğuz, Füsun Demirel, Reha Yurdakıl, Mücap Ofluoğlu gibi birbirinden değerli oyuncular var.

7 Eylül 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, Abdurrahman Çoban’ın sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Maden (Yavuz Özkan, 1978)

Bizde işçi filmleri, bu başlık altında bir yan ür oluşturmaya yetmeyecek kadar azdır. İşçiler ve onlarla ilgili sorunlar, genelde hikayenin özünü oluşturmazlar, onun kenar süsüdürler. Bizdeki gerçek anlamda işçi filmi olarak alabileceğimiz ilk yapım, Karanlıkta Uyananlar’dı (Ertem Göreç, 1965). Karanlıkta Uyananlar ile Maden arasında bu anlamda koca bir boşluk var gibi.

1942 Yozgat doğumlu Yavuz Özkan (ölümü Mayıs 2019), bahsettiğim boşluğu kısmen dolduranyönetmenlerimizden biri. Elbetteki bunda kökeninde madencilik olmasının da payı var; Özkan ‘60larda bir süre Kütahya’da maden işçisi olarak çalışmıştı. ‘60ların ikinci yarısında gazeteler çıkardı. ‘70lerde kısa filmler ve senaryolarla sinemaya ısınma turları başladı. Ama bu dönemde yaptığı 2×2=5 ve Yarış filmleri ticari gösterime çıkmadı.Yine bir işçi filmi olan Vardiya (1974) adlı belgeselle tönetmenliğe geçti. ‘78’de perdelerde gözüken ilk uzun metrajı Maden’i hakikaten yıldız oyuncularla çekti. Hemen sonraki sene yine bir işçi filmi olan Demiryol’u yaptı. 1980-87 arasında Fransa’da çalıştı. Döndüğünden itibaren, düzenli olarak her yıl eser verdi. Ondan sonraki filmleri, Fransa etkisiyle olsa gerek, yine iyi, ama oldukça kişisel yapımlardı. Yağmur Kaçakları (1987), Büyük Yalnızlık (1989), Ateş Üstünde Yürümek (1991), Film Bitti (1989), Yengeç Sepeti (1994), Bir Kadının Anatomisi (1995) gibi.

Onun Maden filmi birçok yönüyle sinemamızda önemli. Bağımsız ve az bütçeli bir yapımken, Tarık Akan, Cüneyt Arkın gibi büyük yıldızları bir araya getirmeyi başardığı gibi, politik söylemiyle de dönem Yeşilçam’ından hayli ayrı yerde. Elbette Tarık Akan’ın ekibe katılmasında Ertem Eğilmez’le olan kavgasının onu uzun bir dönem işsiz bırakmasının da payı var. Yılmaz Güney de Maden’i gördükten sonra onu Sürü ve Yol’da oynatıyor. Film, bir işçi filmi olmasına rağmen Antalya’da eb iyi film ödülünün yanı sıra oyuncularına da gelir getiriyor ve gişede de başarılı oluyor.

Kaza geçiren bir maden işçisi filmin öyküsünü başlatan. Özkan’ın madeni iyi tanıdığına her sahnede tanık oluyoruz. Kaza geçiren işçi ölür ve toprağa verilir. İşçilerin lideri konumundaki İlyas (Cüneyt Arkın) bunun böyle gitmeyeceği konusunda arkadaşlarını aydınlatmaya çabalıyor. İçiler bu uyarıları ciddiye almayıp, kasabaya gelen kumpanyanın peşine düşüyor. Kendilerini düzeni değiştirecek güçte görmeyen işçiler, kafa dağıtmak için kendilerini eğlenceye vuruyorlar. İlyas’ın imza toplama girişi idarece öğrenilince, patronlara yanaşık sendika, düzeni korumak adına her yolu deniyor. İş İlyas’ın vurdurulmasına kadar gidiyor. Bu olay geri tepiyor ve işçiler nihayet kıpırdanmaya başlıyorlar.

Film vesilesiyle andığımız Cüneyt Arkın (1937-2022), neredeyse ölene kadar oyunculuğu bırakmamış bir Yeşilçam çınarı. Arkın, kendisini keşfeden Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları (1964) filmiyle girdiği sinemada farklı fiziğiyle hemen kapıldı ve daha ilk iki yılında 30 kadar filmde oynadı. O esnada çalıştığı Medrano Sirkinde edindiği akrobasi becerileri onu Cüneyt Arkın yapacak kapıları açtı. Malkçoğlu, Kara Murat, Cemil derken, avantür sinemamızın kralı oldu. Arkın’ın Maden’in yapımının gerçekleşebilmesi için ortak yapımcılardan biri olduğu ve filme para yatırdığı söylenir.

Filmin diğer başrol oyuncusu Tarık Akan, 1971’de Solan Bir Yaprak Gibi (Mehmet Dinler) ile başladığı sinema kariyerinin ilk yıllarında yakışıklı, bebek yüzlü kartpostal çocuğu tiplemesinden istisnalar haricinde asla çıkmazken, bir söylentiye göre Arzu Film’de devam etmeyip başka filmler yapmak istemesi üzerine Yeşilçam’dan aforoz edilir. O da çeşitli meslekler denedikten sonra Madeen’in kadrosuna girer ve adeta yeniden doğar. Sonrası, sinemamızın iyi filmlerinden çoğunun baş rolünde gördüğümüz uzun, güzel bakışıklı, yakışıklı bir oyuncudur.

Filmde ayrıca Hale Soygazi, Halil Ergün, Meral Orhonsay, Baki Tamer gibi başka oyuncuların da olduğu rüya gibi bir kadro var.

31 Ağustos 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, Samsun Sinema Topluluğu’ndan Bülent Sezen’in sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Birdy (Alan Parker, 1984)

Alan Parker, bizde aslında 1978 raeihli ve hayli kötü şöhretli filmi Geceyarısı Ekspresi ile tanınıyor. Halbuki, Fame (1980) gibi kült bir müzikale, Pink Floyd: The Wall (1982) gibi güçlü bir siyasal altmetine dayanan müzikal bir yergiye, Angel Heart (1987) gibi yürekleri ağz getiren ve çokiyi oynanmış bir gerilime, Mississipi Burning (1988) gibi güçlü bir ırkçılık karşıtı dramaya, Wellville’e Hoşgeldiniz gibi harika bir edebiyat uyarlamasına, Evita (1996) gibi farklı bir müzikal biyografiye ve bir başka klasik olan Angela’nın Külleri’ne imza atmış bir yönetmenle karşı karşıyayız. Keza yönetmen, yıllar sonraki bir söyleşisinde Geceyarısı Ekspresi adına Türkiye’den özür de dilemişti.

Alan Parker (1944-2020), İngiltere’de doğup, yine bu ülkede ölmüştür. 1960larda bir reklam ajansında metin yazarıyken, yapımcısı olarak David Puttnam’la ortklık kurdu ve televizyon reklamlarında yönetmenlik yapmak için metin yazarlığını bıraktı. 1976’da televizyondan sıyrılıp Bugsi Malon ile ilk uzun metrajını verdi. Kariyeri boyunca çeşitli festivallerden 24 ödül ve 30 kadar da adaylık kazandı.

Şöyle diyor yönetmen: “Bir film yapmak öyle zor ki, baş rol oyuncularınız ekibin kalanıyla harekey etmiyorsa, bu hayatınızı fazlasıyla zorlaştırabilir. Özellikle Hollywood makinesinde böyle bu. Daha fazla yıldızın söz sahibi olmasına izin verdiler ve bu durum başka herkesin hayatını bir gizem haresinin içine sokabilir. Ama işin gerçeği, oyuncular aynen kamera asistanı, kostüm tasarımcısı ve başka herkes gibi sadece işlerini yapmaktalar. … Sadece festivaller için film yapan insanları çok şaibeli buluuyorum. Yapımı en zor olan film, yaratıcı bütünlüğü olan ve en fazla seyirciye ulaşan bir filmdir. Sadece festivallerde görülecek kişisel, entelektüel, ciddi, sanatsal filmler yapıyorsanız, o da olur, fakat bu, sinemanın olması umulan şey değildir. Özellikle siyasi bir mesele çekmekteyseniz. Çünkü hedefiniz buysa, erişebileceğiniz en büyük izleyici kitlesine ulaşmak istersiniz.”

Film, Vietnam Savaşı’nın katılan askerler üzerinde yarattığı yıkımı müthiş bir yetkinlikle anlatıyor. ‘80ler bu konsepte farklı açılardan yaklaşan pek çok filmin piyasaya çıktığı bir dönem. Bunların en önemlileri Born on the 4th of July (Oliver Stone, 1989), Running on Empty (Sidney Lumet, 1988), The Killin Fields (1984), Full Metal Jacket (1987) ve benzerleriydi. Ama elbette içlerinden en fazla akılda kalanı ve iş yapanı, Rambo serisini başlatan First Bood’dı (Ted Kotcheff, 1982). Birdy de bu yapımların arasından sıyrılıp klasikleşmeyi başaran, bunlardan farklı yapısıyla da ayrı yerde duran, hatta zamanla kültleşen bir film.

Birdy’de Vietnam’da birlikte savaşıp memleketlerine dönen iki arkadaşın hikayesi anlatılıyor. Bunlardan biri nispeten akıl sağlığını korurken, depresyondan çıkamayan diğeri kafayı kuş gibi uçmakla bozmuştur. Hatta kendisini kuş zannetmeye başlar.

American actors Nicolas Cage and Matthew Modine on the set of Birdy, directed by British director Alan Parker. (Photo by Sunset Boulevard/Corbis via Getty Images)

William Wharton’un romanından senaryolaştırılan yapımda iki arkadaşı Matthew Modine ve Nicholas Cage canlandırıyorlar. İlginç bir detay: metot oyunculuğunu iyice abartan Cage, filmdeki karakteri için iki dişini anestezi almadan çektirmiş!

1964 California doğumlu Nicholas Cage, edebiyat progesörü August Coppola’nın (yönetmen Francis Ford Coppola’nın ağabeyi) oğlu olarak doğar. Kendi ününü kendi kazanmak adına kariyerinin ilk yıllarında soyadını değiştirdi. 1980lerdeki farklı oyunuyla da bunu başardı. Öncesinde lisede tiyatro yaparken (17 yaşlarında,Fast Times at Richmond High’ta (1982) küçük bir rol kaptı. Amcası Francis’in çekeceği Rumble Fish (1983) için denemelere girdi ve önemli bir rol yakaladı. Sonrasında da kariyeri hızlanarak yükseldi. 1995’teki Leaving Las Vegas ile de şimdilik tek Oscarını kazandı.

Matthew Modine (1959), California doğumlu. Yedi kardeşin en küçüğüydü. Liseden mezun olduktan sonra, 1979’da New York’a taşındı. Stella Adler’den oyunculuk dersleri aldı. Halen onun öğrencisiyken hem televizyon, hem de tiyatro ve sinemada başroller almaya başladı. Christopher NolanOliver Stone, Sir Alan ParkerStanley KubrickRobert AltmanAbel FerraraAlan J. PakulaJohn SchlesingerTony RichardsonRobert Falls, Sir Peter HallSpike LeeTom DiCilloMike FiggisJonathan DemmeJohn Sayles gibi önemli yönetmenlerle çalıştı. Abel Ferrara’nın yönettiği Mary (2005), Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü kazandı. Birdy, Cannes Film Festivalinde büyük ödülü kazandı. Modine pek çok ayrıksı kısa film de yönetti: When I Was a Boy (1993), Smoking (1994), Ecce Pirate (1997), I Think I Thought (2008) ve To Kill an American (2008).

24 Ağustos 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, Samsun Sinema Topluluğu’ndan Mustafa Hacihasanoğlu’nun sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Hakkari’de Bir Mevsim (Erden Kıral, 1982)

Hakkâri’de Bir Mevsim, aynı coğrafyadan farklı insanların tek bir zaman-mekânda buluştuğu, farklılıklardan soğan bir hikâyedir. Ferit Edgü’nün otobiyografik romanı, Onat Kutlar’ın ve yazarın bizzat kendisinin katıldığı ortak bir yazar grubunca senaryolaştırılıp, usta yönetmen Erden Kıral’ca filmleştirilmiştir. Film, bu kaliteli ortaklık sayesinde sinemamızın en özgün yapıtlarından biri olur.

Film, bir deniz kazasının bilmediği diyarlara sürüklediği bir denizci üzerinden geldiği bu zorlu coğrafyayı ve oranın insanlarını anlatır. Kazazede, gittiği sürgünde bilmediği, tanımadığı, daha önce duymadığı bir dili konuşan insanların olduğu, deneyimlemediği bir kültürün, bir yaşamın ortasına düşmüştür. Ama içinde bulunduğu zorunlu durum, onu bu çevreyle uyum sağlamaya çabalamaya zorlar. Köyün çocuklarına öğretmenlik yapar, onlara kendi dilini öğretirken, onlardan da onların dilini öğrenir. Karşı karşıya kaldığı zorluklar onu adım adım değişime uğratır. Nihayetinde sürgünü bitecek, ama o asla eski kişi olmayacaktır.

Başkarakter, bir sürgün, bir kazazede, denizci ya da öğretmen; kendisi de bu belirsizlik içinde kimlik karmaşası yaşamaktadır. Ama yaşadığı deneyimde bir dönüşüme uğradığı kesindir. Bu dönüşüm de onu döneceği yerde yeni bir oluşuma taşıyacaktır.

Hakkari’de Bir Mevsim’in sinema uyarlaması, betimlemeler, romandan ister istemez pek sapmamaktadır.  Bu durum, genelde başarısızlığa uğranılan edebiyat uyarlamalarının aksine, filmin artı hanesine işler. Yönetmenin de elindeki malzemeyi nasıl değerlendirmek istediği konusunda net olduğu bellidir.

Film, Türk aydınının yabancı kaldığı kendi toplumuna dair sancısıyla ilgilidir. “Ötekinin” alanına yolculuğu daima ürperti, korku içerir. Bunun örnekleri sinemamızda da, edebiyatımızda da çoktur. Yakup Kadri’nin Yaban’ından Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’na, Halide Edip’in Vurun Kahpeye’sine kadar. Yabancılığını anlayan aydın bununla yüzleşme yoluna gider ister istemez. Kimliğine yeniden kavuşması, ancak kendi referanslarından uzaklaşarak geldiği bilinmezliği kabullenmesiyle olacaktır.

Yönetmen Erden Kıral (1942-2022), Gölcük doğumludur. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Seramik Bölümü’nden mezun olduktan sonra, Osman Seden, Yılmaz Güney, Bilge Olgaç ve Mehmet Dinler gibi yönetmenlere asistanlık yaptı. Bu yönetmenlerden özellikle Yılmaz Güney, onun sanatında çok etkili oldu. 1978‘de Yaşar Kemal‘in “Teneke” adlı yapıtından ilk uzun metrajı Kanal’ı yönetti. 1979‘da da Orhan Kemal‘den uyarladığı Bereketli Topraklar Üzerinde filmini çeken Kıral, bu yapıtla, ,1981‘de Strasbourg Film Şenliği Büyük Ödülü’nü kazanırken, Kıral da aynı yıl Antalya Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülüne layık görüldü. 1982’de Ferit Edgü‘nün “O” romanından Hakkari’de Bir Mevsim’i çekti. Film, Berlin Film Şenliği’nde Gümüş Ayı, Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu, Uluslararası Sanat ve Deneme Sinemaları Birliği ve Interfilm ödülünü kazandı. Ayrıca, Korsika‘da yapılan II. Akdeniz Kültürleri Şenliği’nde “En İyi Film” seçildi. 1983’te  Berlin‘e gitti. 1984’ten beri Berlin Güzel Sanatlar Akademisi ve Almanya Film ve TV Rejisörleri Birliği üyesidir. Bu kuruluşun Sinema bölümü’nün kurucuları arasında yer aldı. 1984 yılında Osman Şahin‘in “Beyaz Öküz” öyküsünden Ayna’yı çekti.  Film, Korsika’nın Bastia kentinde yapılan III. Akdeniz Kültürleri Film Şenliği’nde Basın-Eleştiri Ödülü, Uluslararası Sinema Günleri Altın Lale Yarışması’nda mansiyon ve Portekiz‘de Figueria da Foz Film Şenliği’nde büyük ödülü kazandı. 1987‘de  Dilan filmini sesli çekti. 1988‘de Av Zamanı’nı yönetti. Film, Berlin’de Türkiye’yi temsil etti. Kıral, 1992‘de Mavi Sürgün’ü yönetti. Film, Antalya Film Festivali’nde “En İyi Film” seçildi.

Filmin başrolündeki, 1938 doğumlu Genco Erkal, Robert Koleji ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdi. 1957’de Genç Oyuncular Amatör Topluluğu’nu kuranlardandı. ‘59’da Kenterler, daha sonra Gülriz Sururi-Engin Cezzat, AST ve İstanbul Tiyatrolarında çalıştı. ‘62’de Jaroslav Hasek’in oyunu Arslan Asker Şvayk’la, sonrasında Gogol’ün Bir Delinin Hatıra Defteri’yle ve daha pek çok oyunla ödüller kazandı. 1982’de Ali Özgentürk’ün At’ıyla sinemada da oyunculuk yapmaya başladı. Aynı yıl, Hakkari’de Bir Mevsim’de oynadı. 1983’teki Zeki Ökten’in Faize Hücum’u, 1990’daki Fehmi Yaşar’ın Camdan Kalp’i de önemli filmlerindendir.

Filmde yer alan diğer önemli oyuncular Erkan Yücel, Erol Demiröz, Şerif Sezer’dir.

17 Ağustos 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, Samsun Sinema Topluluğu’ndan İlker Mutlu’nun sunumuyla.

Kirazın Tadı / Taste of Cherry /  Ta’m e Gulias (Abbas Kiarostami, 1997)

İran sineması” demek özgün bir sinema dili ve bazı kodlar demek. Bunlar, İran’da uygulanan baskıcı rejim, sansür, savaş ve zorlu ekonomik koşullar nedeniyle gelişen bir takım kısıtlamaları aşmanın yollarını arayan yönetmenler sayesinde oluşmuş. Kısıtlı bütçelerle neler başarabildiklerini son otuz, kırk yıldır yaptıkları ve festivallerde ilgi gören, ödüllendirilen filmlerinden görüyoruz.

19. yüzyılın sonlarında baştaki Muzafferüddin Şah’ın 1900 Mart’ında Paris’e yaptığı seyahat, İran sineması için bir milat olur. Şah, Avrupa’da sinematograftan çok etkilenir ve bu makinelerin İran’a alınmasını emreder. Onunla saraya giren sinema, Mirza İbrahim’in ilk sinema salonunu açmasıyla halkla da buluşur. Sinema yönetimce desteklense de muhafazakâr dindarın tepkisini çeker. Monarşi ile ulema arasındaki fikir ayrılıkları neticesinde taht el değiştirir ve 1925’te Rıza Han “şehinşah” olur. Böylelikle 1979’a dek otoriter bir yönetim benimseyecek Pehlevî hanedanlığının Şahlık dönemi başlar.

Rıza Han modernleşmeye öncelik verir. Sert tedbirlerle İran’ın Doğulu-dindar kimliği, daha modern Pers faşizmine yöneltilir. Şah bu reformları hayata geçirirken sinemayı kendi ideolojisini yayacağı bir silah olarak kullanır. İthal Avrupa filmleriyle halk Batılı hayat fikrine alıştırılmaya çalışılır. 1933’te İran’ın ilk uzun metrajı olup seyirci rekoru kıran Lor Kızı,  o dönem çarşaf ve peçe gibi kadınlara ait dinî yükümlülüklere karşı nefret diliyle bir anti-propagandadır. Filmin gösterime girdiği yıl kadınların çarşaf giymesini yasaklayan Pehlevi’nin modernleşme idealini desteklediği için de Lor Kızı, Şah dönemi sinemasının simgesidir.

Lor Kızı

İran Yeni Dalgasıyla farklı bir dil arayışına girilmesine değin İran sineması, bir şekilde taklitçi bir sinemadır. Hint sineması etkisinde gelişmiş görünen müzikaller yaygındır. İran Yeni Dalgası,  1969’da Dariush Mehrjui‘nin Gāv (İnek), Mesud Kimiai‘nin Gheysar ve NasserTaqvai‘nin Calm in Front of Others filmleriyle başladı. Akım, yeni kültürel, dinamik ve entelektüel değerler ortaya koydu. İranlı sinema seyircisini de seçici hale getirdi. 1953 darbesiyle sanatta anlayış değişimleri olmuş, toplumsal bir edebiyat da gelişmişti.

Gav
Gheisar
CAlm in front of Others

Akımın öncü yönetmenleri arasında, Füruğ FerruhzadSohrab Şahit SalesBehram Beyzayi ve Perviz Kimyavi de vardır. Bu yönetmenler, şiirsel bir sinema diliyle, siyasi ve felsefi tonları ön planda olan yenilikçi sanat filmleri çekti. Yeni İran Sineması denen,(New Iranian cinema) adıyla anıldı. İran Yeni Dalgasının Abbas KiarostamiCafer PanahiMajid MajidiBehram BeyzayiDariush MehrjuiMohsen MakhmalbafMesud KimiaiSohrab Şahit SalesPerviz KimyaviSamira MakhmalbafAmir Naderi ve Abolfazl Jalili gibi önemli yönetmenleri ‘60lardaki Yeni Dalga’nın izinden giderek bugünkü İran sinemasının dilini oluşturdular.

Kirazın Tadı’na gelince, film, orta yaşlı bir adam olan Bay Badii’nin planladığı intihar için umutsuzca jendisine yardım edecek birini aramasını anlatıyor. Zaten dağda mezarını kazmıştır. Aeadığı yardımcı, intiharından sonra onu o mezara gömecektir. Herkes bir nedenle geri çevirir onu. Niahyet hasta bir oğlu olan ve kendisi de daha önce intihara kalkışmış yaşlı bir Türk tahnitçi, ona yardım etmeyi kabul eder.

Abbas Kiarostami (1940-2016), Tahran’da doğdu. Grafik tasarımcı olarak çalışmaya başlamadan önce güzel sanatlar üniversitesinde okudu. Sonra, bir film bölümüne başlayacağı ve 30 yaşında ona sinema kariyerini başlatacak olan Çocuk ve Yetişkinler için Entelektüel Gelişim Merkezi’ne katıldı. O günden bu yana pek çok film yaparak modern İran sinemasının en önemli figürlerinden biri haline geldi. Aynı zamanda fotoğrafçı, ressam ve şair olan yönetmen, filmleriyle çeşitli festivallerden 41 ödül ve kırktan fazla adaylık kazandı. Kirazın Tadı, 1997’de Cannes’da Altın Palmiye kazandı. Film, tamamlanmış bir senaryo olmaksızın, doğaçlama olarak çekilmiş.

Başroldeki Hümayun Erşadi, 1947 İsfahan doğumlu. Uçurtma Avcısı (2007) ve İnsan Avı (2014) bilinen diğer filmleri. Amerikan Yapımı Zero Dark Thirty’de de (2012) yer almıştı.

10 Ağustos 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, Samsun Sinema Topluluğu’ndan Resul Guliyev’in sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Capharnaum /Kefernaum (Nadine Labaki, 2018)

Birinci Dünya Savaşı sonrası, Fransa’nın sömürgesinde kalan Lübnan, Suriye’ye dahilken, krallığın işgalcilerce bölünmesiyle devlet olmuştu. 1926’da Fransa kontrollü bir cumhuriyet halini alan Lübnan, kozmopolit yapısıyla, özelikle de başkent Beyrut’la diğer Arap aleminden ayrı bir yerdedir. Bünyesinde hem Doğu, hem de Batı kültürünü buluşturan Lübnan, neredeyse yarı yarıya Hıristiyan ve Müslümandır. Çok kültürlülük diğer sanatlardaki gibi sinemaya da işlemiş durumda; batılı duyarlılıklara da, doğu mitolojisine de rastlamanız olası. Doğal olarak da güçlü bir Fransız etkisi var.

‘70lerden ‘90lara kadar süren iç savaşla harap olan ülkede sinemanın öncelikle işleyeceği konu doğal olarak bu savaştı. Samir Habchi’nin The Tornado (1992), Leyla Assaf’ın The Freedom Gang/al-Sheikha (1994), Jocelyne Saab’ın  The Story of a Star (1994), Ghassan Salhab’ın Beirut Phantoms /Ashbah Beirut (1998), Tarantino’nun kameramanlığını yapmış olan Ziad Doueiri’nin West Beyrouth / Beirut al-Gharbiya (1998) filmleri o dönemin öne çıkan filmleridir.

Filmin yönetmeni Nadine Labaki (1974, Lübnan), 2000’den sonra elverişli hale gelen ülke sineması hareketlendiğinde öne çıkan yönetmenlerden biridir. Paris‘te film ve oyunculuk ile ilgili kurslara katılan Labaki, Ortadoğu kökenli müzisyenlere başarılı klipler çekmiştir. Karamel (2007), Peki Simdi Nereye? (2011), Seni Seviyorum Rio (2014) ve Kefernahum (2018) filmlerinin yönetmeni olup kendisi de oynamıştır.

Başroldeki 2004 Suriye doğumlu Zain Al Rafeea, bu ilk rolüyle 5 ödül, 4 adaylık kazandı. Çocuk, elbette yönetmenin çabalarını da görmezden gelmeyelim ama, inanılmaz bir oyunculuk sergiliyor filmde. Keza diğer çocuk oyuncular da öyle.

Göstereceğimiz film, Lübnan & Fransa ortak yapımı bir dram olan Kefernahum, Lübnanlı bir çocuk olan Zain’in hikayesini anlatıyor. Çocuk, kendisini istismar eden ailesine baş kaldırıp kaçar, zekası ve pratikliği ile sokaklardaki yaşam savaşından galip çıkar ve kendisine yapılan haksızlığın karşısında dimdik duran, 12 yaşındaki genç bir delikanlıya dönüşür.

Filmin senaryosunda ise yönetmenle birlikte Michelle Keserwany ve Jihad Hojeily’nin imzası var. Prömiyerini Cannes Film Festivali’nde gerçekleştiren film, Toronto, Melbourne, Saraybosna, Zürih, Busan, Londra ve Stockholm gibi uluslararası festivalleri dolaştı. Cannes’dan 3 ödülle dönen film Altın Palmiye ödülü için de adaylık sahibiydi. En İyi yabancı Film Oscarı için yarışmıştı. Bunlardan başka çeşitli festivallerden 34 ödülü ve 54 adaylığı daha var.

Kefernaum’daki oyuncukarın tümü, gerçek hayatları filmdekine benzeyen insanlar. Yani, Zain’in gerçek hayatı, bir yere kadar, Rahil olarak canlandırdığı karakterle benzeşiyor. Zain’in annesi için yönetmen, tanıştığı 16 çocuğu olan ve filmdeki şartların aynını yaşayan bir kadından esinlenmiş. Çocuklarından altısı ölmüş ve diğerlerini de bakamadığı için yetimhaneye vermiş kadın. Kawthar rolünü oynayan hakikaten çocuklarını şeker ve buz küpleriyle besliyormuş.

Filmde yukarıda bahsettiğim çokkültürlülükten gelen yapıyı fark edebiliyorsunuz. Yani, diğer filmlerindeki gibi, doğulu bir hikayeyi batılı normlarla anlatmayı tercih ediyor yönetmen. Bu nir yandan da normalaslında, çünkü belirttiğim gibi, yönetmen sinema eğitimini Fransa’da almış ve o kültürü de özümsemiş.

20 Temmuz 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, Samsun Sinema Topluluğu’ndan dostumuz Ömer Böke hocanın sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

DENİZ MIDIK

Atelier Beyond & Sell Your Dreams (Deniz Mıdık, 2022)

6 Temmuz Çarşamba akşamı Samsun Sinema Topluluğu gösterimimizde, Samsun’un yetiştirdiğien yetenekli ve genç yönetmenlerden Deniz Mıdık’ı konuk edeceğiz.

Deniz, bizim üç yıl kadar önce verdiğimiz film çözümlemesi/film eleştirisi seminerlerimize katılan en genç öğrenci olarak ilgisiyle çok dikkatimizi çekmişti. Sonra onun 13 yaşından beri kısalar, deneysel filmler çekmekte olduğunu öğrendik. Hatta topluluk gösterimlerimizden birinde onun filmlerinden birini gösterdik.

Deniz daha sonra Paris’teki bir kolejde sinema eğitimi aldı ve döndü. Onun Oradaki deneyimlerine dair SEKANS dergisi için yazdığı metni sizinle paylşıyorum:

“Liseye gittiğim yıllar boyunca Avrupa’da sinema okumayı hayal edip sürekli araştırmıştım. Belki İsveç’te, İtalya’da, Almanya’da… Film okuluna gitmek istiyordum. Film okulları üniversitelerin sinema bölümlerinden biraz daha farklı. Teori yerine teknik eğitim ve sayamayacağın kadar çok film çekimi. İngilizce konuştuğum için uluslararası İngilizce eğitim veren film okullarına bakmaya karar verdim ve tahmin ettiğimden çok daha fazla uluslararası film okulu olduğunu farkettim. Bu okullar genellikle 1 ila 3 yıl arasında değişiyor. Öğrenciler arasında dünyanın her yerinden insanlar oluyor hatta o ülkenin bireylerinden bile tek tük var. Bu okullar arasında benim en çok ilgimi çeken Paris’teki oldu. Başvuru formunu doldurdum, filmlerimi gönderdim ve daha gitmeme 1,5 yıl varken kabul aldım.

“Paris’te ev ya da yurt bulmak çok zor bir iş. Ben bir tanıdığım aracılığıyla buldum, diğer arkadaşlarım emlak sitelerinden benim gibi aylarca araştırmış. Hiçbirimiz yurt bulamadık. Ama evler belki de yüzyıllar öncesinden kalma, Paris’te sanatçı havasını veren çok güzel küçük daireler. Ayrıca devlet herkese ayırt etmeden kira yardımı veriyor ve kiranızı büyük bir miktarını bu para ile karşılıyorsunuz. Tabi Fransa’nın evrak işlerini tamamlayabilirseniz.

“Sınıfta 10 kişiyiz ve film yapımı öğrencileriyiz. Bir de oyunculuk sınıfı var, film çekeceğimiz zaman bize yardım ediyorlar. Sene boyunca birisi belgesel, birisi karakterizasyon, diğerleri serbest olmak üzere 6 büyük proje yapıyoruz. Herkesin kendi yönettiği bir ve asistanlık yaptığı en az bir film oluyor her projede. Senaryoları yazdıktan sonra öğretmenlerimize gönderiyoruz, tekrar yazılıyor ve çekime hazır hale geliyor. Filmleri çekerken yalnızız, bu kısma öğretmenler müdahale etmiyor. Kurgu günleri gece yarısına kadar stüdyoda kalma hakkımız var ve ilk taslağı, son taslağı öğretmenlerimize gösterip bir kez daha düzenliyoruz. Çekim 2, kurgu 1 haftamızı alıyor ve sonunda koltuklara oturup yiyip içerek film gösterimlerimizi yapıyoruz. Tekrar geribildirimler alınıyor. Filmlerimizi sene sonunda bir demo-reel ve portfolio internet sitesi oluşturmak için saklıyoruz.

“Proje yapmadığımız zamanlar sinematografi, prodüksiyon, senaryo yazımı, sinema tarihi, kurgu, ışık ve ses dersleri alıyoruz. Buraya gelmeden önce sinemada bilmediğim bu kadar şey olduğunu  fark etmemiştim. Sadece ilk 3 haftada öğrendiğimiz bilgilerle ilk filmimizi çekince daha önceki kısa filmlerime kıyasla çok büyük bir ilerleme kaydettiğimi gördüm. Ders aldığımız hocalar farklı ülkelerden geliyor bizim gibi. Bazen aynı dersin farklı konuları için farklı hocalar geliyor. Mesela Afrika tarihi, ya da prodüksiyon dersi ikinci dönem için bir prodüktör gibi.

“Bazı günler daha küçük projelerimiz oluyor; stop-motion yapmak, yeşil ekran kullanmak, Paris anıtlarını açık havada timelapse çekmek, deneysel lensler denemek gibi. Dönemleri geldiğinde Paris’teki fotoğraf ya da film-tv ekipman fuarlarını geziyoruz, milyon euroluk kameraları deniyoruz, bedava şapkalarımızı alıp bir sonraki fuarı bekliyoruz.

“Senaryolarımızı yazarken istediğimizi yapmakta özgürüz, tek şart çekilebilir olması. Konu açısından hiçbir sınırlamamız yok, gerekirse yeşil ekran tarzı efektler ekleyebiliyoruz. Filmlerimizi çekerken Canon 90D kullanıyoruz; lens, mikrofon, ışık, tripod, gimball seçeneklerimiz neredeyse sınırsız. Stüdyoları istediğimiz zamanlarda kullanabiliyoruz, film çekimleri ya bizim ayarladığımız mekanlarda ya da zamanımızın çoğunluğunu geçirdiğimiz stüdyoda yapıyoruz. Montaj yaparken okulun Mac’leri kuruluyor. İstediğimiz zaman ekipman ya da bilgisayar ödünç alabiliyoruz. Oyuncularımız seçerken oyunculuk sınıfı yeterli olmadığında ilan verip seçmeler düzenliyoruz, genelde seçilen oyuncular başka oyunculuk okullarının öğrencileri oluyor.

“Fransa’da sinemaya yaklaşım, Türkiye’dekinden çok farklı. Yeni dalgadan kalan sinematek geleneğinin hala bir etkisi var ki, hangi yıldan olursa olsun, bir filmi sinemada izlemek istersen mutlaka bulursun. Sinemalara çok yoğun talep var. Her sokakta mutlaka bir sinema olmasına rağmen French Dispatch’in çıktığı gün en az 5 sinemanın önünde sıra bekleyip bilet bulamamıştık. Sinemaların yanında aynı zamanda çok fazla sinema kütüphane ve sergisi var. Geçen ay Orsay müzesine sinema sergisi kurulmuştu, halihazırda “sinematek”de kocaman bir sergi ve kütüphane. Bir de François Traffaut sinema kütüphanesini görünce gözlerime inanamamıştım.

“Başlı başına Paris’te yaşamak çok farklı bir deneyim. Aradığın her etkinlik, her yemek, her insan etrafta bir yerde. Tüm sokaklar resim gibi. Her yer film seti potansiyelinde. Ki gerçekten tüm şehir film seti olmuş, buraya geldiğimde ilk olarak ünlü filmlerin çekildiği yerleri ziyaret ettim. Fransızların İngilizce konuşmadığı da yalan. Hatta Fransızca aksanını beğenmezlerse sana İngilizce cevap veriyorlar.

“Tabiiki diğer Avrupa şehirlerine kıyasla daha pahalı bir şehir. Ama araştırmanı yeterince yaparsan, yıllık metro kartıyla, kira yardımıyla, öğrenci olmanın getirdiği indirimlerle (örneğin müzeler ücretsiz) biraz daha ucuza getirebiliyorsunuz.

“En güzeli ise aynı amacı, tutkuyu paylaşan insanlarla beraber olmak. Günlük hayatınla filmlerin birbirine karışması, sınıf arkadaşlarınla sinemaya gidip üzerine konuşmak, senaryolarınızı tartışmak, belki bir sonraki seneni öngöremediğin bir yolda yalnız olmadığını hissetmek çok güzel. Farklı ülkelerden gelen insanlarla “zeytin kahvaltıda yenmez”, “makarnaya yoğurt konmaz” tartışmalarına girmek, onların yemeklerini yemek, geleneklerini uygulamak (bardaklar çarpıştırılırken göz göze bakılır, yılbaşı hediyeleri elden verilmez) ayrı bir deneyim.  Bizden daha heyecanlı öğretmenlerden ders almak, onlarla sohbet etmek, filmini ilk defa acımadan eleştiren birini görmek, ki çok işe yaradı, ve hayatımın en verimli eğitimlerinden birini almak tüm çabaya değer.”

6 Temmuz 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, kendi anlatım ve sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Çölçü /The Steppe Man (Shamil Aliyev, 2012)

29 Haziran’daki Samsun Sinema Topluluğu gösterimimizde, Azerbaycan’ın son yıllardaki en iyi filmlerinden biri olan Çölçü’yü göstereceğiz.

Sinemanın icadıyla nerdeyse eş zamanlı olarak Bakü’deki petrol sahalarına göz diken Fransızlar, şehirden görüntüler almaya başlarlar. Sonra Belçikalı Pirone kardeşlerin 1915’te Bakü’de Filma şirketini kurmayla Azerbaycan fil sanayi hızla büyür. Aynı firma Bakü, Yerevan ve Tiflis’te de dağıtım büroları kurup, Rus yapımcı-yönetmen Boris Svetlov’u davet eder. Svetlov, ülkede filmler yönetir be yapımını üstlenir. Svetlov’un petrol baronlarının desteğiyle çektiği ilk uzun metrajı, Petrol ve Milyonlar Diyarı, 180’de Fikret Aliyev tarafından Kızıl Uçurum adıyla yeniden çekilmiştir. Bir yıl sonra Svetlov, Arşın Mal Alan (Üzeyir Hacıbeyov) adlı, kadın rollerini de erkeklerin oynadığı ilk müzikal komediyi çekti. Film yıllar sonra, 1945’te, sesli olarak ve kadın oyuncularla yeniden çekilecekti. Sovyet öncesi dönemde Azerbaycan filmleri genelde işçilerin yaşamına, petrol sahalarına ve devrime odaklanır. 1920’de Sovyet yönetimi kurulduktan sonra Azerbaycan’da ilk sinema fabrikası 1922’de kurulur ve 1923’te Azerbaycan Foto-Film Müdürlüğü adını alır. Bu dönemde müzikal komediler yaygınlaşır.

Azerbaycan 1991’de bağımsızlığını kazanır ve ülke sineması yeni bir döneme girer. 1990’ların başından itibaren, devasa petrol ve doğal gaz rezervlerinden elde edilen yüksek gelirin büyük kısmı kültürel projelere aktarılıyor ve güzel sonuçlar elde ediliyor. 1990’dan bu yana 1000’in üzerinde film yapılır, kamuoyunun sinemaya olan ilgisi artar. Azerbaycan sinemasının son derece parlak tarihinde yetenekli oyuncular ve film yönetmenleri var, gerekli ilgi ve finansmanla Azerbaycan film endüstrisi daha da ileriye gidecektir.

Çölçü, dediğim gibi, Azerbaycan’ın son dönem filmlerinin en iyilerinden biri. 2012 yapımı film, minimal bir anlatımla ve ekonomik bir sürede derdini seyirciye geçirebiliyor. Filmin 1960 doğumlu yönetmeni Aliyev, 1984-89 yılları arasında Devlet Kültür ve Sanat Enstitüsü’nün Film Yönetmenliği Fakültesi’nde okudu. Azerbaycan Stüdyosu’nda yönetmen olarak çalıştı. Çeşitli uluslararası film festivallerinde ülkesini temsil etti ve ödüller kazandı. Azerbaycan sinemasının tanıtımında öne çıkan isimlerden biridir. Çekildiği dönemde Azerbaycan’ın resmi Yabancı Film Oscar Aday adaylarından olan filmi ilkin 2014’teki Ankara Film Festivali’nde görmüş ve hem filmi, hemde başrol oyuncusu Bahruz Vaqyfoğlu’nu çok sevmiştik. Filmi size aynı yıl, festival esnasında SEKANS için film üzerine röportaj yaptığımız Shamil Aliyev’den alıntılarla tanıtmak isterim.

“Eğer bir yönetmen filmini sözle anlatmaya çalışıyorsa, demek ki o film zayıf, kötü bir filmdir.”

“Modern dünyanın seyircisi meselesinde sinemacıların önünde büyük problemler var. Modern seyirci daha çok eğlenceye, atraksiyona meraklıdır. Arthouse filmlerine ilgi az. Giderek de azalmaktadır. Bu konuda küreselleşmenin suçu büyük. İnternet küreselleşmeyi yüz kat artırdı.”

“Örneğin Amerika ya da Fransa’da ortaya çıkan yeni bir moda, kıyafette ya da herhangi başk bir şeyde. Birkaç gün içinde Bakü’de, Ankara’da ya da daah uzaklarda kendini gösteriyor. Gelenekler, kültürel özellik kayboluyor. İnsanlık için bundan daha büyük bir facia görmüyorum. Herhalde Çölçü gibi filmler ne kadar çok yapılırsa, hiç olmazsa birileri düşünebilir; bu nedendir, hayat nedir, dünya nedir, düşünce nedir, kültürel özellikler nedir. Ben kültürün rengarenk olmasına karşı değilim. Ama kendi kültürel özelliğimizi korumamız gerektiğini düşünüyorum.”

“Bugün beni endişelendiren, sinemaya daha çok atraksiyon, bir eğlence gibi bakılmasıdır. Mesela bir zamanlar Fransa’da herkes film yapıyordu. Ama sanatçı ibi tek tek insan yetişiyordu. Şimdi gene öyle bir durum söz konusu. Şimdi hatta telefonla bile film yapıyorlar.”

“Çölçü filmine gelince, bizim amacımız sinema estetiği dahilinde bir film yapmaktı. Filmi izledikten sonra seyirciler, bana filmle ilgili bazı sorular sordular, bu ne demek, o ne demek diye. Ben anlıyorum ki onlar, dizi filmlere alışmış, beyni işgal olunmuş seyircinin sorularıydı. Ben her şeyi çiğneyip seyircinin ağzına hazır koymak istemedim. Hayvanlarda böyle bir şey var, yemi getiriuor, çiğneyip yavrusunun ağzına koyuyor. Bu şekilde olsun istemedim. Ben istiyorum ki, seyirci film ile tartışmaya girebilsin. Yaani filmde eğer çokanlamlılık, çok fikirlilik varsa, seyirci onu görebilsin, benim arzum bu. Biz bunun için çalıştık, seyirci buna hazır olmayabilir, ola da bilir. Ama bu benim için önemli değil. Ben kendi işimi yapacağım. Öyle filmler var ki, sinemada gösterildiğinde sadece bir seyirci oluyor. İşte o seyirci, çok değerli seyircidir. Ama öyle filmler de var ki, örneğin Amerikan filmleri… bir kere izliyorum ve çıkığ gidiyorum. İkinci bir kez bile izlesen orada bir şey görmeyeceksin. Sadece atraksiyona bakmak için,eğlenmek için gidiyorsun. Yani sinema atraksiyon estetiğine çevrilmektedir. Bunun da önünde durmak çok zor bir iş. Zor bir iş ama gerçek sinemayı da bu tür filmler koruyacak.”

“…Bu film seyircide öyle bir fikir oluşturuyor ki bu hem mittir, hem de mit değildir. Hem masal, hem masal değil…”

“…Bizde kiim arası tiyatrosu diyorlar (Filmde babanın sndığın arkasından oğluna kukla oynattığı sahneye ithafen). Filmi izledikten sonra seyirciler, Ulu’nun neden masal anlattığını sordular. Seyircinin zevki aksiyon filmleriyle bozulmuş, artık düşünemiyor. Ulu, o küreselleşen dünyayı terk etmiş. Küreselleşen dünyada çocuklar için televizyon kanalları var. Onlardan birini de izlettirebilirdi çocuğa. Ama o çocukalr için kilim arası tiyatrosunu kurdu ve kilim arası masalında başlayan filmde o iki gencin, genç çölçü ile genç kızın hikayesi anlatılır…”

Film hakikaten seyri keyifli, ancak yönetmenin de dediği gibi seyirciden emek bekleyen bir süreç vaat ediyor.Muhteşem oyunuluklar ve bibirinden güzel doğa manzaraları eşliğinde sert bir hikaye gözünüzün önünde akıp gidiyor: Babasından bozkır hayatının tüm bilgeliğini öğrenmiş, eşhirden uzak, doğayla uyumlu yaşayan bozkır adamı, babası ölünce köyden gelen genç bir kadınla tanışır. Jadın onun tüm hayatını değiştirecektir. 

Filmde Çölçü’nün babası Ulu rolünü üstlenen Vidadi Hasanov filmin senaryosunu da yazmış.

Çölçü’ye hayat veren Bahruz Vaqıfoğlu (1982), Azerbaycanlı popüler bir tiyatro ve sinema oyuncusu ve yönetmeni. 2002-2003 yıllarında askerliğini tamamladıktan sonra, 2004-2008 arasında, Azerbaycan Devlet Kültür ve Sanat Üniversitesi’nde müzikal tiyatro yönetmenliği okudu. 2003-2005 arasındaJannat halk tiyatrosunda ve sonra da bir yıl Azerbaycan Devlet Akademik Ulusal Dram tiyatrosunda çalıştı. 2006’dan bu yana Azerbaycan Devlet Pandomim Tiyatrosu’nda oyuncu olarak çalışmaktadır. 2009’dan bu yana, tiyatroya paralel olarak yönetmenlik de yapmakta. “Azerbaijanfilm” film stüdyosunca yapılan, aralarında Çölçü’nün de olduğu pek çok filmde oyuncu olarak yer aldı.

1986 Gürcistan doğumlu, filmde Çölçü’yü değiştiren kızı canlandıran Salome Demuria Sokhumi, ilk filmi Chaika (2012) ile Berlin’de en iyi kadın oyuncu ödülüne aday oldu. Kariyerini Çölçü (2012), House of Others (2016) gibi filmlerle düşürmeden sürdürmekte.

29 haziran 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, Samsun Sinema Topluluğu yönetiminden arkadaşımız Resul Guliyev’in sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

Le Jour se Leve /Son Ümit/Gün Ağarıyor (Marcel Carne, 1939)

Fransa, sinemanın doğduğu, en azından halka açık ilk gösterimlerin yapıldığı bir ülke. Dolayısıyla çoğu çnemli sinema akımının da oradan soğması normal. Yeni Dalga, bunlardan en akılda kalanı. Bu akımların en önemlilerinden olan şiirsel herçekçilik, çok daha öncesinde, otuzlu yılların sonu ve kırklı yılların başı gibi çıkmıştı. Akımda başı çekenler Vigo, Renoir ve Carne idi.

Göstereceğimiz film, Le Jour se Leve, döküm işçisi François’nın (Jean Gabin), Valentin adlı yaşlı bir adamı öldürmesiyle gelişen olayları anlatıyor. Ümitsizlik, çıkıisızlık hakimdir filme. Zaman iki büyük savaş arasıdır ve Fransa kötü bir şeyler olacağının beklentisi içindedir. Şiirsel gerçekçiliğin yapısında zaten var olan kadercilik, hayatın bizi yalnızca bu ümitsiz sona götüreceği düşüncesini içerir zaten.

Yani byradakikaramsarlık, yaşanan dönemle de ilgilidir. Fransız sinemasında büyük, epik sahneler, stüdyoda hazırlanır yetenekli ellerce. Bu dekorlar son derece gerçekçidir. Kısa süren bir akımdır şiirsel gerçekçilik, ama ilerideki pek çok akıma etkimiştir. Bu, Meerson gibi tasarımcılar, Jaubert gibi besteciler ve Jacques Prevert fibi yazarlar sayesinde olmuştur.

Geridönüşleri veren ilk film olmasa da, sinema dilinde çok yeni bir yöntem olarak göründüğünden, yapımcılar kafa karışıklığını gidermek için ön-yazı kartları kullanmakta ısrar ettiler. Geçmişin filmde canlı bir şekilde gözümüzün önünde yeniden yaratılmasını sağlar bu. Aynı zamanda baş kahramana da ahlaki bir seçim yapma imkanı.

Fimin yönetmeni Marcel Carne, ümitsizlik içinde bir nesildn olmasından dolayı, refahla dolu 50lerde revaç görmese de Yeni Dalga’yı yaratacak olan Chaiers du Cinema eleştirmenlerince övgüye boğulur. Pek çok seçmede en iyi filmler listesine girer.

Jacques Viot’un bir öyküsünden Jacques Prevert tarafından senaryosu yazılan filmde Jean Gabin (François), Jacqueline Laurent (Françoise), Arletty (Clara) ve Jules Berry (Valentin) başlıca rollerdeler. Film, Fransa’da Haziran 1939’da, Amerika’da da 1940’ta gösterime girdi. Film, 1940’ta Vichy hükümeti tarafından, moral bozucu olduğu gerekçesiyle yasaklandı. Ancak savaş bittiğinde yeniden gösterilebildi.

1947’de RKO The Long Night adıyla yeniden çevrimini yapmak isetyince, film tekrar gündme geldi. Şirket, Fransız filmini haklarını almak ve bulabildikleri her kopyasını yok etmek istiyordu. Bir süre bunda başarılı oldukları ve filmin kayıp olduğu sanıldı, ama film 1950lerde tekrar ortaya çıktı ve sonrasında Carne ve Precert’in Les Enfants du Paradis’le birlikte en iyi çalşmaları olarak anıldı.

Yönetmen Marcel Carne (1906-1996), sinemaya Jacques Feyder’in asisytanı olarak girdi. 25 yaşında ilk filmi Jenny’yi (1936) çekti. Yazar JAcques Prevert, dekorcu Alexande Trauner, besteci Maurice Jaubert ve oyuncu Jean Gabin’le işbirliği yaparak, Fransız sinemasında savaş öncesi şiirsel gerçekçiliğinin büyük yönetmeni haline geldi. Fransa’nın Nazi Almanya’sınca işgali esnasında, Vichy hükümeti baştayken, açık bir Nazi karşıtı film olan Les Enfants du Paradis’ı (1945) çekiyordu. Sonraki filmleri öncekinin başarısını yakalayamadı.

Jacqueline Laurent (1918-2009), şiirsel gerçekçilik dönemi aktrislerindendi. En bilinen filmi buydu.

Arlette-Leonie Bathiat (1898-1992), sinemaya girmeden önce sekreterdi ve pek çok ressama ve fotoğrafçıya modellik etmişti. 920’de sahneye çıktı. Filmlerde 1930’dan sonra yer almaya başladı. 2. Dünya Savaşı’nan sonra, bir Alman subayının sevgilisi olmasından dolayı hapse atıldı. 1963’te neredeyse kör kaldığı bir kaza yaşadı. En önemli filmlerini Marcel Carne yönetiminde çevirdi.

Jules Berry (1883-1951), bu film dışında Les Visiteurs du Soir (1942), Aventure a Paris (1936) filmleriyle tanınan bir aktördü.

22 haziran 2022 Çarşamba akşamı saat 19.00’da, Atakum Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi Çok Amaçlı Salonu’nda, Samsun Sinema Topluluğu yönetiminden arkadaşımız Bülent Sezen’in sunumuyla.

Tüm sinemasever dostları bekleriz.

“Samsun Sinema Topluluğu” için 2 yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir