gölgeni ardına al- 4. fasikül

Salı, Kasım’ın mekanına gelmişti, eşlikçi olduğu günün akşamı. İçeride, kapı önünde kararsız, ayakta bekledi. Tuvaletten çıkan Kasım, onu gördü. Elini mendiline kurulayıp, yelek cebinden köstekli saati çıkardı, baktı.

“Hayırdır Salı?”, dedi, saati cebine yerleştirirken.

“Cumartesi’yi gönderdim. Sığınağa gidesim yok. Konuşalım mı?”

Kasım, kapıyı kapatıp kilitlerken, dışarıyı kolaçan etti. Dönüp, odasına çıkan merdivene yöneldi. Salı da yorgun adımlarıyla onun ardından yürüdü. Yukarı çıktıklarında, bir pelte gibi, kendini sedire bıraktı Salı. Kasım’ın kahve hazırlayışını, fincanları doldurup, sehpaya getirişini seyretti. Kasım, ona baktı ve yerde duran elektrikli sobayı sehpaya yanaştırıp, yaktı.

“Gece soğuk olur, ama bu şimdi içeriyi hamam gibi yapar. Paltonu çıkar hele.”

Salı, sessizce denileni yaptı. Gözü sehpaya devrikti. Kahvelerinden birer yudum aldılar.

“Son işimde bir sıkıntı yerleşti içime. Hedefi vuramayacağımdan korktum. Adam bir anda karanlığa karıştı sanki. Bir titreme aldı beni. Çarşamba koluma dayanak oldu. İşi o yaptı. Ben sadece tetiği çektim… Gözlerim kötüleşiyor. Yorgunum…”

“Hey, koca kurt! Yatağında mı ölecektin? Doktora göndereyim seni istersen?”

“Yoruldum, Kasım. Öldürdüğüm adamların sayısını dahi bilmiyorum.”

“İşimiz bu ve sen de işini iyi yapıyorsun.”

“Çarşambayı da tehlikeye atabilirdim. Hepimizi tehlikeye atabilirim.”

Kasım, fincanını ortaya itip, bir küllük çekti önüne, cebinden sigara paketi çıkarıp, içinden bir sigara çekti, Salı’ya da uzattı. Salı, başını iki yana salladı. Kasım, kendi sigarasını yaktı ve dumanını derin derin içine çekti.

“Sen sığınağın direğisin, Salı. Onları bir arada tutan sensin. Bir süre iş alma istersen. İstersen hiç alma bundan sonra. Ama onlarla kal.”

Salı, cebinden siparişinin resmini çıkarıp, sehpaya koydu. Belindeki silahı da çıkarıp onun üstüne bıraktı. Gözlerini Kasım’ınkilere dikti.

“Bana bir kimlik ver Kasım. Gönder beni. Ne kadar uzak, o kadar iyi.”

Kasım, kalkıp, Salı’ya yaklaştı. Ceketini çıkarttı onun sırtından; palto ile birlikte bir tabureye bıraktı. Salı’yı sedire uzatıp, başına bir kırlent yerleştirdi. Battaniyeyi üzerine örttü. Sonra aşağıya, masasına indi ve telefondan bir numara çevirdi. Karşı tarafın açmasını beklerken, mekanının camından, dışarıya çöken zifiri karanlığa baktı. Her zamankinden daha koyu geldi ona, siyah cehennemiydi.

Şehrin diğer kıyısında Elçin Beg, bu dehlizden kurtulup, otel resepsiyonunun görece aydınlığına dalmaktaydı. Tezgâhın ardında uyuklayan görevliye baktı. Salonda televizyon karşısındaki koltuklarda oturan, kimi uyuklayan birkaç müşteri vardı. Elçin Beg, tezgâhtaki zile vurarak, adının Mehmet olduğunu öğrendiği görevliyi uyandırdı. Anahtarını ondan alıp, asansöre yöneldi. Odasına çıkarken, eli yakasına gitti ve çiçeğin yokluğunu fark etti. Odada ilk işi duş almak oldu. Pijamasını giydi. Yatağa oturup, komodinin üstündeki silahını aldı, okşadı. Televizyonun kapalı ekranında kendisini gördü. Otel reklamının pencereden vuran ışığı, onu rahatsız etti. Uzanıp, perdeyi çekti ve silah elinde, sırtüstü yatağa uzandı. Silahlı elini başındaki yastığın altına soktu. Diğer elini alnına yatırıp, onunla gözlerini örttü.

Diğer kıyıda Kasım, mekanının camekanı ardında, bir buçuk saat önce aradığı kişiyi beklemekteydi. Taksinin karanlığı delen farları gözünü aldı ve az sonra içinden gösterişli bir kadın indi. Geçkince, ama güzeldi kadın. Balıketi, biçimli bacaklarını sergileyen bir elbise giymişti. Sarı gölgeler atılmış siyah saçları, kocaman, kömür karası gözleriyle vurucu bir kombindi. Kasım, kapının kilidini açıp, kadını içeri aldı. Bir an Kasım’a baktı ve ardından bakışlarını tavana çevirdi kadın. O, merdivenlere ilerlerken, Kasım, dışarı çıkıp kapıyı çekti. Elindeki paltoyu sırtına attı. İçeriye baktı. Kadın merdivenin başındaydı. Göz göze geldiler. Sonra kadın, kolonun ardında yitti.

Şimdi yukarıdaydı kadın, geçkin, alımlı fahişe. Eli lambanın düğmesine gitti, gecenin zifiri odanın gölgeleriyle birleştiğinde, ilerlemek oldukça zordu. Ama Salı’yı aniden uyandırmak da istemedi. Gözü karanlığa alışıncaya kadar bekledi. Divana yürüdü sonra ve onun hemen yanındaki tabureye oturdu. Uzanıp, Salı’nın yüzünü okşadı. Salı, gözlerini aralayınca, kadını gördü. Hemen toparlanmak istedi, ama kadın, göğsüne bastırarak onun kalkmasını önledi. Salı’nın elini tutup, kendi göğsüne dayadı. Salı, elini aldı, yüzünü çevirdi. Kadın, gülümseyerek Salı’nın üstündeki battaniyeyi aralayıp, onun yanına girdi. Kasım’ın mekanın büyük kepengini indirdiğini, kapınınkini yarıya kadar çetiğini duydular belki, ama sonrasında odaya hakim olan sadece kendi sesleriydi.

Kasım, sokağın başından karanlıktan yüzü seçilemeyen bir adamın belirdiğini gördü. Adamın giydiği beyaz takım, gecede fosfora batmış gibi parlıyordu. Görünmeyen yüz, meydan okur, ama bir parça çekingen, seslendi ona:

“Kasım! Kasım Aga!”

Kasım, adamı seçmek için gözünü kısıp, eğildi. Adamın arkasında başkaları da vardı. Onlar da beyaz takımlıydılar. Kasım, kapının kepengini de dibe kadar indirip, sırtını ona verdi çömelerek. Yaklaşan adamlardan gözünü ayırmadan, topuğuna bastığı ayakkabıların arkalarını çekti. Yolun diğer tarafına bakıp, ayağa kalktı. Acelesiz, o yöne ilerledi. Adamlar hızlandılar. Sonu çıkmaz olan bir ara sokağa saptı Kasım. Dibe kadar gidip, sırtını bu defa duvara verdi. Belindeki, kemer niyetine kullandığı uzun palaskayı açıp, eline doladı. Salı, birşeyler hissetmişçesine doğrulup, pencereye yanaştı. Üstü çıplaktı, ürperdi. Aşağıya bakıp, sokağı görmeye çalıştı. Kadın, arkasından yaklaşıp, kollarını Salı’nın bedenine doladı ve onu içeriye çekti. Sokağın görünmeyen ucuna saplanan çıkmazda Kasım, cenge hazırdı. Beyazlı adamlar, az sonra o sokağın başında belirdiler.

“Kıstırdık onu,” dedi biri, tabancasını sıyırarak.

Diğer biri onu engelledi.

“Canlı götürmemiz istendi.”

İlk adam, silahı geri koydu. Altı adam, Kasım’ı çemberde tutarak, ona yaklaştılar. Kasım, gerdiği palaskayı havaya kaldırdı ve ıslıkla “Sarıkız” türküsünü çalarak oynamaya başladı. Adamlar şaşkın, birbirlerine baktılar. Biri Kasım’a hamle yaptı. Bir diğeri onu durdurmak istedi, ama geçti. Saldıran adam, suratına inen palaska darbesiyle yere yıkıldı. Diğer beşi, bir anda Kasım’ın üstüne atıldılar. Kasım, üstündeki adamları etrafa fırlattı. Palaskasıyla hepsini acımasızca dövdü ve kaçmayı deneyen sonuncusunun boynuna palaskayı savurdu. Palaskanın ucunu yakalayıp, adamı sırtına vurdu. Adam, nefessiz kalmıştı. Kasım, adamı o şekilde yolun başına sürükledi.

“Sizi gönderen kim?”

Palaska adamın konuşmasına izin vermiyordu. Kasım, yolun caddeye birleştiği yerde bir araba gördü. Tuncay oradan onları izlemekteydi. Kasım, palaskayı saldı. Adam, dizlerinin üstüne çöktü, öksürmeye başladı. Tuncay, şoförünün omzuna dokunur dokunmaz, araba hareket etti. Kasım, yorulmuştu. Bir eliyle terini silip, soluklandı.

“Zeynel Bey’e yarın kendisine uğrayacağımı söyle. Bu kadar adamı kırdırtmasına lüzum yoktu. Haber salması yeterliydi.”

***

Bir kuş uçumu mesafeydi aslında şehrin diğer ucu. Orada, yıldızına göre çok iyi durumda olan oteldeki yatağında Elçin Beg, aniden gözlerini açtı. Tekrar uykuya dalmayı denedi sonra, olmadı. Duvar tarafına döndü. Bulgaristan’dayken yaşlı komşusunun ona kalbinin üzerine yatmaması gerektiğini söylediğini anımsadı. Gerçekten de kalbinin sıkıştığını hissetti bir an. Psikolojik bir ağrıydı yaşadığı, ama gözünden bir damla yaş getirecek denli şiddetliydi. Gözkapaklarını ovalayıp, tekrar araladığında bir düşün içine düştü. Duvarda bir boşluktu, karanlık. O delikte Dilber, Elçin Beg’in ölümsüz aşkı, on beş, on altı yaşlarındaki haliyle, güzel, esmer, kara saçlarına bir karanfil takılı, dansöz kıyafeti içinde oynuyor. 1965 yılının İstanbul’unda, Battal’ın gazinosundadır şimdi. Ancak mekan, daha sadedir. Ortaya doğru uzanan, yuvarlak bir sahnenin geri tarafında orkestra, alaturka bir fasıl geçiyor. Ayhan Işık bıyıklı adamlar ve Belgin Doruk özentisi kadınlarla dolu mekan. Garsonlar gayretkeş, masaların arasında dönüyorlar. Kendi gençliği, bir masada oturuyor Elçin Beg’in. Karşısında oturan genç, şık, bakımlı kadın, Neriman Tarhan’dır işte, en muhteşem zamanlarında. Kadın, gözleri genç Elçin Beg’e dikili, tam onun karşısında oturuyor. Masada beyaz örtü üzerinde büyük bir küllük ve bir meyve tabağı ile Elçin Beg’in önüne bırakılmış para destesi duruyor. Fakir bir takım giyinmiş Elçin Beg, sıkılgan. Dipteki ofisinden çıkan genç Battal, özenli kıyafetinin içinde gelip, masaya oturuyor. Tam lafa girecekken, mikrofona gelen takdimci onu bölüyor:

“Şimdi sizlere oryantal dansöz Dilber Altıntop’u takdim ediyorum.”

Battal’ın gençliği tekrar Elçin Beg’e dönüyor.

“Düşündün mü? Yoksa para mı az geldi?”

“Huzurlarınızda Dilber!” diye çıkacak dansözü anons ediyor takdimci.

Dikkatler oraya yöneliyor birden. Dilber, sahneye çıkıp oynamaya başıyor. Gece siyahı saçında kırmızı bir karanfil takılı. Elçin Beg, onu gördüğüne şaşırıyor, hayatında onun kadar güzel ve taze bir şey görmediğini geçiriyor aklından. Bir anda kıza öyle derin bir sevda duyuyor ki, onun yarı çıplaklığı ağrına gidiyor. Ama Dilber’in dansından gözünü alamıyor.

“Kim bu kız?” diye soruyor.

“Dansöz Dilber,” diyor Battal, umursamazca.

“Hep burada mı çalışıyor?”

“Bu akşam başlıyor.”

“Artık her gece burada,” diyor Neriman Tarhan, sesinde bir parça kıskançlık.

Elçin Beg, bir süre daha seyrediyor kızı. Sonra, kararlı bir ifadeyle elini paranın üzerine koyuyor.

“Kalıyorum,” diyor ve paraları, seyrini bölmeksizin, ceketinin ceplerine yerleştiriyor.

Dilber, müşterilere bakmıyor, gülümsemiyor. Kıvrak dansı otomatik. Birazcık çirkin olsa, itici bile gelebilir dansı seyredene. Ama güzelliği, gazinonun parlak ışıklarının bile yanında sönük kaldığı güzelliği, her şeyi perdeliyor.

Ve işte o gecenin birkaç gün sonrasıdır şimdi. Nasıl da gerçekti duvarın karanlığında izlediği o şimdi üstünden bin yıllık yol yürünmüş anlar. O deli hatırayı izlerken istemsiz bir gülümseme yerleşti ihtiyar Elçin Beg’in dudağına. Kulise giden koridorun başında Dilber’in geçişini bekleyen gençliğini kıskanıyor muydu? Genç Elçin Beg’i, önünden geçip giden Dilber’i utangaçça süzüşünü de o duyguyla izledi. Kızın girdiği kapıya yöneliyor genç, çekimser adımlarla. İyi giyimlidir bu defa, tıraşlıdır, düzgünce taramıştır saçlarını. Kızın kapısını çalacakken, odadan diğer dansöz çıkıyor. Genç, duvara dönüp, onun geçmesini bekliyor. O gidince, oda kapısına yanaşıp, kapıyı çalıyor.

“Buyurun?”, diyor içeriden Dilber’in sesi.

Sanki bir melodinin en güzel anıdır ve sonsuzdur yankısı gencin kulağında. Genç, çekinerek kapıyı aralayıp, odaya süzülüyor. Dilber, hazırlanmaktadır. Aynadan Elçin Beg’i görüp, dönüyor, onun konuşmasını bekliyor merakla. Genç ise kapıda adeta dut yemiş bülbül.

“Bir şey mi söyleyecektiniz?”

Ani bir sağnaktan geçiyor adeta genç. Gömleğinin sırtına yapıştığını hissediyor. Görünmez bir el, odundan bir tıkaç ittirmektedir boğazına. İnanılmaz bir susuzluktur. Yutkunuyor. Alttan, sıkılarak, yıkık bakıyor kıza. Ağzından dökülenleri kendi bile zor işitiyor:

“Yo… Hiçbir şey söylemeyecektim.”

Hatta dışarıya kendini öyle bir atışı var ki, o lafı diyebildiği de çok şüpheli.  Dökülmüş vaziyette çıkıyor gazinodan. Dönünce, Diber’in duvara asılı ilanını görüyor. Öfkeyle parçalıyor onu. Karşı duvarda da boydan boya, kızın dansöz kıyafetli ilanları asılı. Çaresiz, sakinleşiyor. Yırttığı afişin parçalarından Dilber’in başını alıp, cebine koyuyor ve uzaklaşıyor. Ne kadar yürüdüğünün farkında değil. Ama bir yokuştadır artık ve kenarda bir gencin kafeste saka kuşu sattığını görüyor.

“Hayde, liraya saka kuşları! Liraya, liraya!”

Genç Elçin Beg, kafesin yanına çömeliyor ve sevgiyle bakıyor kuşlara. Kuşçu da çöküyor karşısına.

“Buyur, abi?”

“Kaç para bu kuşlar?”

“Tanesi bir lira.”

“Ver bakayım bir tane.”

Kuşçu, bir kese kâğıdı çekiyor, elini kafese sokup, kuşlardan birini yakalıyor. Parayı uzatırken genç Elçin Beg’in yüzündeki koyu yılgınlık yitiyor. Yüzünün her santimetre karesi gülümsüyor. Kuşu incitmekten korka korka, neredeyse bir ana şefkatiyle tuttuğu kese ile koşa koşa gazinoya dönüp, kulise giriyor. Soyunma odasının kapısını tıklatıyor.

“Buyurun?” diyor içerden, aynı yankılı melodi.

Cesaretini toplayıp, odaya giriyor Elçin Beg. Dilber, dansöz kıyafetiyledir. Genci görünce, hemen montunu sırtına alıp, kalkıyor telaşla.

“Gene ne istiyorsunuz benden? Rahat bırakın beni.”

Elçin Beg, konuşmadan Dilber’e yaklaşıp, keseyi ona uzatıyor. Kız, keseyi ürkerek alıyor.

“Nedir bu? Ne var bunun içinde?”

Kızın merakla keseyi açışını, içindekini görünce neşelenmesini izledi ihtiyar Elçin Beg. Kuşu incitmekten korkarak, avucunda tutup, öpüyor kız. Onun gülümseyerek gence tatlılıkla bakmasını kıskandı ihtiyar. Dönüp pencereyi açan, kuşu salan ak güvercin gölgesi ellerinin yüzünü kavramasını ölesiye diledi. Dönüyor, gence sarılıyor Dilber. Şaşkın bir tereddüt anı sonrası, o da sarılıyor kıza. Saçlarını öpüyor, okşuyor. Kıskançlık bir ateşti içinde ihtiyarın. O anı görmemek, o anı unutmak için gözlerini sımsıkı kapadı. Kapısına vurulması onu kendine getirdi. Bir anda yatağından fırlayıp, yastığının altından silahını aldı, ihtiyatla kapıya yanaştı.

“Kim o?”

Kapının dışından yumuşak bir kadın sesi yanıtladı onu, kırık bir Türkçeyle. Biri akraba da olsa, konuşulan Türkçe’ye yabancı iki sesin diyaloğuydu geçen.

“Bir dakika açar mısınız müsaitseniz?”

Elçin Beg, bir an duraksadı. Silahını pijama üstünün yan cebine koyup, kapıyı açtı. Karşısındaki güleç, düzgün, uzun bacaklı, boylu, şuh, açık giyimli bir Rus bayandı.

“Bir isteğiniz var mı?”, diye sordu kadın, çapkın bir gülümsemeyle.

Elçin Beg, başını koridora uzattı, etrafa baktı. Kadına döndü yorgun, ama her zamanki nezaketiyle.

“Hanımefendi, ben bir şey istemedim.”, dedi ve kapıyı örtmeye yeltendi.

“Yüzüme kapı kapatacaksınız? Centilmenlik nerede?”, dedi kadın, yapmacık bir kırılganlıkla. Ama bu, Elçin Beg’i durdurmaya yetti.

“Girmek mi istiyorsunuz?”

Kendinden emin, geniş bir gülümseyişti kadının yüzündeki.

“Bilmem. Size bağlı.”

Olaylar hesapsızca gelişiverdi ve Elçin Beg, kendini Rus kadınla, yere yaydıkları çarşafı sofra bezi gibi kullanarak üzerine getirttikleri yemeği yaymış, bir de şarap açmış, karşılıklı oturur buldu. Anlattığı hatıralar kadını hayli neşelendirmişti.

“Demek, fedai olarak girdiğin gazinodaki dansöze tutuldun?” dedi gülerken kadın.

“Öyle oldu… Kırk küsur sene önce…”

Elçin Beg, şişeye uzandı. O sırada atletinin içinde tuttuğu ince altın zincirli kadın kolyesi boynundan dışarı sarktı. Rus eskortun tuhafına gitmişti bu. Uzanarak, kolyeye dokundu.

“Bu kolye de ne? Gey misin yoksa?”

Elçin Beg kolyenin çıktığını o dokununca fark etmişti. Boştaki eliyle onu atletinin içine atarken, diğer eliyle şişeyi ortaya çekti. Mahsunlaştı. Ancak tebessümü yitmedi.

“Rica ederim.”, dedi, şişenin tıpasını açıp, bardakları doldururken. “Eşimindi. Unutmamamı sağlıyor.”

“Güzel kolye. E, yüzük de aynı işi görmez miydi? Niye yüzüğünü takmıyorsun?”

“Biz hiç nikâhlanmadık ki.”, dedi Elçin Beg, dalgın. Sonra toparlanıp, ayağa kalktı. “Dur sana onun resmini göstereyim.”

Dolabı aralayıp, ceket cebinden tabakasını çıkardı, kapağını açtı. Kapağın içinde Dilber’in vesikalık bir fotoğrafı vardı. Diğer yanı boştu. Elçin Beg, tabakayı kadına uzattı.

“A, senin küçük dansöz bayağı güzelmiş.”, dedi kadın, resme bakarak.

Elçin Beg, usulca yere çöktü, tabakayı kendine çevirerek.

“Güzeldi… Bir kızımız var. Onu bulmak için döndüm. Onun resmini de annesininkinin yanına koyacağım. Bu kolyeyi eşimin boynundan aldım. Hala teninin sıcaklığı üstünde.”

“Ona ne oldu sonra peki? Onu anlatmadın.”

Elçin Beg, resme dalmıştı. Rus eskort, bir süre onu izledi. Sonra doğruldu ve çantasına uzanarak, kalktı. Elçin Beg, tabakayı kapayıp, bakışlarını ona kaldırdı. Kadın, çantasından cep telefonunu çıkartıp, kontrol etti.

“Benimle yatmayacak mısın?” dedi Elçin Beg’e, gözlerini onunkilere dikerek.

Ayrılık vaktinin geldiğini bilen Elçin Beg de ayağa kalktı.

“Sen görevini yaptın. Beni fazlasıyla mutlu ettin eşliğinle.”

“Bu şehirde ikimiz de yabancıyız. Bak, kader nasıl bir araya getiriyor.”

Elçin Beg, dolaptaki ceketinden cüzdanını alıp, içinden para çıkardı.

“Ben yabancı değilim burada. Canımdan bir parça bu şehirde,” dedi parayı kadına uzatırken.

“Bir şey yapmadık ki,” dedi Rus, parayı almaya tereddütlü.

Elçin Beg, yine de parayı kadının avucuna bıraktı.

“Zamanınızı verdiniz, yalnızlığımı paylaştınız.”

Kadın, çantasını açıp parayı içine attı. Kapatmadan, onun içinden bir kâğıt mendil ve bir kalem çıkardı, duvarın üstüne numarasını yazdı mendile. Mendili Elçin Beg’e uzattı.

“Olga ismim. Bana ihtiyacın olursa…”

Mendili nazikçe aldı Elçin Beg. Olga’nın odanın ortasına düşmüş ayakkabılarını getirdi. Olga, ayakkabılarını aldı, giyindi. Elçin Beg’e son bir defa gülümseyip, odadan çıktı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir