BİR DURUN

Bi durun! Daha fazla inşaat yapmayın. Para kazanmanın başka yolları da var. Üretime yönelin. Zenginliğe giden yol sadece bir kişinin üç, beş, on eve sahip olması değil. Betona boğulmaya ne kadar mesaklısınız. Hem de koştura koştura. “Yarın beton atmam lazım, bir an önce ruhsatımı verin.” “Şurada da iki karış yer kalmış, orayı da ben kapayım da bir gökdelen dikmenin yoluna bakayım.” Durun ne olur? Bu inşaat sevdası yüzünden sinema, tiyatro binaları, kütüphaneler, insanların iki nefes alacağı bahçeler yıkıldı. Samsun’daki güneydoğudakiyle aynı şiddette bir depremde bu yapı stoğunuzun %40’ının ayakta kalacağı belli değil. Durun!

“Körün gözü açıldığında, kırdığı ilk şey bastonudur.” Sabahattin Ali

BARINMA HAKKI

Bugün akşam TİP genel başkanı Erkan Baş, Candaş Tolga Işık’ın Az Önce Konuştum programında çok güzel, vurucu bir şey söyledi. Barınma hakkının en temel insan haklarında biri olduğundan bahsetti. Oysa bugün gelinen bu vahşi, doymak bilmez ortamda bir insanı geçtim, bir çiftin ömür boyu biriktirdiği paranın insanca yaşayabileceği bir ev almaya yetmediği gerçeğiyle bir kere daha yüz yüze geldim. Böyle bir hakkın Türkiye’deki tek kar unsuru haline getirilmesi gaddarlıktır, vahşiliktir. Ömür boyu çalıştığımız yetmiyormuş gibi, o eve sahip olmak için krediler çekip, emekli olduktan sonra da yıllarca o borcu ödemek durumunda kalıyoruz. Ne için? Sonunda bir depremin vurup elimizden alması için. Herkesin konut edinmesinin önünü açamıyorsanız, her kent için yüzlerle, binlerle ifade edilen boş ev, konut fazlası, yani gereksiz stoğun anlamı ne? Canavarca yeşili katletmenin, üstüne üstlük kot farklarının, yanlış imar uygulamalarının, dengesiz yapılaşmanın neden olduğu, yarattığı düşmanlıklar mutlu mu ediyor sizi? Belediyeye her gün en az iki şikayet geliyor “Vay, bitişik inşaat benim duvarımı yıktı, vay şu perseldeki bina manzaramı kesti, bana niye üç kat, ona yirmi kat?” diye söylene söylenen insanlardan. Samsun olarak biz bir deniz kentiyiz değil mi? Sahile yürüme beş dakikalık mesafedeki Esenevler Mahallesi neden nefes alamıyor? Bitişik nizamdaki yüksek binalara daha eski alçak katlı binaları öldürtmenin anlamı ne? Ve bu gidiş nereye? Çocukluğumun her tarafı bahçelerle dolu Samsun’unu özlemeyeyim de ne yapayım? O incir ağaçları… Şimdi o ağaçların üç misli, beş misli müteahhidimiz var. Hep aynı binaları, birbirine yapıştıra yapıştıra yapan müteahhitler… Bu düzende bir yanlışlık var. İnsanın en temel haklarından biridir barınma ihtiyacı, başta dediğim gibi. O hakkına ulaşmak için tüm bir ömrünü ipotek altına sokmak durumunda bırakılmamalı. İhtiyaç fazlası binalar da kente yüktür. Kalabalık nüfusa değil, nitelikli nüfusa sahip olmaktır asıl mesele. Kentin ihtiyacı olan konut miktarı belirlenerek, verilecek izinler yeni binalara öyle verilmelidir. Naçizane fikrim, bir inşaat mühendisi olarak.

İnşaat mühendisi demişken; bu hırsı o derecede yaygınlaştırdınız ki, daha çok proje almak uğruna fiyatları kırıp mesleğin değerini düşüren arkadaşlarımız fabrikasyon, özensiz, müteahhidin, dahası mimarın isteklerine göre çizimler hesaplamalar yapmaya başladılar. Para hırsınız yüzünden üç kuruşa çalıştırdığınız şantiye şefi meslektaşlarım, hayatlarını idame ettirebilmek için alabildikleri kadar iş almakta ve inşaatları layığıyla kontrol edememekteler. Hesabında daha az demir çıkardığı için müteahhitlerce tercih edilen mühendislerin olduğunu gülerek anlatan yine müteahhitlerin kendileri. Sözüm tüm müteahhitlere değil elbette. İstisnalar ayrı. Ama genel yaklaşım bu.

Lafı fazla uzatmayayım. Ama biraz yavaşlayalım ne olur? Samsun, Samsun olmaktan çıkmasın… Art arda depremler yaşanıyor memlekette. Biz de bir fay hattının yakınındayız…

ÇARESİZLİK

İnsanoğlunun, hele ki şu olmazın olunur kılındığı teknolojik çağda, doğal afetler karşısındaki acizliği, göreni üzdüğü kadar şaşkınlığa boğuyor. Akşamları daha eni depremi yaşamış, onun yıkımını atlatmaya çalışan güzelim şehirlerimizin şimdi de sel afetiyle karşı karşıya kalması nasıl bir kaderdir, daha doğrusu kader midir?

Benim kısa bir zaman zarfında bu türde ikinci bir yazı paylaşmam, elimden başka yapacak bir şey gelmemesindendir. Peki, tüm bir halk olarak, en azından aklımızı başımıza almamız ve neler yapılabileceği üzerine kafa yormamız da mı mümkün değil? Burada amacım politika yapmak değil, kafamı neredeyse delip geçecek düşünceleri paylaşmak. Bu düşüncelere neden olan acının tarifi yok gerçekten. Düşün düşün, içinden çıkamıyor insan. Ama bazı yanlışlıkları da idrak ediyor zamanla.

Sivil toplum örgütleri, odalar yeniden güçlendirilmeli ve eski hakları yeniden geri verilerek asıl vazifelerini yapabilmelerine imkan verilmelidir. Her şeyi özelleştiremezsiniz. “Devletin hantal yapısı” bahane edilerek, mesela inşaatların kontrolünü özel firmalara açmak, sonucu belirsiz bir meseledir. Bunun yerine o özel firmalarda mali yönden çok da iyi olmayan şartlarda çalışan mühendisleri belediyeler bünyesinde istihdam ederek kamu adına çalıştırabiliriz ve böylece yapıların kontrolü anlamında belediyelerin elini güçlendirebiliriz.

Sırf bu da değil, yapılan projelerin eskiden olduğu gibi oda denetiminden de geçirilmesi, bu projelerin çifte kontrolü açısından bir sigorta görevi görecektir. Bu durum müteahhitlerin aceleci tavrına, “Bir an önce ruhsatımı verin! Beton sipariş ettim ben!” feryatlarına rağmen yapılmalıdır hem de. Depremden de ders almamışlarsa daha da hiçbir şey onları kendilerine getirmeyecektir zaten. Beton numunelerinin dayanım testlerinin 28 güne kadar yayıldığı bir ortamda haftada bir tabliye atma yoluna giden müteahhitlerden pek bir umudum olmasa da…

Liyakat, liyakat, liyakat. Artık bu ülkede esas alınacak ilke bu olmalıdır. Her şeyde olduğu gibi müteahhitlik sektöründe de böyle olmalıdır. Aksi takdirde elbette ki müteahhit, “Kardeşim, ben ilkokul mezunuyum. Param var inşaat yapıyorum. Ben mi projesini yaptım? Ben mi denetledim?” der ve kenara çekilir. Daha az demir ve beton çıkaran mühendise götürür projesini. Her kamyondan numune almayacak, hatta mümkünse inşaatın yolunu bilmeyecek denetim firmalarına düşürecektir işi. Evet, düşürecektir diyorum. Çünkü havuz konsepti de bu işi çözmüş değil. İstediği firmaya denk düşene kadar yeniden havuza düşürebiliyor müteahhit firma kendini.

Sivil toplum kuruluşlarından korkulmasın. Bu örgütler (kimi muhalif de olabilir), temelde işlevleriyle devletin işleyişine destektir. Onun yetişemediği yerde organize olur, çözüm getirir. Bu, devlet için bir ayıp ya da eksiklik değildir.

İnsanlarımız şimdi de selden ölüyorlar. Yarın?…

AV

AV adlı kısa filmimi nihayet tamamladık. Filmin yapım süreciyle ve sonrasıyla ilgili süreci yakında paylaşmaya başlayacağım.

The Great McGinty (1940)

Daha yeni izlediğim bir filmi, temayülümün dışında, film kataloğum kısmında değil, burada yazmak istedim. Hollywood’un şaşaalı ’40lı yıllarının ustaları arasındaki Preston Sturges’in yazıp yönettiği The Great McGinty ele alacağım yapım.

The Great McGinty (1940)

Aslında uzun zamandır farklı ülke sinemalarını (tabi bu arada eski Yeşilçam ürünlerini) taramakla meşgul olduğumdan izlemeyi hep ertelediğim bir filmdi The Great McGinty. Hatta Sturges’i tümüyle erteleyip duruyordum desem yalan olmaz. Ama dün şu pandemi hapsinde elime geçince de kayıtsız kalamadım filme ve izlemeye koyuldum. İzledikçe de ne derecede modern ve ta o zamandan günümüze, özellikle de günümüz siyasetine ışık tutmuş bir yapım olduğunu anladım.

Preston Sturges PicturePreston Sturges

Preston Sturges’in hayatı bazı kendi filmlerindeki hikayeleri andırmıyor değil. 1898’de zengin bir ailede dünyaya geliyor. Küçükken, annesinin arkadaşı olan Isadora Duncan’a (Meşhur bir Rus asıllı dansçı)* sahnede yardım ederek yetişiyor. Amerikan Ordusunda 2. Dünya Savaşı’na katılıp dönüyor. Bir süre buluş üretmeyle meşgul oluyor: otomobil, uçak gibi, ama hepsinde başarısız oluyor. Ardından öyküler yazmaya başlıyor ve 1929’da ilk oyunu olan The Guinea Pig’i yazıyor. Oyunlarını sahneye koymada finansal sorun yaşayınca, 1932’de, para kazanmak için Hollywood’a gidiyor. Çok geçmeden sinemanın büyüsüne kapılıp kendi hikayelerini çekmenin araştırmasına girişiyor. İk senaryosu olan .The Great McGinty ‘yi ucuza kapatan Paramount, ona bu şansı veriyor. Filmin başarısı önünü açıyor ve izleyen dört yıl boyunca birbiri ardına başyapıtlar üretiyor. Bu başarıyla bağımsız yapımcılık yapmaya yöneliyor, fakat bu uzun sürmüyor: Bir dizi mali başarısızlık yaşıyor ve işlerini pahalıya çıkaran bir mükemmelliyetçi olarak ün salıyor. Bunun üzerine Fransa’ya geçip, son filmi, Les carnets du Major Thompson (1955)’ı yapıyor. 1959’da da New York’ta ölüyor.

Brian Donlevy, Muriel Angelus, and Akim Tamiroff in The Great McGinty (1940)

Filin konusu kısaca şöyle: Geriye dönüşlerle anlatılan, depresyon dönemi fırsatçılarından Dan McGinty’nin (Brian Donlevy) hayatı, şehrin politika makinesi tarafından bir oy hilesinde kullanıldığında yön değiştirir. Siyasiler için her seferinde kendine verdikleri görevi başaran Dan’in ideal bir Belediye Başkanı adayı olduğuna karar verir ve hatta ona bir eş bulurlar. Catherine (Muriel Angelus) adlı onurlu bir kadınla yaptığı evlilik, zamanla doğruları görmesine ve siyasetteki kariyerinin bitmesine neden olur.

Catherine ve Dan arasında şöyle bir diyalog geçer:

Brian Donlevy and Muriel Angelus in The Great McGinty (1940)

C: Sen sadece zor bir adamsın. Yanlış biri değilsin. diğer tarafta olsaydın, aynen bu taraftaki gibi, zoru seçerdin.

D: Alçak biri olduğumu mu söylüyorsun?

C: Özellikle söylemeye çalıştığım bir şey yok. Sadece halk için bir şeyler yapabileceğin bütün güç ve fırsatlar elindeyken onları sarsmaktan fazlasını yapmamandan bahsediyorum. Bir şeyler boşa gidiyor gibi. Denegsiz. Anlıyor musun?

D: Ne yapmaya çalışıyorsun, beni dönüştürmeye mi?

C: Öylesine konuşuyorum.

D: Çalışma şartlarının kötülüğü ve çocuk işçiler hakkında çok şey duydum. Ve fakirlerin içinde yaşadıkları harabeler. İstesem de bunlar hakkında bir şey yapamam, tatlım.

C: Bunlar onun üzerine çalıştığı insanlar.

D: bunlar beni başa getirenler. işlerin nasıl yürüdüğünü görmelisin.

C: Yapabiseydin yapacağını söylüyorsun yani?

D: Ne?

C: Konutlar hakkında belki…

D: Neden? Orada yaşayan akraban falan mı var?

C: Olmadığını biliyorsun.

D: Bilmez misin, o insanlar kendi hallerinde bırakılmak ister. Kirli kalmak. Etraflarında dolanan insanlar istemezler. Onlara bir küvet ver, içine kömür koyarlar. Anlaman gerekiyor, tatlım.  Kimse partiyi yıkacak denli güçlü değildir, ne kadar karısını mutlu etmek istese de.

C: Bir gün yeterince güçlü olacaksın Dan. O zaman tüm bu pislikleri, üç kağıtçıları ve hırsız siyasetçileri temizleyeceksin.

….

D: Ben bir eyaletin belediye başkanıyım sen de başkanın eşisin. Bu sana yetmiyor mu? Bununla yetinemez miyiz? başkan olmak kolay değil.

 

Aradan zaman geçer ve McGinty valiliği de alır. Artık yeterince güçlüdür. Valiliğe geldiği ilk gün, onu siyasete taşıyan The Boss lakaplı kirli politikacı (muhteşem Akim Tamiroff) onu ziyarete gelir.

The Great McGinty (1940) – Lasso The Movies

T: (valilik binası için) Burası harap bir yer.

D: Öyle mi?

T: Saçma. Yollar mesela… Berbat haldeler. Savaş çıkarsa, onların insafına kaldık! Tümüyle yeni bir karayolu sistemi gerek.

D: Düşman buraya nasıl gelecek ki?

T: Nereden bileyim? General miyim ben? Sonra yeni bir su dağıtım sistemi gerekli. Bir kanal ve… Bak bunun için beni öpersin; yeni bir baraj!

D: Öyle mi?

T: İfadenden, ir barajın ne olduğunu bilmediğin anlaşılıyor. Barajın içine su konulan bir şey olduğunu sanıyorsun. Baraj içine bir yığın beton doldurduğun şeydir. Ve ne kadar doldurduğunun da önemi yoktur. Her zaman daha fazlasına yer vardır. Hem, bittiğinden korktuğun anda, içinde bir çatlak bulabilir ve oraya daha fazla beton atarsın. Harika!

C: Eski barajın nesi var?

D: İçinde çatlak var dedim ya… Peki, hemen şimdi, çiftçiler bakadururken, bu hoş, küçük kongre binasıyla başlayabiliriz. Beyaz mermerle kaplarız belki. Belki de pembe hoşuna gider.

D: Neden yenilenmiş bir kongre binasına ihtiyacımız olsun ki?

T: Çünkü elimizdeki bina dökülüyor. Bak, güvenli değil.

D: Bana yeterince güvenli görünüyor. Burada çalışacak olan benim.

T: Bu sabah ters tarafından kalkmış gibisin ha, Dan?

D: Evet.

T: Ne demeye çalışıyorsun Allah aşkına?

D: Bak… Bir baraj olmayacak. Halkın ihtiyaç duymadığı köprüler, binalar olmayacak artık.

T: Halk? Hasta falan mısın sen.

D: Ben iyiyim.

T: O halde ne yapmaya çalışıyorsun seni kancık dolandırıcı, seni buraya taşımak için 400 bin dolar harcamışken ben?

D: Bunu biliyorum. İşte kasanın anahtarı. Sana maaşımın kalanını da vereceğim.

T: Hangi maaşının kalanını? Burada daha ne kadar kalacağını sanıyorsun?

D: Burada ne kadar kalacağımı kesinlikle biliyorum.

T: Bildiğini sanıyorsun, seni zavallı züppe.

D: Ben ne yaptığımı biliyorum. Bunu uzun zamandır kurmaktaydım. Önce bir çocuk işçi kanunu yapacağım, sonra da çalışma şartları kötü olan işletmeleri kapatacağım, sonra gecekonduları yasaklayacağım.

T: Sen çocuk işçiler hakkında ne bilirsin ki? Kötü işletme dediğin şeyi dahi görmedin. Şu gecekondu meselesi de ne oluyor? Kim kafana sokuyor bunları?

 

Neticede bir kavgaya tutuşurlar ve ikisi de önce hapse düşer ve önceden yaptıkları kirli işler bir bir ortaya çıkar.

Yukarıdaki diyalogları okuduğunuzda günümüz siyasetinden bir şeyler çağrışım yapmıyor mu kafanızda?

Cockeyed Caravan: Underrated Movie #94: The Great McGinty

The Great McGinty, 1941’de En İyi Orjinal Senaryo Oscarı aldı. preston Sturges, sonraki filmlerinde en az bunun kadar başarılı işler çıkarmasına rağmen, Oscar’a aday bile gösterilmedi, muhalif tavrı nedeniyle.

The Great Mcginty Cast and Crew | TV Guide

McGinty’yi oynayan Brian Donlevy   (1901-1972), sinemadaki oyunculuk kariyerine 1923’te başlamış ve neredeyse ölünceye dek perdede görünmüştür.  İrikıyım, yakışıklı fiziğiyle özellikle kara film türünün aranan oyuncuları arasına girmiş olan aktör, 1939 yapımı Beau Geste filmindeki rolüyle En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ını alınca kariyeri hızlanmaya başlamıştı. Önemli filmleri arasında The Glass Key (1942), Hangman Also Die! (1943), Kiss of Death (1947), Quatermass serisi (1957) sayılabilir.

Muriel Angelus Picture

Muriel Angelus (1909-2004), güzel bir yıldız olmasına rağmen kariyeri kısa süren bir sanatçı. 928’de sinemaya girmiş ve 18 filmde yer almış. The Great McGinty son filmi ve en büyük başarısı.

The Boss | Preston Sturges Wiki | Fandom

Filmin yoz siyasetçisini canlandıran müthiş Rus asıllı aktör Akim Tamiroff(1899-1972), Rusya’da tiyatro eğitimi almış, Stanislavski’nin öğrencilerinden. 1920’de New York’a gelip tiyatro yapmaya başlıyor ve 1932’de Hollywood’a gelerek ilk filmi olan Okay America! (1932)’da görünüyor. Aktör iinde TV filmlerinin de bulunduğu 157 yapımda görünmüş. yer aldığı önemli filmler arasında The Scarlet Empree (1934), The Merry Widow (1934), The Story of Louis Pasteur (1936), The General Died at Dawn (1936), Reap the Wid Wind (1942), Five Graves to Cairo (1943), For Whom the Bells Toll? (1943), Romanoff and Juliet (1961), The Trial (1962), Topkapı (1964) gibi yapımlar var.

 

Angela Isadora Duncan (May 27, 1877 – September 14, 1927 ...    Meşhur dansçı Duncan ve

13 Şubat 1967: Şair Füruğ Ferruhzad hayatını kaybetti - Çatlak Zemin

İarnlı şair ve yönetmen Füruğ.

  • Isadora Duncan, ayrı bir yazının konusu. Çünkü çok sevdiğim İranlı kadın şair Füruğ Ferruhzad’la ortak bir yönleri var: Ölüm şekilleri. İkisi de genç yaşta, arabalarıyla seyahat ederken, eşarplarının tekerleğe dolanmasıyla boyunları kırılarak ölüyorlar!

SAMSUN SİNEMA TOPLULUĞU olarak ilk sanatçı katılımlı gösterimimizi gerçekleştirdik.

Ülkemizde alternatif film izleme grupları giderek çoğalmakta. Buradaki amaç, topluluk halinde film izleme ve tartışma kültürü oluşturmak ve yaygınlaştırmak öncelikle. Bu topluluklardan bazıları Başka Sinema gibi kurumlarla anlaşıp, kendi kentlerindeki sinemalardan edindikleri seanslarda bu kurumlardan edindikleri filmlerin tek seanslık gösterimlerini yapıyor, bazıları da beledilerin sağladığı olanaklarla bu gösterimleri gerçekleştiriyor. Kars, Lüleburgaz gibi sinema toplulukları ile biz de bağlarımızı sıkı tutarak bir dayanışma içine girmeyi planlıyoruz.

Samsun Sinema Topluluğu ise bundan iki buçuk yıl kadar önce küçük bir sinemasever grubunun bira araya gelmesiyle kuruldu. Önce kafelerde film göstermeye başlayan topluluk, 2019 Kasım ayından bu yana programlarını Atakum Belediyesi’nin sağladığı sinema salonunda gerçekleştiriyor. Burada yaptığımız şey, o günün filmini öneren arkadaşımızın filmi sunuşu, filmin gösterimi ve sonrasında da film üzerine tartışma, filmi çözümleme şeklinde ilerliyor. Kurulduğu günden bu yana (iki aylık taşınma molası ve şu anda verilen mecburi Coronavirus tatili hariç) düzenli olarak film göstermekte, sinemayla ilgili insanların birbiriyle tanışmasını, kaynaşmasını sağlamakta.

Şu anda üye sayısı sekiz yüze dayanan topluluk, faaliyetlerini ücretsiz gerçekleştiriyor ve yine ücretsiz dağıtılan bir sinema dergisi olan SineSamsun’u çıkartıyor. Üye yelpazemiz çok geniş; noterinden doktoruna, öğrencisinden öğretmenine, psikoloğundan işçisine kadar her türlü meslekten katılımcımız var ve bu da bizi çok zenginleştiriyor.

Topluluğun kente bir diğer faydası da kentte birbirlerinden habersiz film yapmaya uğraşan onlarca kısa filmciyi bir çatı altında toplaması oldu. Kimi gösterimlerimizi onlara ayırıyor ve kendilerini ifade etmelerini sağlıyoruz. Kooperatif benzeri bir oluşumla belki bu gençlere ileride malzeme sağlama, daha iyi filmler yapmalarına yardımcı olma gibi hayallerimiz var.

Topluluk olarak uzun zamandır düşlediğimiz şeyi nihayet hayata geçirerek ilk yönetmen ve oyuncu katılımlı gösterimimizi yaptık geçtiğimiz Çarşamba (11 Mart). Bu anlamdaki ilk etkinliğimizdi ve iki gün kentimizde misafir ettiğimiz yönetmen Vuslat Saraçoğlu ve oyuncu Serdar Orçin’in de katıldığı ve seyircilerle güzel bir söyleşi gerçekleştirdikleri akşamda onların Borç (2018) filmlerini gösterdik.

İyi bir katılım oldu. Yüz kişilik salonumuzu her gösterimde yarı yarıya dolduruyorken bu defa salon kapasitesinin neredeyse iki katı izleyici geldi ve beklediğimin çok üzerindeki bir kalitedeydi sorulan sorular. Soru-cevap faaliyeti yaklaşık iki saat sürdü.

 

Borç, Vuslat Saraçoğlu’nun senaryosunu yazdığı ve yönettiği, başrollerinde Serdar Orçin, İpek Türktan Kaynak, Rüçhan Çalışkur gibi oyuncuların yer aldığı bir yapımdı. Film, 37. Uluslararası İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma kategorisinde ‘En İyi Film’ ödülüne, 8. Malatya Film Festivali’nde ise ‘Lütfi Akad En İyi İlk Film’ ödülüne layık görülmüştü. Ayrıca film, 6. Boğaziçi Film Festivali’nde ‘En İyi Kadın Oyuncu’ (İpek Türktan) ve ‘En İyi Kurgu’ (Naim Kanat) ödüllerinin de sahibi oldu.

 

İŞÇİ FİLMLERİ FESTİVALİ SAMSUN AYAĞI

Samsun Sinema Topluluğu olarak Samsun paydaşlarından olduğumuz Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nin sadece üç günlük bir kısmının (maddi sorunlar nedeniyle) gösterilebildiği Samsun ayağını tamamladık. Gösterilen filmlere ilgi iyiydi. Ortalama 40 seyirciyi yakaladık her seansta. Bize salon ve reklam anlamında olanak sağlayan Atakum Belediyesi’ne ayrıca teşekkürler.

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ

38. İstanbul Film Festivali

Bu yıl 38ncisi yapılmakta olan İstanbul Film Festivali’ne İzmir Kitap Fuarı’nda kitabım olduğu için birkaç gün geç katılabildim. Doğrusu bahar başlangıcı için biraz yağmurlu ve serin giden havalara iyi bir seçenek sunuyor festivalin salonları. Bu salonların dağınık olmaları, festivalin en başta gelen dezavantajı. Zira Fransız Kültür’den Nişantaşı’ndaki Cinemaximum City’s’e atlayan ve yolu hesaba katmayan bir program yapmışsanız, arada kaçırdığınız seanslar olabiliyor. İlk gün Paterloo’yu kaçırmam gibi. Bunun dışında, etkinlikler geçtiğimiz yıllarda daha yoğundu sanki, eğer bu da dezavantajlardan sayılabilirse. Ama İFF, İFF’dir yine de ve gördüğüm kadarıyla seanslardaki doluluk oranı hiç de azımsanacak gibi değildi.

Görebildiğim filmler şunlardı:

In Fabric/Lanetli Kumaş (Peter Strickland)’ta, daha önce Berberian Sound Studio ve Burgundy Dükü filmlerini gördüğüm ve klasik bazı film türlerine saygı duruşu niteliğindeki kendine özgü anlatım tarzı ile beni kendine çeken yetenekli yönetmen, bu defa İtalyan giallo ve korku filmlerini baz alarak, Argento’nun kırmızı dehşeti ile Bava’nın grotesk açılarından da yoğun bir şekilde faydalanıp, ortaya nevi şahsına münhasır bir film koymuş. Bunu yaparken de günümüz tüketim toplumunu alabildiğine eleştirmekten de geri durmamış. Lanetli, katil elbisenin cinayetleri sizi zaman zaman gülümsetse de o gerilime kapılıp gitmekten kendinizi alamıyorsunuz. Filmin her anı simgesel öğelerle dolu. En belirgini, bir Yunan lokantasındaki ilk randevu sahnesi mesela. Adamın adı Adonis; Yunan mitolojisinde erkek güzelliğinin simgesi olan bir tanrı bu Adonis. Neticede ustaca yazılıp detaylandırılmış, seyri çılgın bir deneyim olan, iyi bir seyirlik Lanetli Kumaş.

L’Heure de la Sortie / Okul Çıkışı (Sebastien Marnier): Film, Christophe Duffosé’nin aynı adlı romanından perdeye uyarlanmış. Gerilimi her daim ayakta tutan yapısıyla merak uyandırsa da, bu kıyamet senaryosu, film bittiğinde pek çok karşılıksız soru bırakıyor kafada. Dünyanın sonuna takılı kalmış ortaokul çağında çocuklar, en son gerçekleştirmeyi planladıkları intihar boyutunda eylemi haklı kılmak için derledikleri görüntüler, birbirlerine yaptıkları ölümcül işkenceler ve onları takip ederken insanlıktan çıkıp deliren, hatta intihar eden öğretmenler. Neden? Neden? Bir sürü nedeni yanıtsız, havada bırakarak bitiyor film ve sizi de çaresiz, öylece ortada bırakıveriyor.

To the Ends of the World / Dünyanın Sınırında (Guillaume Nicloux), Çinhindi’ndeki savaş ortamında geçen bir tür imkansız aşk, bir Romeo ve Jülyet çeşitlemesi gibi. Uzun zamandır perdede izlemediğimiz Gerard Depardieu’yü tekrar izlemek hoş olsa da, Coppola’nın Kıyamet’ini anımsatan yapısına rağmen oldukça ağır ilerliyor ve insanı zorluyor film. Yine de yönetmenin ve ekibinin sergilediği teknik ustalık saygıyı hak ediyor.

Monsters / Canavarlar (Marius Olteanu): Yepyeni bir Romanya filmi izlemek açısından ilginçti film. Filmin yönetmeni ve senaristi olan Olteanu hoşgörüsüzlüğü, iletişimsizliği bir çiftin 24 saati içinde vermeye çalışıyor ve bunu büyük oranda da başarıyor. Lakin film fazlasıyla konuşkan ve bu durum zaman zaman sarkmalara yol açıyor. Bazı sahnelerin gereksiz olduğu hissine kapılıyorsunuz.

Jumpman/Gözü Kara (Ivan I. Tverdovsky): Yapım, bir nevi süper kahraman ya da üstün özellikli insan filmi. Filmde annesi tarafından bir yetimhaneye terk edilen Denis’in hikayesi anlatılıyor. Denis, kolay kolay yara bere almamaktadır, neredeyse ölümsüzdür. Yıllar sonra pişman olup onu yetimhaneden kaçıran annesi, onun bu özelliğini paraya çevirmenin yolunu bulur. Zengin arabalarının önüne atlayıp kendisine çarpmalarını sağlayacak ve adamları soyacaklardır! Yönetmen bu tür konuları seviyor. Daha önceki Zoology adlı filminde de kuyruklu bir kadın vardı. Çocuğun çevresindeki her katmandan insanın çocuğun bu özelliğinden faydalanması, gelir elde etmesi üzerinden günümüz toplumuna da açık bir eleştiri getirildiği söylenebilir. Filmdeki tüm oyuncular, ama özellikle Denis’i oynayan genç oyuncu, harika.

This Changes Everything/Bu Her Şeyi Değiştirir (Tom Donahue): Bu hem eğlenceli hem de düşündürücü belgesel, Hollywood özelinde tüm dünyada kadın yönetmen ve oyunculara uygulanan ayrımcılığı belgeleriyle gözler önüne sererken, sinemanın emekleme yıllarında büyük ağırlığa sahip kadın sinema çalışanlarının sayılarının, bu sanat sektör haline gelip para kazandırdıkça nasıl azalıp günümüzdeki seviyeye geldiğini vurucu bir dille anlatıyor. Geena Davis’ten Meryl Streep’e, Reese Witherspoon’dan Natalie Portman’a kadar onlarca kadın yönetmen, yapımcı ve aktris, hem kendilerine uygulanan tacizleri, hem de sinemada nasıl ikinci derecede kalmaya zorlandıklarını büyük bir açık yüreklilikle anlatıyorlar.

God Exists, Her Name is Petrunia (Teona Strugar Mitevska), Kuzey Makedonya, Belçika, Slovenya, Fransa, Sırbistan ortak yapımı olup, Berlin’de yarıştığından bu yana kendinden bahsettiriyordu. Otuzlu yaşlarda, “evde kalmış”, kendinden adeta nefret eden kilolu bir kız olan Petrunia, hayattan iyice yıldığı bir anda, çok da bilinçli olmaksızın denk geldiği bir Teofanya bayramı ayininde denize atılan haçı bulmak için suya dalan onlarca gençle birlikte denize atlar ve haçı bulur. Haçın iyi şans getireceğine inanılır ve gelenekte bu işi yalnızca erkekler yapar. Bu durum tüm kasabayı kızdırır. Bir kadının gelenekleri yıkıp erkeklerin önüne geçmesi olacak şey midir? Petrunia tüm zorlamalara rağmen haçı vermemeye kararlıdır. Zorica Nusheva, Petrunia rolünde harikalar yaratırken, altıncı uzun metrajını çeken kadın yönetmen Teona Strugar Mitevska da hikayeye hakkını veren bir yönetmenlik sergilemiş.

Murder Me, Monster (Alejandro Fadel), 2018’de Cannes’da dikkat çekmiş, ilginç bir Güney Amerika korkusu olarak hayli etkileyici. Deneyimli yönetmen Fadel, esas canavar içimizde misali bir yaklaşımla seyircinin kendi korkularıyla yüzleşmesine yardımcı oluyor. Canavarı tümden görmek seyircinin ona acımaya başlamasına neden oluyor.

Talking About Trees (Suhaib Gasmelbari), Berlin’den ödüllü, sıcak bir belgesel. Yönetmen, bazıları zamanında ülkenin önemli yönetmenleri olan yaklaşık elli yıllık dost dört adamın kurdukları Sudan Sinema Kulübü bünyesindeki mücadelelerini anlatıyor. İdealist ve o derece insancıllar ki yaptıkları tüm faaliyetleri ücretsiz gerçekleştiriyorlar. Eski filmleri toplayarak bir arşiv kurmak, artık kapalı durumdaki metruk sinema salonlarını yeniden diriltmek hayalindeler. Bu dört ihtiyarın kimi zaman komik, kimi zaman hüzünlü mücadeleleri seyirciyi kolayca avucunun içine alıyor.

The Waiter (Steve Krikris), oyunculuk ve reklamdan gelen yönetmenin üzerinde yedi yıl uğraştığı ilk uzun metrajı. Bu Yunan filmi, takıntılı, yalnız yaşayan bir garsonun yaşadığı tuhaf macerayı ele alıyor. Kırklı yaşlarda, kendi dünyasında yaşayan garson Renos’un rutini, komşusunun ortadan kaybolmasıyla bozuluyor. Sürprizli hikayesiyle insanı sarsan güzel bir kara film örneği olmuş.

Shadow (Zhang Yimou), yönetmeninn bu başta yeni bir Kaplan ve Ejderha vakası mı dedirten, yine aynı kılıç dövüşü türüne girmekle beraber, aslında hayli farklı yapıda bir film. Muhtelif festivallerden şimdilik 11 ödül toplamış olan Çin, Hong Kong yapımında bir kumandan, Kralın tahtını kurtarmak için kendisine benzeyen bir “gölge kumandan” yetiştiriyor. Ancak hedefine sadık kalması için de onu hep ailesiyle ödüllendireceğini söylüyor. Tablo gibi görüntüleri ve bale benzeri enfes dövüş kareografilerinin dışında usta işi bir kurguyla ilerleyen hikaye, usta yönetmenin hayranlarını yanıltmıyor.

The Man Who Surprises Everyone (Natasha Merkulova & Aleksey Chupov): Rusya, Fransa, Estonya ortak yapımı film, katıldığı festivallerden on üç ödülle dönmüş. Artık son evresine girdiği kanser hastalığından dolayı iki aylık ömrü kaldığını öğrenen Igor, gerçeği kabullenip kendini salar önce, ama karısının ısrarıyla tedavi yolları aramaya başlar. Son çare olarak gittikleri şifacı ona Azraili aldatmak için kılık değiştiren ördekten bahseder. Bundan etkilenir ve Azraili aldatmak için büyük bedeller pahasına kadın kılığına girer Igor. Filmin neredeyse hiç müzik kullanmaksızın dramı aktarışına hayran kaldım doğrusu. Her bir oyuncu görevini başarıyla yerine getiriyor.

Görülmüştür (Serhat Karaaslan): Bir cezaevinde mahkum mektuplarını okuyup sansürleyen Zakir, bir yandan da yazarlık kursuna gider. Kurstaki bir ödev gereği sansürlediği mektuplardan birinden çıkan, mahkumlardan Recep ve karısı Selma’ya ait bir resmi alır. Bu resim onda takıntıya dönüşecektir. Başrol oyuncusu Berkay Ateş’in televizyon yıldızı oluşu beni başta uzak tuttu filmden, ama oyuncu rolün altından başarıyla kalkmış, hem de dizideki tiklerinden sıyrılarak! Ama en güzeli, uzun zamandır seyrine hasret kaldığımız Füsun Demirel’i görmekti. İyi, sürprizli bir yapımdı.

Kızkardeşler (Emin Alper): Bu filmi yönetmenin Tepenin Ardı’ndan bu yana merakla bekliyorduk. Almanya, Hollanda ve Yunanistan’ın da ortak yapımcı olduğu film, farklı yaşlardaki üç kız kardeşin kasabaya besleme olarak gönderilip, orada tutunamayarak geri gelmelerini, yine de tekrar kasabaya dönmek için taşıdıkları hırsı yansıtışlarını yetkin bir dille anlatıyor. Güçlü oyunculuklar ve başarılı mizansenle destekli filmin Emin Alper’i de aktör olarak göstermesi güzel bir sürprizdi.

Decembers (Enrique Castro Rios): Alçakgönüllü bir yönetmenle tanışmış olmak büyük bir keyifti. Aslen belgeselci olan ve filmi destekleyen belgesel görüntülerle de bunu bize sık sık hatırlatan yönetmen, bize ABD’nin 1989’daki Panama işgalini ve o işgalde ölen bir gazetecini ruhunun on yıl sonra geri dönerek aile arasındaki huzursuzlukları çözmeye çalışmasını öykülüyor. Bunu yaparken öyle incelikli bir sinema kullanıyor ki yönetmen, sizi alıp o diyarlara götürüyor. Özellikle tüm bir olayı özetleyen yatak odası sekansı beni adeta vurdu. Kadın kilise için hazırlanırken kendi gençliği, oğlunun küçüklüğü ve oğlunun büyük hali aynı odadadır. Anlatılmaz, yaşanır denebilecek bir sahne doğrusu.

Suç Unsuru (Süleyman Arda Eminçe): Bir ilk film. Başından geçen trajikomik bir olayı temel alan film, tek mekanda geçmesine rağmen burayı iyi, ekonomik kullanabilen, alçak gönüllü bir yapım. Küfür kullanmaksızın da güldürmenin mümkün olduğunu kanıtlıyor yapım. Aynı evi paylaşan iki arkadaş, bir sabah evleri polis tarafından basılınca ne olduğunu şaşırır. Komiser Baran ve ekibi, aldıkları emir doğrultusunda, evlerinde suç unsuru arayacaklardır. Fakat bu unsurun ne olduğunu iki taraf da bilmez. Genç oyuncular üzerlerine düşeni yaparken, Komiser Baran rolündeki, dizilerdeki şaşkın komik rollerine alıştığımız Bülent Çolak, dram da içeren oyunuyla şaşırtıyor.

Aden (Barış Atay): Oyunculuktan gelip ve 2015 yapımı olan Eksik ile yönetmenliğe başlayan Barış Atay’ın, Onur Orhan’ın senaryosundan çektiği bir kıyamet sonrası filmi. Bizde hiç örneği olmayan bir türü denemiş yönetmen. Dişi olanı hamile olan bir çift, yıkıma uğramış bir dünyada yaşanabilir bir yerleşke, “cennet” aramaktadır. Yolları sırlarla dolu, bir nevi iktidar mücadelesi veren iki kardeşin kaldığı bir eve düşer. Dini referanslarla ilerleyen hayli ilginç yapısıyla, oyunculuklardaki çok da göze batmayan zayıflıklar ve kıyafetlerin yıpranmamış, tertemiz görüntüsüne rağmen kendini izlettiriyor film. Belli bir gerilim duygusu içerdiğini de kabul etmeliyim.

Son Çıkış (Ramin Matin): Yarışma dışı gösterilen bir kara komediydi. Bezgin bir mimar büyük şehrin debdebesinden bunalıp, İstanbul’dan müthiş bir ortam olacağını düşündüğü, güneydeki organik tarım yapan bir komüne gitmek üzere, havaalanına doğru yola çıkar. Plansız kentsel dönüşümle betona boğulan bir İstanbul semtinde meteliksiz ve telefonsuz kalarak kapana kısılır. Nihayet komüne ulaştığında da karşılaştığı hayal kırıklığıdır. Çıkışsızlık temalı, yine küfre dayanmamasıyla sempati toplayan komedi, Türkiye’deki plansız inşaat endüstrisine de ince eleştiriler getiriyor.

Sınır/Border (Ali Abbasi): Let the Right One In (Tomas Alfredson, 20018) filminin uyarlandığı tuhaf vampir romanının yazarı John Ajvide Lindqvist’in bu defa iki trolün ilginç aşkını anlattığı romanıyla bu filme konu oluyor. Şüphelendiği, kendi cinsinden olduğu için de ayrıca ilgi duyduğu adamı kafaya takan sınır polisi trol Tina, öğrendiği sırların ardından aşkıyla görevinin arasında kalır. Yapım “Nordik kara film” olarak tanımlanıyor. Shelley (2016) ile dikkat çeken yönetmen Ali Abbasi, bu filmle En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı Oscarı’na aday olmuş, Cannes’da da Belirli Bir Bakış Ödülü almıştı.

Adaletsiz/Dragged Across Concrete (S. Craig Zahler): Bone Tomahawk (2015) adlı ilk filmiyle festivallerde ilgi gören, övgü alan western roman ve senaryoları yazmış yönetmenin ikinci filmi. Yönetmen, senaryosunu da yazdığı bu bir nevi modern westernde, görevden uzaklaştırılan çaresiz iki polisin bir vurgun yapma çabalarını anlatıyor. Kadroda Mel Gibson, Vince Vaughin, Don Johnson, Udo Kier gibi usta, yıldız isimler var. Zaman geçirtiyor ve kimi anları ilginç. Bir Heat (Michael Mann, 1995) değil elbette.

Nebula/Dead Horse Nebula (Tarık Aktaş): Yönetmenin ilk uzun metrajı. Senaryoyu da kendi yazmış. Deneysel bir yapısı olduğu söylenebilecek film herkese hitap etmemekle birlikte, 2018’de Locarno’da Gelecek Vaat Eden En İyi Yönetmen Ödülü almıştı. Küçükken açık arazide bir at ölüsü bulan Hay, o günkü deneyiminden çok etkilenir ve yıllar sonra yaşadığı bir kurban olayı geçmişte yaşadığı bu çocukluk anısının tekrar canlanmasına neden olur.

Festival boyunca izlediğim filmlerin dökümü burada sona eriyor. Festival sonunda 16 Nisan Salı gecesi Rahmi Koç Müzesi’nde gerçekleşen ödül töreni hayli kalabalık ve eğlenceliydi. Yaşanan kimi aksaklıklar, İFF törenlerinin değişmez konuğu kara kedinin sunuculardan rol çalması, gecenin nazarlığı oldu. 52 filmin yarıştığı festivalin galipleri şöyleydi:

Uluslararası Yarışma:

Başkanlığını usta yönetmen Lynne Ramsay’in üstlendiği jürinin takdiriyle:

Altın Lale: Bolsae / House of Hummingbird / Sinekkuşu (Bora Kim), “inceliği, güzelliği, duygusal etkisi ve yetkinliğiyle genç bir kızın dünyadaki yerini ve yaşamında bir pırıltı bulma çabasını çok güzel çizdiği için” aldı. Kore yapımı filmin kadın yönetmeni Kim, oldukça heyecanlıydı. Ülkesinde kadın yönetmenlerin film çekmesinin önündeki engellerden bahsetti ve aldığı ödülün belki bu engelleri yıkmada bir adım olacağını söyledi.

Jüri Özel Ödülü: Talking About Trees / Ağaçlardan Bahsetmek (Suhaib Gasmelbari), “başarısızlıklar bazen öyle büyük olur ki umut yeşermek zorundadır; ‘dehşete dair suskunluğu ima ettiği için ağaçlardan bahsetmenin neredeyse suç sayıldığı bir dönem’” gerekçesiyle aldı. Bu filmden önceki yazımda övgüyle bahsetmiştim. Yönetmeninin ve birbirinden heyecanlı oyuncularının törende olmalarını çok isterdim, ama gelememişlerdi.

Ulusal Yarışma:

Başkanlığını Ümit Ünal’ın üstlendiği jüri, yarışan 9 filmi değerlendirdi.

Altın Lale: Kız Kardeşler / A Tale of Three Sisters (Emin Alper), hakkıyla aldı. Bu filmden de daha önce bahsetmiştim. Film yurt dışında da ilgi görüyor. Emin Alper’in destek sağlamak için çektiği zorluklar biliniyor. Bu filmle ilk filmini kat kat aştığı da bir gerçek. En İyi Yönetmen, En İyi Özgün Müzik (Giorgos ve Nikos Papaioannou) ve En İyi Kadın Oyuncu Ödülleri de Kız Kardeşler’e gitti. Hatta kadın oyuncu ödülünü kız kardeşlerin üçü (Cemre Ebüzziya, Ece Yüksel ve Helin Kandemir) paylaştılar.

Jüri Özel Ödülü: Yuva (Emre Yeksan) aldı. Adana Film Festivali üzerine olan yazımda bu filmden detaylıca bahsetmiştim. Hakikaten zor şartlar altında çekilmiş, farklı hikayesiyle de insanı yakalayan bir yapım. Yuva, En İyi Erkek Oyuncu (Kutay Sandıkçı) ve En İyi Görüntü Yönetmeni (Jakub Giza) ödüllerini de aldı.

En İyi Senaryo: Görülmüştür (Serhat Karaslan) filmi aldı. Daha önce ele aldığım film, aslında basit bir konuyu ele alma şekliyle evrensele taşımayı başarıyordu ve sinemamızda pek girilmeyen, hapishanelerin mektup sansüründe çalışan memurlarına değiniyordu. Film, En İyi Kurgu ödülünü de (Ali Aga) aldı.

Mansiyon: Aden (Barış Atay)

Ulusal Kısa Film Yarışması:

En İyi Kısa Film: Avarya (Gökalp Gönen) filmi, “kuvvetli atmosferi ve yarattığı özgün karakterler sebebiyle” aldı.

Ulusal Belgesel Yarışması:

En İyi Belgesel: Tanrı Göçmen Çocukları Sever mi Anne? (Lusin Bitmez), “yerinden olan bireylerin karşılaştığı zorlukları göze batmayan bir bakış açısı ve beceriyle işlediği; saygıyı eksik etmeyen sıcak bir yaklaşımla, geleceğe umutla uzanarak çocuklar ve ailelerine odaklanıp geniş toplumun ufak bir evrenini çizdiği için” bu ödülü aldı.

Sinemada İnsan Hakları Ödülü:

Ödül: “Şiirsel olmakla birlikte aynı zamanda insanı düşünmeye sevk edebildiği için” Enrique Castro Ríos’ın yönettiği Diciembres / Decembers / Aralık’ta filmine verildi. Bu filmi önceki yazımda ele almış ve çok etkilendiğimi belirtmiştim.

Mansiyon: #Female Pleasure / #Dişil Haz (Barbara Miller)

Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü:

Ödül: Nebula (Tarık Aktaş)

FIPRESCI Ödülleri:

Uluslararası Yarışma: Talking About Trees / Ağaçlardan Bahsetmek (Suhaib Gasmelbari)

Ulusal Yarışma: Kız Kardeşler (Emin Alper)

Ulusal Kısa Film Yarışması: Gümüş (Deniz Telek)

GÖLGENİ ARDINA AL Ana Karakterler

ELÇİN BEG VAHAPZADE

Azeri. 70’ine dayanmış, formuna dikkat eden, zarif bir adam. İncecik, yüz hatlarına son derece uyumlu bıyığı ve her zaman traşlı, temiz cildiyle yaşına göre bayağı yakışıklı, esmer biri. Saçları yer yer kırlaşmış, ama dökülmemiştir. Sürekli şık takım elbiselerle, boyalı, ışıl ışıl ayakkabılarıyla gezer. Yakasına karanfil takar. Boynunda ölen eşine ait bir kolye, cebinde de içinde onun resminin olduğu bir tabaka taşır. Silahını da yanından ayırmaz, çünkü hasmı çoktur.  Şebekenin yurt dışı ilişkilerinde uzun yıllar görev yapmış, kaçak olduğu yıllar boyunca izini kaybettiği kızını bulmak için yurda dönmüştür. Konuştuğu istisnasız her insana karşı son derece kibar davranan bu adam, gerektiğinde kıyıcı olabileceğini de zaman zaman gösterir. Şaşırtıcı özelliklere sahiptir: Sanattan anlar, iyi bir müzik dinleyicisidir, hatta piyano çalar. Hayat okulundan mezun, görmüş geçirmiş biridir.

İNTRO

“Elçin Beg Vahapzade, sınıfına rağmen hayli düzgün otelin resepsiyonuna yanaştı. Kolunda asılı pardösüyü omzuna atıp, bavulunu yere bıraktı, görevliye bakındı. Bankonun üzerindeki zile dokundu. Çok geçmeden, genç görevli, kaymış kravatını düzeltmeye çalışıp, uykulu gözlerini ovalayarak geldi. Yakası karanfilli, eski bir İstanbul beyefendisi gibi giyinmiş bu adamı önce garipsedi genç. Elçin Beg, bir on dakika içerisinde otele kaydını yaptırmış, görevlinin yanına kattığı on beş yaşlarındaki kominin ardı sıra asansöre binip, üçüncü kattaki odasına çıkmıştı. Etrafı süzerek, ortaya ilerledi. Pardösüsünü yatağa bıraktı. Komi, bahşiş sevdasıyla onun gözlerini yakalamaya çalışarak içeride fırdönüyordu. “Banyonun ışıkları şuradan yanıyor. Dolapta ikişer takım baş ve vücut havlusu var. Kullanmak isterseniz, mini bar burada. Bu klimanın, bu da televizyonun kumandaları. Çantanızı şuraya bıraktım.” Sonra, gözlerini geçkince, ama yaşına göre dinç duran, yakışıklı adamdan ayırmadan kapıya doğru gerileyip, bekledi. Elçin Beg, çok uzak bir hayalin içindeymiş gibi, duvardaki manzara resmine dalmıştı. Deniz vardı resimde, kuşlar, ağaçlar, ufukta kızıl bir güneş. Alnına düşen perçemini düzeltti parmaklarıyla. O esnada geride bekleyen genci fark etti. Gülümseyerek ona yaklaştı, nazikçe yakasındaki karanfili çıkarıp, onun avucuna bıraktı.”

ELÇİN BEG’DEN ALINTILAR:

“Oturun, lütfen. Basit bir isteğim olacak. Döndüğümü çoktan duymuş olmalısın. Beni öldürtmek için hazırlığını da yapmışsındır tezden. Senden ricam, beni başkasına havale etmemendir. Kaçacak değilim. Neyi aradığımı, niçin döndüğümü biliyorsun. Her hafta bugün, cumartesi gecesi, bu saatlerde buraya geleceğim. Gayrisi sana kalmıştır.”

“Güzeldi… Bir kızımız var. Onu bulmak için döndüm. Onun resmini de annesininkinin yanına koyacağım. Bu kolyeyi eşimin boynundan aldım. Hala teninin sıcaklığı üstünde.”

“Ben kırk senedir… Belki daha da uzun bir zamandır Türkiye’de değildim. Öyle bir zaman ki, belki de yaşanmadı da, ben rüyamda gördüm. Bunun aksini ispatlayan, birkaç anı kırıntısı.”

“Yok, öyle gülme delikanlı. Biz zamanında çok içtik bu boğaz güzelini. İyi de içtik. Bak, sıkılmazsan anlatayım sana.” … “Rakıdan küçük küçük yudumlar alınır… Bir dikişte bir duble rakıyı içmek makbul değildir.” … “Buz gibi şişeden bardağa çevire çevire dökülür ve o nefis kokunun daha fazla yayılması sağlanır…” … “Bardağa konulan rakının yarısı kadar su konması makbuldür.” … “Rakıya buz koymak olmaz; rakının içindeki suyla alkolü aynı oranda etkilemediği için daha seyrek olan alkol üste çıkar. İdeal karışım bozulur. En uygunu rakıya soğuk su koymaktır.” … “İlk yudumu aldıktan sonra ağızda bekletip, dişlerin arasından derin bir nefes alınır ki akciğerler de nasibini alsın…”

“Siz sanatçı mı gördünüz ki? Ama biraz sabredersen, tanışacaksın… O şarkı söylerken, zaman dururdu. Müşteriler, büyülenirdi. Çatalı bıçağı düşürürlerdi ellerinden. Çıt çıkmazdı. Öyle bir alkış kopardı ki o sahneden inerken, İstanbul yıkılacak sanırdın. Görkemliydi, çok görkemli…”

“Burada sonsuz kredim var benim,” … “Eski mekanım ne de olsa. Ama bir hayaletin içki daveti de kaçmaz doğrusu!”

“Çello, herkese kıyar, ama bana kıyamaz. Hem, standartlarına da uymuyorum.”

“O, o. Kesinlikle o,” … “Hemen buluş onunla… İçime doğdu, şöyle biri olmalı: Simsiyah saçları, zeytin gibi gözleri olan, gülüşü güzel, kırk yaşlarında bir kadın… Hani sana Dilber’imin resmini göstermiştim ya, ona benzemeli. Geleceğimi söyle ona. Benim de kendisiyle tanışmak istediğimi söyle.”

“Ben kimseye kazık atmış değilim. Hiç ilgim olmadığı halde, şarkıcı kadın olayını mesele haline getirdi. Bunun bir bahane olduğunu biliyorum, ama beni orada istemeyen kendisidir.”

“Umudunuz bendeyse, bir dahaki karşılaşmayı beklemek zorundasınız. Bir randevum var,” … “Şansını deneyeceksen,” … “bunu (karanfili) ona ver delikanlı. En azından benden torpilli olduğunu anlayacaktır.”

“Sen, bir de benim gençliğimi görecektin!”

“İstediğin zaman uğra. Bugünlük vakit ayıramadım, kusura bakma. Gönlünce ye, iç bu gece. Bendensin, Tanrı misafiri.”

“Hepiniz benim bir muhbir olduğumu düşünüyorsunuz sanırım. Başka hiçbir şey aklıma gelmiyor, katlimin istenmesine neden. Benim ne derecede emin biri olduğumu bilirsiniz. Yıllarca kasanızı korudum. Gurbette, dilini bilmediğim Bulgarların arasında, dışarıya kaçırdığınız adamlara yardım ettim. Onları sakladım. Sevkiyatların rahatça gerçekleşmesini sağladım. Buna rağmen elime ne geçti? Karım, bana hasret öldü. Kızımı göremedim yıllarca, nerede olduğunu bilmedim. Bir defa, küçücükken görebildim onu, Kasım sayesinde. Ben babanım, diyemeden, koparır gibi çekip aldı kızımdan o da beni.”

“Kadınım ve bebeğim beni ilgilendirir. Onları koruyabilirim!”

“Geçmişinle barış ki, bugününün içine etmesin…”

“Tek dileğim, bu işi bir hafta erteletmesi. Yaşamak, Dilber’in olmadığı bir dünyada benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Hatta yanına gidecek olmak beni mutlu edecektir. Ama orada bana kızımızı soracak. Ne diyeceğim?”

(Kızına:) “Sen, gerçek misin?”

“Temizlemeyin. Bu ellerle temizlemeyin Battal’ın pisliklerini… Bu eller ne kadar nazik tutardı mikrofonu, öyle serçe parmağınız havada. Tutuşunuz vardı kadehi, incitmeden… Gitmeyin oraya bir daha. Size otelin, hatta istediğiniz otelin en güzel odasını tutayım. Merak etmeyin, ben karşılayacağım. Gitmeyin o batakhaneye.”

“Boş verin.” … “Alın size bir çiçek. Ne yakışırdı saçınıza. Biraz yıpranmış ama… Yaşadığı anı iyi değerlendirmeli. Size bir parça çalayım mesela. Bu gençler benim çalabileceğime inanmıyorlar.”

“Hayat bir yangınsa, yanalım be Neriman Tarhan!” … “Bırakalım şimdi bunları. Az sonra çıkacağım bu otelden. İki sokak ötede, ana caddede kızım beni bekliyor olacak. Yürüyeceğim yol seksen adımdır. Seksen adım! Yürüdüğüm bunca yoldan sonra o derece kısa bir yoldur ki, o yolu ben, tek adımda alırım. Nihat’ın katili, bana erişemez bile!”

“Sus, sus. Anlıyorum. Ama düşünsene; eğer dostluğumuz zaman ve mekân gibi şeylere bağlıysa, sonunda zamanı ve mekânı yendiğimizde, kendi dostluğumuzu da yıkmış oluruz! Öyle değil mi? Biz birbirimize gönülden bağlıyız. Bunu biliyorum.”

“Bir hayalet olarak nesneleri kavrayabilme yetimi dünyadakine oranla hayli yitirdiğimi söyleyebilirim.” … “Benden korkmana, utanmana, gözlerini benden kaçırmana gerek yok,” … “Artık kin, nefret, öfke gibi gereksiz dünyevi duygular geçersiz benim için. Ben, seni daima kardeşim yerine koydum. Sana bir şey söyleyeyim mi? Gittiğim yerde ortak dostlarımız oldukça fazla.”

 

ZEYNEL BEY

Yaşı 90’a yaklaşan, içten pazarlıklı, tahammülsüz, sert, otoriter suç baronu. Aynı zamanda Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinin patronu. Battal’ın kayınbiraderi ve aynı zamanda üstü. Dolayısıyla, Komiser Cemil’in dayısı. Aksesuar olarak elinde sürekli, beyaz taneleri olan, sedefli bir tespih taşır. Candan’ın gayrı meşru babası. Hasta, her an ölümü bekleyen biridir. Ama hiç ölmeyecekmiş gibi de işine asılır. Yine de yorulduğunun farkındadır ve işleri Battal’a bırakıp, çekilmeye kararlıdır.

İNTRO

“Zeynel Beyaz’ın köşkünün salonu Battal’inkinden genişti. Ama içi o kadar zevksiz döşenmemişti. Bu Zeynel Bey’den değil, zengin ailesi sayesinde iyi bir eğitim almış karısı Sıdıka Hanım’dan kaynaklanı­yordu. … , yanındakilere fazlasıyla güvenen, doksana dayanan yaşı nedeniyle de kendini geride tutan bir ba­rondu. Yüzünü dolduran çizgilerin her biri nice yaşanmış­lıkların nişanesiydi. Her zaman şıktı. O gün de albenili bir takım giyinmişti. İpek kravatına iliştirilmiş altın iğnenin üzerinde adının baş harfleri yazıyordu. Derisi çekilmiş elleri buruş buruş, benekliydi, ama bakımlıydı tırnakları. Kötürüm görüntüsüne rağmen, gözleri karşı­sında oturanları tartarken son derece canlıydı. … Zeynel Bey, avu­cuna topladığı beyaz taneli tespihini ceketinin cebine attı ve diğer cebinden çıkardığı tabakadan aldığı hapı ağzına aldı. Onu geri koyarken ortaya hitap etti: ‘Kontrol altında tutama­dığın her şey geri döner, seni vurur. Bunu bilmiyor değilsiniz.’ Battal, rahatladı, koltuğuna daha da yerleşti. Ali, Seyfettin ve Turgut, düşünceliydiler. Tuncay, Zeynel Bey’ in kulağına bir şeyler fısıldadı. Zeynel Bey, kalktı. Diğerleri de kalkmaya yel­tenince, durdurdu onları Zeynel Bey. ‘Rahatsız ol­mayın. Doktorla randevum vardı, Tuncay onu hatırlatı­yor.’ Zeynel Bey ve Tuncay, çıktılar.”

ZEYNEL BEY’DEN ALINTILAR:

“İyi bir bahçıvan bulamadım, Seyfi.” … “Burayı kumarda kazandım, biliyorsun. Adamın iyi bir gül koleksiyonu vardı. Tüm bahçeyi kaplardı, göz alı­cıydılar. Kala kala bu çeşit kaldı onunkilerden, bir de…””

“Kasım, bugün gelir. Tuncay, oyalayabildiğin kadar oyala onu. Oradan oraya gö­tür, yedir, içir. Ben sana Kasım’ı getirmen için haber veri­rim.”

“Tamam, kısa kes. Böyle şeyleri niye bana getirirsin ki? Kâhyamsın. İşe yararsa alırsın. Yaramayacaksa zaten sana kalmaz;  ben görür, koyarım kapıya.”

“Bugün elinde olanın yarın yitmeyeceğinin garantisi yoktur. Havadan bir şey edinmeye inanmam ben. Kimseye de bu hissi tattırmak istemem. Ama görüyorum ki sırtlanlar leşi bekler. Kurt, kocadığını belli etmeyecek. Bu sabah Seyfettin düştü. Ötekiler de dizilir sıraya şimdi… Hey gidi. Köhne bir çiftlik evinden vardığımız noktaya bak.”

“Başarı? Başarı, evet. Peder bey çiftlik eviyle birlikte boyumca borç bıraktı miras. Ne nasıl halloldu, hatırlamıyorum bile. Bunun kendiliğinden gerçekleştiği hissi oluşuyor. Kimseye borçlu hissetmiyorsun. Hâlbuki yenmesi elinde olmayan bir savaşa girmezsen, yenilmezsin. Hepsi bu!”

“O eski, at pisliği kokan çiftlik evine benzemiyor, değil mi?” … “İkimiz de ihtiyarladık, Kasım. Yıllarca ben dünya malının, sen kabadayılığın şöhretinin ardında koştuk. Çekilme zamanıdır benim için. Yerime birini tayin etmek icap eder. Sen geçtin aklımdan ilkin.”

“Ne zamandır özeniyorum Battal’a. Sonunda ben de yaptırdım. Şu balıklar nasıl bir mucize, insanın yükünü alıveriyorlar.” … “Böcek dediğime bakma. Konsey de öyle dediydi. Sen sen ol, kimseyi küçümseme. Küçük önemlidir.” … “Simide lezzetini veren küçük bir susam tanesi, büyük makineleri küçük çarklar işletir ve unutma, deve büyüktür ama ot yer, şahin küçüktür ama et yer!”

“Çıkarın şu kara kara gözlüklerinizi! Taziyede her birinizin çıplak gözlerini göreceğim!”

“Gitti, Kasım. Ben dururken, o gitti. Kimse bana kazık atamaz, beni yarı yolda bırakamaz, derdim; o bıraktı.”

“Kendi ölümlülüğünün farkına varmak, kişinin yaşama bakışını da değiştiriyor, Battal. Yaşam görüşlerindeki en net değişim, onun kısalığının ve geçmişe göre daha dolu yaşanması gerektiğinin farkına varılmasıymış…”

“O kadar eski ki son ağlamam, bana hayatım boyunca gözyaşı dökmemişim gibi geliyor. Belki ağlardım küçükken; düşer ağlardım, misketimi kaybeder ağlardım belki. Ama babam öldüğü gün eve gittim ve baktım yerde yatıyor kefeniyle, üstünde bir bıçak. Anam, bacım, halalarım, konu komşu feryatlar içinde ağlıyor. Yabancıyım bir anda babama. Şaşırıyorum, bu ölüyü neden bize getirmişler… Ama aynen kurulu bir makine, bir robot gibi, gidip yabancının başına çöküyorum. Sıkıyorum kendimi, ayıp olmasın, anası, amcası ağlarken bu susuyor denmesin diye, bağıra bağıra ağlamak istiyorum; gıkım çıkmıyor, damla yaş gelmiyor gözümden. Etraftakilere bir yaratık görmüş gibi bakıyorum; ağlamak ne, nasıl bir şey, bir insan niye ağlar?”

“Bu kadar yıl tırtıkladıkların sana ömür boyu bakar Tuncay’ım, neyi düşünüyorsun?”

“Az sonra eşinerek seni bekleyen bir avuç çakalın karşısına çıkacaksın. İlk andan avucuna alacaksın onları.” … “Ayakta iken hakimsindir; oturduğunda herkesle aynı seviyede. Başlamadan önce kendine zaman tanı. Çakallar dikkatlerini toplayıp sessizleşsin, sonra konuşmaya başla.” … “Cümlelerinde basit, açık sözcükler kullan. Basitlik içtenlik, kararlılık demektir. Gözünü onlara dik. Gülümse, ama gülme.”

“Bu, Küba’dan geldi.” … “Vahapzade, puro güç, başarı, takdir ve ince zevkler üzerine kurulmuş bir tutku, heyecan ve statü simgesidir. Yakılmasından saklanmasına, içilmesinden satın alınmasına kadar, çok zengin bir kültüre sahiptir.” … “Bak, her iki ucu da kapalı. Sadece içeceğin başı keseceksin. Doğru ucu kesmek için dış sargı yaprağının üzerine sarılmış yaprağa dikkat edeceksin.” … “Bununla keseceksin.” … “Kutuyla birlikte geldi; şuraları gümüş.” … “Bir puronun ucunu asla dişlerinle koparma. Puroyu içerken dişinle ısırma.” Puroyu ağzına götürdü. Elçin Beg’in yakmasını reddedip, masasının çekmecesinden çıkardığı çakmakla yaktı onu. “Asla başkasının purosunu yakma. Puro yakmak kişiseldir. Bırak, içen kendi purosunu yaksın.”

“Salih, biz de sana ‘cin’ deyip duruyoruz. Seni de çarparlarmış demek ki! Elçin Beg miydi?”

“Şartı ne çabuk unuttun, İstanbul’un kralı?” … “Polis ve yabancı yok.”

“Kötü bir gençlik geliyor, Battal,” … “Bizim zamanlar gibi değil. Televizyonun, internetin, şaşaa göstergelerinin kuşattığı, kendini şaşırmış bir güruh. Bizim kitabımızda önemli olan namdı. Kabadayılık, nam içindi. Öldürüyorsan nam için, vuruyor, kırıyorsan nam içindi. Sevdiğini gösterirken dahi namının şerefine uygun yapardın bunu. Şimdi medya gence diyor: Para orda, tak beline silahı, git al, diyor. Örnek koyuyor önüne. Çocuk sanıyor ki, bir haftada kralım! Düzenimizi, yasamızı bilen eski insanlarımızı harcarsak, kendimizi harcamış oluruz.”

“Öyle, delikanlı. Yine göçüyoruz. Kurtulamadık şu göçme işinden. Göçebe milletiz vesselam…” … “Göçebeliğin zor koşulları, hepimizi böyle sert karakterli, haşin savaşçılar yapmış. Bir de böyle itilip kakıldıkça direnmişiz, daha da saldırgan olmuşuz.” … “Geride bıraktıklarımızı anmaz olmuşuz…” … “Yarın Candan Hanım’ı alıp çiftliğe getirin.”

“Anarşist anarşist konuşma!” … “Sen köy mü bilirsin? Seni kim böyle yetiştirdi?”

“İsyan! Demek isyankârsın, ha? Dünyayı kurtarmaya soyunan o zavallılardansın, değil mi? Adaletsizliğe isyan edeceksin.” Sesini yumuşattı. “Ama güzel kızım, bilmiyorsun ki isyan edebilmek için, isyanının dikkate alınması için zengin olman gerekir. Zira insanları yalnız para etkiler.”

“Zulüm? Demek beni zalim biri olarak görüyorsun. Oysa benimki sadece oyunu kuralına göre oynamak.”

“Hayat, siyasettir. Siyasette önemli olan gerçek değildir. Gerçek yoksa, uydurulur. Varsa, görmezden gelinir. Gerçekler bize karşıysa, tersyüz ederiz onları. Gerçek dediğin, şemsiye gibidir, yağmur geliyorsa açarsın, güneş göründüğünde baston gibi kullanırsın. Yani gerçek yoktur. Biz her zaman gerçekten üstünüz.”

“Üç aylık ömrüm kaldı. Bana katlanacağın sadece üç aydır…”

“Seni hatırlamamın şu an benim için hiç önemi yok. Aslında şu boşluk anında hiçbir şey önemli değil. Bu-raya gelmek için epey yol tepmiş olmalısın…”

“Madem geldin ve vasiyetimi verecek senden başka kimse yok, dinle o zaman. Kızımı bul. Adı, Candan. Tavladaki beyaz at onundur. Alacak onu. Beni reddetse de alacak. De ki, son nefesinde bile seni söyledi. Candan dedi, de.”

 

BATTAL

70’ini henüz aşmış, iri, küt bir adam. Mafyatik ilişkiler içerisinde, aldığı haraçlar ve sahibi olduğu gazinonun geliriyle yaşayan bir patron. Genelde mesafeli, sert bir mizaca sahip. Mimikleri sır vermeyen, balmumu heykellere benzer bir yüzü, dudak çizgisinde bıraktığı kalın bir bıyığı vardır. Zevkli bir giyim tarzı yoktur. Sonradan görme para babaları gibi giyinir. Aksesuar olarak, turuncu taşlı, irice bir tespih taşır. Zeynel Beyaz’ın eniştesi, Komiser Cemil’in ağabeyidir. Oflaz adında pek hazzetmediği bir evlatlığı bulunmaktadır. Öz çocuğu yoktur.

İNTRO

“Battal, elinde kesme kristalden bir viski bardağı, yağmur damlalarının dövdüğü camdan bahçeyi seyrediyordu. Bardağının boş olduğunu onu dudağına götürünce fark etti. Üzerinde viski şişesi duran masaya gidip şişeyi açtı, bardağını doldurdu. Kapağı kapatmadan salonun orta­sında dikilen kardeşi Cemil’e döndü. “İstemediğine emin misin?” Cemil, abisine ait olmasına rağmen, o köşke her gelişinde kendisini yabancı hissederdi. O zevksiz şatafat, avizeler, oymalı mobilyalar, pahalı halılar, duvar­lardaki birbirleriyle tema bütünlüğü olmayan, mezatlarda büyük paralar verilmiş tablolar, masa ve gümüşlükte, sehpalarda duran tuhaf biblolar ve tüm bu garip dünyaya insanı ziyadesiyle yabancılaştıran, içinde bir sürü süs balığının dolandığı yüksek akvaryum… Cemil, bakışlarını ne yana çevirse kaçamayacağını bildiği bu karmaşadan kurtulamayacaktı.”

BATTAL’DAN ALINTILAR:

“Salih arabayı çıkarsın.”

“Beyefendi içki­sini bitirip kalkacak. Misafirimdir. Para almayın.”

“Dü­şündün mü? Yoksa para mı az geldi?”

“Onun davası başkasına havale. Buluncaya kadar tek işimiz Oflaz. Eve gidemiyoruz karı dırdırından.”

“Cemil’i karıştırma! Hem siparişimi de teslim etmedin. Adam benimle dalga geçer gibi dükkânımda geziyor!”

“Siparişim nerede Kasım? Elçin Beg olduğu için mi geciktiriyorsun? Sipariş sipariştir. Fark eder mi? Öksüzlerine mi dokundu yoksa?”

“Beni seçtiğinizde üçünü birden karşınıza alacaksınız. Oysa onlardan birini seçtiğinizde rahatsınız. Ben dahil kimse itiraz etmeyecektir size. Sizin için endişem.”

“Aynını versem, seni göndereni öldürür müsün?”

“Çello’nun masasından sağ salim kalktığına göre, bugün şanslı gününde olmalısın. Bir daha böyle çocukluk yapma!”

“Niye ecelinle buluşmaya bunca heveslisin? Hem kızını bulup ne yapacaksın? Ona ‘Seni bırakıp kaçtım, kırk yıl aramadım. İşte geldim, şefkatli kollarıma koş,’ mu diyeceksin?”

“Gördün mü, ablan iki dakikada harcadı seni! Oysa sen onun Oflaz’ına yarenlik etmek için tez elden kırdırdın kemiklerini, öyle değil mi?”

“Siparişi vereli kaç gün oldu Çello? Kasım gibi sen de mi çaptan düştün? Ne bekliyorsun?”

“Onu istemiyorum. Çünkü beklentisi var. Beklentili adamın ümidi ayakta tutulmak ister. Bana emir eri, piyon lazım. Vezir değil. Elimde olsa o kodamanları da elerim.”

“Yarın konseyi topluyorum. İkiniz iki yanımda olacaksınız. Salih, senin emeğini inkâr edemem. Bunca yıl, attığım her adımda yanımdaydın. Sağ kolumdun. Öyle olmaya da devam edeceksin. Ama yetmez. Belki ikiniz de yetmeyeceksiniz. Yine de herhalde orospu çocuğu Tuncay’ın tek başına becerdiğini birlik olup becerebilirsiniz!”

“Tuvaletçimden uzak dur. Kadının kafasını karıştırıyorsun!”

“Bunlardan uzak kal diye okuttum seni. Polis olman da hedefim değildi ya, senin seçimin! Şimdi git buradan!”

“Bu defa son kez gazinoya gelip üzerime yürüyeceksin. Ben de sana ateş edeceğim. Yo, yanlış anlama. Vurmak için değil.”

“Zeynel Abi bana gizli birtakım dosyalardan bahsetmişti. Holdingde bir kasada… Nihat, git toplantıya kadar Salih’i ayılt. İkinizin de orada olmanızı istiyorum. Halletmem gereken bir iş var. Zeynel Abi’yi coşturmanın hiçbir âlemi yok şimdi. Tek bir adamla baş edebiliriz herhalde!”

“Bak, komiser. Bu işi sessiz sedasız, basını falan karıştırmadan çözeceksiniz.”

“Evet, doğru! Seyfi de öyleydi. Şimdi baş zanlı! Ama durun. Kendi ayağınızla geldiniz, iyi ettiniz. Çünkü onun kadar sizler de zanlısınız!”

“Şimdi de bunu öldürün o zaman!” … “Bir şahit de bu! Dinlemesi gerekenin asıl patronu olduğunu unutan bir köpek!”

“Hayatta aynı anda hem sevip, hem ölesiye nefret ettiğim iki adam peş peşe öldü… Yaşam ne garip! Bir anda masalsın… Arabayı çıkar, Salih. Yengene de bak, kendine gelmiş mi? Bu öğlen kaldırılacak iki cenazemiz var.”

“Bu babası bellisiz ne gidiyor taziye vermeden?”

“Şu dakikadan sonra beni hiçbir şey şaşırtmaz Nihat,” …. “Ama seni hevesli gördüm. Anlat bakalım.”

“İçimizde bir polis daha olmasının bir önemi var mı? Bizim Cemil polis değil mi zaten? Bunları neden kafana takıyorsun şimdi?”

“En azından bu gece değil. Seni bağlayıp, arabanın bagajına koyacağım. Gece, bana karar vermek için zaman verecektir. Bugün büyük acım var. Bir tane daha eklersem üstüne, kaldırmaz yüreğim. Yaşlıdır. Bu Nihat, biraz daha genç. Belki, ona bırakırım bu işi…”

“Herkes bir gün ölecek! Bir büyüğümüz ölmüştür, ama bizim konumumuz kendimizi salmamıza manidir. Vakur olacak, ayakta durup, herkese moral vereceksin!”

“Seni öldürmeyeceğim. Unutmayacağım da. İçinde kaynadığım kazana kan doldu, boyumdan taştı…”… “İçimde öyle bir yangın var ki, kesilen etimi hissetmiyorum bile. Şimdi kollarını saran ipleri de keseceğim ve elimde bu bıçakla dışarıya çıkacağım. On beş dakika vereceğim sana. Garajın arka kapısından çıkacaksın. Kimse görmeyecek gittiğini. Geri döndüğümde hala buradaysan, boğazını keseceğim.”

 

AGA KASIM

65 civarı, zayıf, yüz hatları sert ve derin, esmer saçları kırlaşmış ve kısım kısım dökülmüş, folklorik köy oyunlarını oldukça iyi oynayan, yaşına göre hayli atak bir adamdır. Yedilinin lideri konumundadır. Aynı zamanda bir kahvehane işletir. Eski bıçkın kabadayılardandır. Oynayarak, belindeki palaskayı silah niyetine kullanarak dövüşür. Genelde siyah, çizgili, yelekli bir takım giyinir; ancak kravat takmaz. Dövüşmediği zamanlarda ayakkabılarını arkalarına basarak giyer. Kemer yerine uzun bir asker palaskası takar. Siyah bir tespihi vardır, elinden pek düşürmez. Genelde hislerini saklamayı iyi becerir, ama kini, öfkesi yamandır.

 

İNTRO

“Salih’in açtığı kapıdan inip, hoşnutsuz bir ifadeyle mekânı süzdü Battal ve yarı aralık kapıyı iterek, içeriye girdi. Boş masaların arasında ilerleyip, dipteki büyük kolonun arkasındaki patron masasında demlenen Kasım’ı gördü. Yetmişlerinde, bir gözü diğerinden kısık, saçları dökülmüş, gençliğinde yakışıklı, yıkıcı olduğu belli, görmüş geçirmiş bir adamdı Kasım. Çizgili, eski bir takım elbisenin içine gömlek ve yelek giymişti. Yumurta topuk ayakkabılarının arkalarına basıyordu. Battal’a domates, peynir ve yeşil soğandan oluşan mütevazı sofrasını gösterdi. “Sadece konuşmaya geldim,” dedi Battal, kibirle. Kasım, kalktı, Battal’a onu izlemesini işaret etti.”

AGA KASIM’DAN ALINTILAR:

“Ziyaretime gelen herkes kahvemi içer”

“Zeynel Bey’e yarın uğrayacağımı söyle. Bunca adamı kırdırtması lüzumsuzdu. Haber salması yeter­liydi.”

“Hangisi olduğunu bilmen gerekmez. Birinin seninki olduğunu bil, yeter.”

“Ben, kendi çöplüğümün horozuyum sadece.”

“Seni öyle çok sırtımda taşıdım ki. Abinle Zeynel Beylere gelirdiniz. Durmazdın yerinde, üç-dört yaşlarındaydın. Bana emanet ederlerdi. ‘Atım ol,’ derdin, dört ayak olup üstümde gezdirirdim seni odalarda. Deli olurdun.”

“Ben zavallı bir kahveciyim. Onlar müşterilerdi. Her günkü, alelade müşteriler…”

“Tamam, Pazar, o iş senin. Teslimata bir haftan var. Elini çabuk tutsan iyi edersin. Yoksa yapacağımı bilirim!”

“Öğreneceksiniz Cuma. Bir bebek yürümeyi, konuşmayı, koşmayı öğrenir gibi, yeni bir hayatı öğreneceksiniz.”

“Arkadaş, bu gece dükkânını kapatıyorum. Biraz zararın olacak, ödeşiriz. Müşterileri çıkar. Yalnız,” …, “şu neşeli masa hariç. Sonra kapıyı kilitle ki, dışarıya çıkıp eğlenceden mahrum kalmasınlar.”

“Gittiğin, Zeynel Beyaz adında bir işadamının binasıydı,” … “Elindeki oranın bodrum kat planı.” … “İşaretli olan, kasa odası. Haf-ta içi bina yoğun olur. Cuma akşamından pazartesi sabahına kadar, güvenlikçiler hariç, in cin bulunmaz. Büyük bir çanta edineceksin. Çantayla birlikte o kata inip, gizleneceksin. Bunu cuma akşamından yap. Pazartesi sabahına kadar üç gece binadan çıkman imkânsız; tüm kapılar kilitli. Kattaki güvenlik tedbirlerini öğrenip atlatmak sana kalıyor. Diğer kâğıttaki ikinci ve dördüncü rakamlardan eminim. Sırası farklı olabilir. Kasanın şifresini bunlardan türeteceksin. Üç gün içinde kasayı açacak, içindeki dosyaları çantaya yerleştirecek, dikkat çekmeden memurların arasına karışıp, binadan çıkarak bana getireceksin.”

“Ne yapacaksın, Cuma? Kin insana yüktür. O yükü seni ekibe aldığım gün attın biliyorum ben. Bunca yıl sonra tekrar sırtlamanın faydası ne? Üstelik neredeyse yüz yaşına gelmiş, bir ayağı çukurda bir adamı mı öldüreceksin?”

“Demek, Battal beni sana sipariş etti”

“Çek git bu memleketten Azeri. İnine dön! Geldin ve bütün düzeni darmadağın ettin!”

“Ben… Bütün hayatımda yalan söyledim, Pazar. İşimin bir parçasıydı bu. İstesem, dediğin şeyleri kabul etmezdim. İlk defa sana karşı dürüst olma ihtiyacı duydum. O babandı, evet. Bizler, anaları, kardeşleri, babaları olan aileler değil, kiralık katilleriz. Şu kadar zamanda sığınaktakilerin alayı bunu öğrendi de sen mi öğrenemedin? Hata bendeydi belki. Seni çok önce işe çıkarmalıydım.”

“Bütün dünya susmalı şu an. Çekilmeli denizler, gökten güneş çekilmeli ki anlasın, bilsin yedi düvel… Adam gibi bir adam gitti…”

“İkimizin kanı birbirine karışmıştır.”

“Beni şu yangabuza bırakma, yeğenim. İstersen, sana teslim olurum.”

“En azından seni bıçak sallayamayacağın mesafede tutarım!”

“Sana bir şey söyleyeyim mi? Artık ben de ölümü istiyorum. Bacının özlemi yordu beni. Çürüttü. Yapacağım tek şey, işini bir parça zorlaştırmak olacaktır. Bunun karşılığında senden isteğim,” … “işin ardını zorlama. Sana yanarım.”

 

KOMİSER CEMİL

Başına buyruk, serseri mizaçlı, kıyafetine çok dikkat etmeyen bir komiser.  Battal Bey’in kardeşidir. 40lı yaşların başında, fit, işine tutkun bir adalet adamıdır. Abisiyle arasındaki büyük yaş farkı, babalarının bir, annelerinin ayrı oluşundandır. Zor bir adamdır. Bu da sevgilisi Sibel’le sık sık kapışmalarına neden olmaktadır. İşine aşık, takıntılı bir polistir. Dağınıktır, ama yolunu bulur.

İNTRO

“Battal, elinde kesme kristalden bir viski bardağı, yağmur damlalarının dövdüğü camdan bahçeyi seyrediyordu. Bardağının boş olduğunu onu dudağına götürünce fark etti. Üzerinde viski şişesi duran masaya gidip şişeyi açtı, bardağını doldurdu. Kapağı kapatmadan salonun orta­sında dikilen kardeşi Cemil’e döndü. “İstemediğine emin misin?” Cemil, abisine ait olmasına rağmen, o köşke her gelişinde kendisini yabancı hissederdi. O zevksiz şatafat, avizeler, oymalı mobilyalar, pahalı halılar, duvar­lardaki birbirleriyle tema bütünlüğü olmayan, mezatlarda büyük paralar verilmiş tablolar, masa ve gümüşlükte, sehpalarda duran tuhaf biblolar ve tüm bu garip dünyaya insanı ziyadesiyle yabancılaştıran, içinde bir sürü süs balığının dolandığı yüksek akvaryum… Cemil, bakışlarını ne yana çevirse kaçamayacağını bildiği bu karmaşadan kurtulamayacaktı.”

CEMİL’DEN ALINTILAR:

“Unutma, ölümün bunların elinden olacak. O vakit yanında olmayacağım!”

“Ne çene var sende Cumhur. Hadi, sür.”

“Seni almaya gelirim. Gelemezsem, bir ekip otosu çevirirsin. Hadi eyvallah.

“Zeynel’in adamlarını sen mi dövdün Aga Kasım?”

“Müdürüm, ne istiyorsunuz benden, silahımı çekip bodoslama dalayım mı aralarına?”

“Babasıdır belki. Hazır adamı bulmuşken isteriz kızı,” … “Sen kızı alırsın, ben de senden kurtulurum. Nasıl?”

“Ekip ayarla. Kasım’ın kahvehaneyi yirmi dört saat gözaltına alıyoruz. Bu adamlar oraya tekrar gelecek!”

“Elimiz boş dönmeyelim, komiserim. Kısa günün karı, şunu alın. Hem içkili araç kullanmak kendisi için de tehlikeli. Beyefendiyi korumuş oluruz!”

“Her tartışmayı kazanamazsın, aptal,” … “Yalandan yere atıyorsun canını tehlikeye. Otur oturduğun yerde! Beynini kemiren ne? Nedir ciğerini yiyen kırkayak? Gün doğar, büyük adamlarca belirlenmiştir bile kim ölecek, kim kalacak. Sen kimsin?”

“Abimin mekânında korumalık yapmış, Elçin Beg diye birinden bahsedilirdi. Ancak daha önce ne yüzünü, ne fotoğrafını görmüştüm. Birine benzeteceğim ama…”

“Müdürün mü sordu?” … “Eli kolu bağlı bir polis olarak müdürlüğün ne işine yararım acaba?”

“Demek gizli… Biz yıllardır bilgi topluyoruz. Belki de işin ucuna vardık. İkimizden hiç yoksa birini davada tutmalılar. Ne oluyor? Neler dönüyor koduğumun yerinde?”

“Siz Elçin Vahapzade miziniz?”

“Bütün kariyerini üzerine yatırdığın bir dosya var. Yıllarca uğraşıyor ve düğüm düğüm çözüyorsun muammayı. Bir ilişki, seni bir başkasına yönlendiriyor. İsimler… Sanki bir başka boyutta, başka bir evrende yaşayan insanlar. Onları öğreniyor, duyuyor, hissediyorsun, ama o evrene geçemiyorsun. Boyut farklı. Engeller var.”

“Sayende makine çalıştı. Ben Cumhur’u bulmaya gidiyorum. Gecikmem. Faturalar buzdolabının üstünde. İnternetten çöz şunları gözünü seveyim. Hesaplaşırız.”

“Afiyet olsun, Tuncay’cığım,” dedi Cemil, gülerek. “Sen alıştın zaten. Canın kahve çekti mi, polise gidiyorsun bundan sonra!”

“Vallahi, burada bulunuşum, ailevi nedenlerden. Binanın yeni sahibi abim, malum!”

“Yürü, Cumhur. Biz de inelim bodruma. Bizsiz eğlence olur mu?”

“O da bir suçlu ise gereğini yapmaktan geri duracağımı mı sanıyorsunuz?”

“Sizden istediğim, beni daha az yoracak bir yolda bana yardımcı olmanız. Günler, aylar sürecek bir tarama neticesinde ulaşacağım bilgileri bana kısa sürede verebilirsiniz mesela. Ben de sizi kenarda tutmak için nüfuzumu kullanırım. Artık ne kadar kaldıysa o da!”

“Kaybettim. Hiçbir şey çıkmamıştı zaten. Masaya bırakmıştım. Çöplerle gitmiş olmalı.”

“Candan Hanım’ın bizim bilgimiz dâhilinde salındığına dair yazı. Buna diğer kadınların isimlerini de ekleyin. Bizimle geliyorlar.”

“Sabaha kadar sana seni anlatmaya devam edebilirim!”

“İçeriye girmeyeceksem, burada ne işim var?”

“Hemen pes ediyorsun! Yukarıda şenlik başladı.”

“Vur onu! Vur!”

 

UFUK CİVELEK

30’lu yaşların ortalarında, bakımlı, ince, kumral dalgalı saçları omuzlarında, güzel, narin bir kadın. Çalışırken daima pembe, ince çerçeveli bir gözlük takmaktadır. Psikiyatristtir. Yatalak annesiyle birlikte yaşar. Aynı zamanda uzun yıllar sonra döndüğü üniversitesinde yüksek lisans yapmaktadır. Pek fazla arkadaşı yoktur. Asosyal bile denebilir kendisi için.

İNTRO

“Ufuk, bal rengi gözlerini duvardaki takvi­me çevirdi. Yaprak perşembe gününü gösteriyordu. Takvimin hemen üzerindeki duvar saati ona geç kaldığını hatırlattı. Annesine götüreceği ilaçlar için nö­betçi eczane aramak durumundaydı artık. Doktor önlüğü­nün ceplerine sakladığı yumruklarını sıktı. Pembe çerçe­veli gözlüğünün ardındaki bezgin bakışlarını Per­şembe’ye dikti. Adamın üzerinde siyah bir takım elbise, yakasında gevşemiş siyah kravat takılı beyaz bir gömlek vardı. Siyah, rugan ayakkabıları yıpranmıştı. Ellerine sağlıkçı eldivenleri geçirmişti. Gözleri kapalı, kuca­ğında pofuduk bir yastık, şezlong tipi koltuğa uzanmıştı. Ufuk, bu kırklarında, seyrek saçlı, göbekli adamdan duyduğu korkuya şaştı. Komik bir halde yastığa sarılmış, uykudaydı Perşembe. Garip bir çekiciliği de yok değildi. Ufuk, bu iki duygu arasında gidip geldi bir zaman. Perşembe’nin gözkapakları büzüştü, yerinde hu­zursuzca kıpırdandı adam. Alnı ter içinde kalmıştı. Ufuk, ona yaklaştı, gözlüğünün altından, titreyen kirpikleriyle süzdü onu. Nefesini toparladı.”

UFUK’TAN ALINTILAR:

“Üç dediğimde uyanacaksın. Gevşe… Bir, iki, üç!”

“Ne yapacağız biz seninle? İstiyorsun ki ben hep yanında durayım. Kim bakacak bize? Klinikle muayenehane arasında mekik dokuyorum. Sunum hazırlıyor, dergilere yazıyorum. Seminerlere gidip, ders çalışıyorum bu yaşta… İlacının bir kutusu ne kadar biliyor musun?”

“Ya, Mehpare, bugün savunmamı verip şu tezden kurtulacaktım! Bıktım vallahi. Nereden başladım onca işimin arasında?”

“Birçok yetişkin orta yaş yıllarının en yoğun döneminde, tam da kendi yaşlanmalarıyla yüzleştikleri bir sırada ebeveynlerini kaybeder. Bu kayıp her ne kadar beklenen bir olay olsa da, kişi üzerindeki etkileri beklenmedik ölçüde sarsıcı olabilir. Tezim, ebeveyn kaybı olgusunun, yetişkinin hayatında ne anlama geldiğini ve nasıl sonuçlara yol açtığını ele almaktadır. En sık rastlanan durum babanın ölümünün anneden önce gerçekleşmesidir ve …”

“Kararlıyım. Annem düzelmeden, düzelmeyecekse de ölmeden bir ilişkiye girmeyecek, evlenmeyeceğim. Ben zor dayanıyorum kadının derdine, elin adamıyla başımı belaya sokamam! Hem gerek de yok. Böyle huzurluyum.”

“Farklı bir zamanda, farklı bir insanım.”

“Cenazeden gelince odaya girdim ve şu bardağı gördüm.” … “Kaldırmak isteyince, bir anda ürperdim. Bardak sıcacıktı! Sanki az önce annemin avucundaydı…”

“Bir beraberlikte kendisini gözlemlemeden ve olduğu gibi yaşayabilecek yürekliliğe sahip bir kimsenin sonradan konuşacağı bir şey olmaz. Yaşanan, yaşanır ve biter. Serhat’ın anlamadığı bu. Israrcılığının beni pes ettireceğini sanıyor, ama bu ondan her seferinde daha fazla soğumama sebep oluyor. Bu da Serhat Bey’i son anışımdır. Nokta.”

“Öğretim üyeleri üniversitenin dışına çıktılar. Üniversitenin içinde binlerce öğrenci ile boğuşmak, onlara bilimsel çalışma hevesi telkin etmek gibi zor bir şeyin üstesinden gelmektense, kolay kazanç yollarını seçtiler. Kalanların bir kısmı Don Kişot, ama ekserisi bilim aşkı nedeniyle değil, beceriksizliklerini telafi için, çoğunlukla da tor-pille üniversitede kalanlar. Rahman Hoca’yı tenzih ederim, ama okula çıktığımda içine bir sürü öküzün tıkıldığı bir ahırda gezindiğimi sanıyorum!”

“İnsanlar her zaman güzel sözler söylemek zorunda değil, Sinan. Konuşmak zorunda da değiller. Esas olan samimiyettir. Bana muhakkak bir şey anlatmak istiyorsan, seanslarda gördüğün şu rüyanın aslını anlat.”

“Hiçbir şey olmayacak ve sen de rahat duracaksın! Bir daha belaya bulaşmayacağına dair söz verdin!”

“Bir şey olduğu yok aslında. Başlamamış şeyleri başlamış kabul etmek gibi kökü dışarıda huylarım depreşiyor arada. Sorun bende. Kendim mükemmele ermiş gibi, başkalarını da kendimce hizaya getirmeye çalışıyorum.”

“Kendimi seviyor… sayıyor… ve onaylıyorum.”

 

CANDAN

Balıketi, otuzlarında, kumral bir kız. Pek makyaj yapmadığı halde uzun kesim, dalgalı, gür saçları, su gibi teniyle çekici. Salaş giyinmeyi seven, rockçı tarzı kıyafetleri olan, takıda büyük kocaman şeyleri tercih eden biri. Başına buyruk kişiliği, özgürlükçü tavırları var, bir parça asi. Çok sevdiği şarkıcılık mesleğinde bir yere gelmek ve babası olan Zeynel Bey’e ulaşmak için İstanbul’a gelmiştir. Şans eseri aynı otele düştüğü Elçin Beg’le can yoldaşı olacaktır.

İNTRO

“Candan, balıketi bir kızdı, otuzlarında, kumral. Boyasızken bile albeniliydi. Başına buyruk kişiliği, kıyafetine de yansıyordu. Yine de üzerindeki salaş kıyafetler arasında bir uyum sağlamıştı: Uzun, dökümlü bir kot etek üzerine rengârenk bir tişört ve kendine bir beden büyük, kollarını katlayarak kullandığı bir nubuk mont giyinmişti. Her yanına takıştırdığı plastik takılar, başkasında göz yorabilecekken, onu daha da çekici kılıyordu. Uzun kesim, dalgalı, gür saçlarını salmıştı. Burnunun üzerindeki reflekte gözlük, iri, kahverengi gözlerinin ışıltısını ancak örtüyordu. Yol yorgunu olduğu belliydi; düşüktü omuzları. Güç taşıdığı bavulunu sürükleyerek girdi Elçin Beg Vahapzade’nin de kalmakta olduğu otele. Omzunda kocaman bir günlük çanta asılıydı. Soluklanarak resepsiyon görevlisi Mehmet’e baktı. Otuzlarında, esmer kıvırcık saçlı, kilolu bir gençti Mehmet ve işinin rutinini kırmak için türlü uğraşlar geliştirmişti: Arkadaki küçük odada boncuktan kuşlar yapar, uyduruk şiirler karalar, bazen etraf tenhayken, on yıldır sırrını çözemediği bağlamasını tıngırdatırdı. Uğraşlarının en normali bulmaca çözmekti ve o ölü sezonun sıkıntılı akşamında da bankonun arkasında yapmakta olduğu buydu. Candan’ın öksürüğüyle toparlandı.”

CANDAN’DAN ALINTILAR:

“Koltuklar benim değil ya, istediğiniz yere oturun.”

“Kusura bakmayın. Ben de babamı bulmaya geldim İstanbul’a, ama en azından kim olduğunu biliyorum.”

“Gösterişliyim,” … “erkekler bana bakmadan duramaz.” … “Baksana, sana ‘Eşkıya’ dememden alınmıyorsun, değil mi? Gerçekten, çok sevdiğim bir karakterdir.”

“Otel yemeklerini, kahvaltılıkları sevmem. Baksana, çay bile rezalet. Uyku tutmadı diye indim. E, seni göreceğim varmış.”

“Biliyor musun, o kadın öldü,” … “Babamın karısı. Gazetede okudum. Beni bekliyormuş gibi. Babamı aramaya gelişimi beklemiş gibi…”

“Yahu, eşkiya, pencüse ile nasıl aldın o kapıyı sen? Demek beni böyle yeniyorsun!”

“Elçin Beg sizden o kadar bahsetti, sanatınızı o kadar övdü ki, sizinle tanışmaya can atıyordum!”

“Gülbeyaz’ın kızıyım. Hamile kaldığı zaman kendisine inanmadığınız, şantaja kalkıştığı bahanesiyle İstanbul’dan uzaklaştırdığınız kadının!”

“Şu polisi diyorsun. Geldi. Tanıştık. Birkaç kez görüştük hatta. Israrlı. Bilemiyorum. Polislerden pek hoşlanmıyorum galiba.”

“Bunlar insanca kurallar değil. Orman yasası! Kendi kurduğunuz yalanlarla ayaktasınız!” … “Üstün falan değilsiniz! Yalanlarınıza o denli bat-mışsınız ki onlara kendiniz de kanar olmuşsunuz! Çürü-müş, yoz, yıkılmakta olan bir imparatorluk sizinki. Sizler de altında kalacaksınız!”

“Bak, eşkıya. Ben durumunu beğenmiyorum. Bu geceden tezi yok, bana taşınıyorsun. Ben babamı istemiyorum. Kızın seni istemiyor. Yani, sen öyle diyorsun… Ben senin kızın, sen benim babamsın bundan sonra, tamam mı? O aptal kız kardeşim akıllanıp dönerse, kapımız açık. Problem var? Problem yok. İtiraz da yok. Gece program bitince seni almaya geleceğim. Damadın olmaya niyetli geri zekâlının müthiş bir arabası var! Görmelisin!”

“Battal da kim, Cumhur? Cenazeler bana ait. Gömülecekleri yeri belirlemek, hele onları yan yana gömmek! Buna karar verme yetkisini nereden buluyorlar?”

 

PERŞEMBE 

40’lı yaşların başında, şişman olmayan ama topluca, saçları hafif dökük, esmer bir adam. Yedilinin diğer üyeleri gibi, genelde siyah bir takım elbise: takımın içinde beyaz, uzun kollu gömlek giymekte ve ince siyah kravat takmaktadır. Yıllar önce bir kan davası olayında babaannesi ve kendisinin kurtulduğu bir katliam esnasında ailesinin diğer tüm üyelerini kaybetmiş ve bir süre sonra yaşlı babaannesini de yitirince öksüz kalıp yetimhaneye düşmüş, buradan da tetikçi ekibini oluşturan diğer yetimlerle birlikte Kasım’ın ekibine dahil olup, onun tarafından yetiştirilmiştir. Bir adres karışması sonucu öldüreceği adamın yerine muayenehanesini basacağı psikiyatrist Ufuk’a aşık olacak, işi haricindeki zamanının neredeyse tümünü onun peşinde koşarak geçirecektir.

İNTRO

“…Adamın üzerinde siyah bir takım elbise, yakasında gevşemiş siyah kravat takılı beyaz bir gömlek vardı. Siyah, rugan ayakkabıları yıpranmıştı. Ellerine sağlıkçı eldivenleri geçirmişti. Gözleri kapalı, kucağında pofuduk bir yastık, şezlong tipi koltuğa uzanmıştı. Ufuk, bu kırklarında, seyrek saçlı, göbekli adamdan duyduğu korkuya şaştı. Komik bir halde yastığa sarılmış, uykudaydı Perşembe. Garip bir çekiciliği de yok değildi. … Perşembe’nin gözkapakları büzüştü, yerinde huzursuzca kıpırdandı adam. Alnı ter içinde kalmıştı. … Perşembe’nin dudakları aralandı. Yüzü rahatladı, içi sakinledi biraz. Kucağındaki yastığı sıkan elleri gevşedi.”

PERŞEMBE’DEN ALINTILAR:

“Dengesiz, kirli basamaklar. Elimde beş yaşlarında bir çocuk… Basamakların kıyısında kalın, yuvarlak demirden, paslı bir korkuluk… Duvarın badanası dökük…”
“Kuralları değiştirmeliyiz,” … “Adam diye gidiyorum, kadın çıkıyor! Neden kadın öldürmüyoruz, anlamıyorum ki.”
“Bak, Pazar,” … “Bir önceki iş bitmemişken yenisini almak için Kasım’a ne diller döktüm. O resim sende. Bir haftadır kendin getir diye bekliyorum!”
“O rüya… Günlerdir uyuyamıyorum. Gündüzleri bile o başörtüsünün peşindeyim; bir umut, dönmesini bekliyorum. Her seferinde bana dönen, vurduğum birinin gözleri oluyor. Bu rüyayla bağımı kesmeliyim.”
“Ona bir silah ver, Salı. Hepimiz kadar iyi kullandığını biliyorsun.”
“Öyle de olur,” … “Ben gidinceye kadar tak. Sonra çıkar istersen.”
“Birbirinizden uzak durun, dedin. Benden de uzak durun demedin ya. Evlat babadan kopar mı?”
“Benimki de Per… Sinan, Sinan Çeçen.” … “Baksana, Bahtiyar. Benim bir çırağa ihtiyacım var. Burada çalışır mısın? Hem, harçlığın da çıkar.”
“Yok, yok. Hem beklemek de güzel. Aşağıda bir çay bahçesi var. Oraya gidelim mi? Manzarası iyi.”
“Polis olduğunuz anlaşılıyor. Şimdi meseleniz neyse söyleyin ve gidin!”
“Ben, basit bir adamım. Hayatım o mekândan ibaret. Sen hayatıma renk oldun. Değiştiriyorsun beni.”
“Fazla bir şey hatırlamıyorum. Babaannemin yüzünü hatırlamayışım gibi. Bir an hatırlasam, rüya tamamlanacak. Yüzünü gösterecek bana… Bir köy evi. Uzak. Mutlu bir köy evi. Küçüğüm. Koşturuyorum oraya, buraya. Annem, babam, bir abim var. Kız kardeşim. Hayal meyal… Dedem var, babaannem… Babaannem hariç, hepsinin yüzü gözümün önünde…”
“Günahsız o çocuk, Ufuk,” dedi Perşembe. “Günahsız. Adam, benim için gelmişti! Ona bir şey olursa…”
“Çello,” … “Çello şerefsizi, kahvehaneyi basıp, bizim çırağı yaralamış. Onu getirdim. Aga Kasım’ı da o mu vurdu?”
“İkimiz bir ateşte, ben yanarım, o yanmaz…”
“Aga Kasım, burada silah bırakmamıştır. Bırakmış olsa niye duvar örsün?”
“Biz adamı tam buradan vururuz. Bir anda çıkar nefesi. Gittiğini anlamaz bile. Sanki hiç doğmamış gibi…”
“Kulağımın değil de, şu gözlerimin pası bir silinseydi iyi olurdu bak. Hala kelebekler uçuşuyor önümde. Seni bile zor seçiyorum!”
“İşi büyütmeyi düşünüyorum. Bodrum katı adam edip, bilardo masaları koyacağım.” … “O zaman mecburen çalışanlarım olacak.”
“Sonra… ortalık aydınlanıyor… Bu defa o velet yok. Merdivenleri çıkarken çok rahatım. Bacaklarım tüy kadar hafif…”
“Kendimi seviyor… sayıyor… ve onaylıyorum.”

Gelişmeler, Gelişmeler…

Uzun zamandır yazı girmiyordum web sayfama. Yoğunluk, kusura bakmayın.

Bu arada neler mi yaptım?

Sekans, Samsun HABER Gazetesi, HABERHAYAT Dergisi, Edebiyat Nöbeti Dergisi, Modern Hayatlar Dergisi yazı yazdığım yerlerden bazıları. Arada GÖLGENİ ARDINA AL romanımı tamamladım ve çıkardım; şu anda satışta.

Samsun Sinema Topluluğu çalışmalarına ağırlık verdim. Samsun’da her hafta Çarşamba akşamları film gösterimleri yapan, üye sayısı günden güne artan bir topluluk. Etkinlikleri ücretsiz. Bu toplulukla Samsun’daki 2019 Yüzüncü Yıl Platformu’na dahil olduk, projeler hazırlamaya başladık. Ayrıca Mart ayından itibaren, ileride dergiye dönüşmesini umduğumuz bir fanzin çıkarmaya başlıyoruz.

Gölgeni Ardına Al ile fuar yolculuğumuza Merzifon Kitap Fuarı ile start verdik. 16-17-18 Şubat’ta Samsun TÜYAP’ta, 22-23-24 Şubat’ta da Ankara Kitap Fuarı’nda kitabımı imzalıyor olacağım.

ÇIT YOK ve HOMO LUDENS çeviri kitaplarım çıktı Dorlion Yayınlarından. Bu yıl dört çeviri kitabım daha çıkacak.

Beni buradan takip edebilir, facebook sayfama üye olabilir, instagram’da ekleyebilirsiniz. ayrıca yorumlarınızı buradaki maile, ilkermutlu@yahoo.com adresine gönderebilirsiniz. Giderek daha büyük bir aile olacağız…