ADANA FİLM FESTİVALİ

25. Adana Film Festivali üzerine fotoğraflar yayımladığımda,  konuyla ilgili detayları da paylaşacağımı söylemiştim, ama bir türlü fırsat olmadı. Burada bu festivalle ilgili olarak SEKANS ve MODERN AMANLAR dergilerine yazdığım iki yazıyı paylaşıyorum:

ADANA 2018

Antalya’nın ulusaldan çekilmesinin ardından ulusal film yarışmalarının şimdilik en dikkat çekeni olarak kalan Adana Altın Koza Film Festivali bu sene 25nci yılını kutluyordu. Festival, 2009’dan bu yana Uluslararası adını almış durumda; ulusal ve uluslararası yarışma olmak üzere iki koldan işlemekte.

Değerli sinema yazarı Alican Sekmeç’in oluşturduğu 25. Yıl Sergisi’nden

 

Bu yılki festivalin ulusal kanadında genelde genç yönetmenler yarıştılar ve bu filmlerin çoğunun Türkiye ve Dünya prömiyerleri Adana’da yapıldı. Ulusal programda küçük ölçekli, mütevazı yapımlar çoğunluktaydı. Anons (Mahmut Fazıl Coşkun) gibi bir dönem filmi olma ve anlattığı dönemi de kara mizahla verme iddiasındaki, uluslararası arenada Haifa’da, Venedik’te ödüller alarak gelen ve festival yolculuğunu sürdürecek gibi görünen Anons, bu mütevazı filmlerin arasında sivriliyordu. Sivrilen bir diğer yapım da, absürd komediyi deneyen, Sundance fatihi Kelebekler’di (Tolga Karaçelik).

Jüri yine de Anons’u ulusalda görmezden geldi. Kelebekler ise Ankara ve İstanbul’dan sonra, Adana’da da ödüllendirildi ve En İyi Yönetmen ve Senaryo ödüllerinin yanı sıra, İzleyici Ödülü’nü de aldı. Anons’sa FİLM-YÖN En İyi Yönetmen Ödülü ve Yılmaz Güney Ödülü ile yetindi.

Aslında ben en azından ilk filmlerini yapan yönetmenlerin ayrı bir kategoride yarıştırılmasından yanayım. Bu filmler, zaten daha önce festivaller gezip, ödüller toplayarak gelen filmler arasında bu gibi gerçekten dikkat çekici yapımların kaybolmasına neden oluyor. Kelebekler hele, yurt içi vizyonunu dahi tamamlamış bir film olarak, bunca taze filmle yarıştırılmamalıydı bence. Örneğin benim ve buradaki pek çok sinema yazarı arkadaşımın takdirle izlediği Güvercin (Banu Sıvacı), gözden kaçan ve kendine yazık edilen bir ilk film oldu bana göre.

Güvercin

Güvercin, tutkunu olduğu güvercinlerine kendini adamış bir gencin hikayesini anlatıyordu. Abisi ve ablasıyla yaşayan gencin bu durumunu kabul etmeyen abi, ona bir parçacıda iş buluyor ve parçacı da genci, şehir dışında bir işe gönderiyor. Oradaki iş uzayınca, güvercinlerini merak eden genç, korkuyu yenip, işyerinden kaçıyor ve evine ulaşıyor. Dama çıktığında tüm güvercinlerinin öldürüldüğünü, kümeslerinin boşaltıldığını görüyor. Hayatta onu anlayan tek kişi olan ablası, gencin kuvvetli bir bağ kurduğu Maverdi adlı dişi güvercini kurtarmayı başarmıştır. Maverdi ile yeniden hayata dönen genç, onu uçurur ve onun getireceği yeni güvercinleri beklemeye başlar. Güvercin, ortalamanın çok üzerinde bir ilk film olmakla birlikte, Adana’nın ele aldığı kesimini eksiksiz anlatan ve umut dolu sonuyla bizleri ferahlatırken, bu senenin başlı başına bütünlüklü bir hikaye anlatmayı başarabilen yegane Altın Koza finalistiydi bence. Hele son sekanstaki, Adana’nın yitmeye yüz tutan damlarının muhteşem görüntüsü eşliğindeki kapanış, büyüleyiciydi. Güvercinleriyle adeta yekvücut haline geleceği bir hazırlık döneminden gelip, gerçekten müthiş bir oyun veren genç oyuncu Kemal Burak Alper’e ödül verilmemesi, insanın içine oturuyor. Film, SİYAD En İyi Film Ödülü aldı.

Banu Sıvacı ve ekibi, Gala’da

Ödüller, yarışmaya katılan on beş filmin sekizi arasında pay edilirken, görmezden gelinen sadece Güvercin filmi değildi. Aydede (Abdurrahman Öner), komediden gelen Ezgi Mola’nın, tüm gayretine rağmen, kasaba kadınının dramını yansıtmada inandırıcı olmayı beceremediği, ama tüm çocuk oyuncuların, özellikle başroldeki Bilal Zeynel Çelik’in doğal oyunları ve E.T.-Badi filmlerine yapılan sevimli göndermelerle, bir yarım başarıydı belki. Keza Babamın Kemikleri (Özkan çelik) de köy sahnelerindeki kimi başarısız oyunculukları saymazsak, Cem Davran’ın oyunculuğu açısından bir aşamaydı, ama o film de tam bir başarı sayılmazdı. Tuzdan Kaide (Burak Çevik), bir soyut anlatı denemesiydi ve bu anlatı yer yer ilginçleşmesine rağmen, uzun süresiyle bazen sıkıcı olabiliyordu. (Yönetmen, 2014’te kurduğu deneysel film topluluğu ile çekeceği filmlerin yapısı hakkında bir fikir vermişti zaten. Buradaki çizgisel olmayan anlatı ve farklı oyunculuk denemeleri 68. Berlin Film Festivali’nde filmin ilgi görmesini sağlamıştı). Ve Kaos da artık başyapıtını vermesini yıllardır dört gözle beklediğim Semir Aslanyürek’in yine bir yarım başarıya sürüklendiği, anlatım dili, mizansenleri ve oyunculukları ile eskimiş bir yapımdı. Ama ya çok eğlenceli bir film olan ve Kürt vatandaşlarımızın dil sorununu ince bir espri anlayışıyla işleyerek, bu sorunun ülkemizdeki çözümsüzlüğüne bu şekilde ışık tutan Arada’nın (Ali Kemal Çınar), reenkarnasyon üzerine ilginç bir hikaye aktaran ve oyunculukların çok iyi olduğu (Ancak, iyi bir oyuncu olduğu muhakkak olan Muhammet Uzuner, Bir Zamanlar Anadoluda (Nuri Bilge Ceylan, 2011) filmi sonrası mahkum edildiği durağan oyunculuğun sınırlarını artık zorlamalı) Halef’in (Murat Düzgünoğlu) ve ülkemizde giderek yaygınlaşan çevre yıkımını vurucu bir dille aktaran Yuva’nın (Emre Yeksan) göz ardı edilmesine ne demeli? Yuva’da kardeşlerin filmi iki bölüme ayıran hikayeleri, karakterlerin değişimini verme açısından çok iyi açılımlar sağlıyordu. Hele İğneada Ormanları’ndan elde edilen görüntüler, doyumsuzdu. Vurucu sonuyla festivalin bütünlüklü hikaye anlatmayı başarabilen birkaç filminden biriydi.

Anons ve Kelebekler dışındaki galiplere gelince…

Sibel

Sibel (Çağla Zencirci, Guillaume Giovanetti), aslında daha güçlü adaylar da bulunmasına rağmen oyuncusuna ödül getiren, sadece ıslıkla iletişim kuran kadın karakteri sayesinde ilgiyi ayakta tutan bir yapımdı. Sibel, En İyi Kadın (Damla Sönmez herkesin aklındaydı zaten) ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Emin Gürsoy) Ödülleri ile En İyi Film Ödülü’nü kazandı. Hamburg ve Locarno Film Festivalleri’nden de ödül almış olan yapım, Karadeniz dağlarının doğal güzelliklerini de iyi şekilde değerlendiriyordu.

Dört Köşeli Üçgen (Mehmet Güreli), entelektüel sinema örneği idi, fakat aktarıldığı kitabın felsefi seviyesini tam olarak yakalayamıyordu. Yine de yönetmenin, aynı zamanda yakın akrabası olan Salah Birsel’in anlatısını peliküle en iyi şekilde dökme çabası gözden kaçmıyordu. Elbette bir yönetmen yaklaşımı olarak kitaptan uzaklaşılan anlar vardı filmde bir görsel tat yakalamak adına. Siyah beyaz görüntülerin her biri komple sanatçı kimliğindeki Güreli’ye yakışır nitelikte ve yine yönetmen tarafından yapılan müzik enfesti. Ki En İyi Müzik ödülü’nü En İyi Sanat Yönetimi ile birlikte bu film aldı.

Kardeşler (Ömür Atay), Rusya’da yaşanan gerçek bir haberden yola çıkılarak bize aktarılmış hikayesiyle, çok iyi bir film olabilmenin kıyısından dönmüş bir yapım olarak göründü bana. Sonu aceleye getirilmiş gibi duruyordu ve çok da neden sonuç ilişkisi içermiyordu bu nedenle. Genç oyuncular, ortalamanın üstünde bir oyun vermişlerdi. Nitekim En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü bu iki oyuncu (Caner Şahin ve Yiğit Ege Yazar) paylaştılar. Kadın oyuncu Gözde Mutluer de Umut Veren Genç Kadın Oyuncu Ödülünü aldı.

Güvercin Hırsızları (Osman Nail Doğan), Güvercin filmine hikayesiyle teğet geçmekyetdi ve genç oyuncularından muhteşem performanslar almaktaydı. Nitekim bu filmdeki rolüyle Seyit Nazım, Umut Veren Genç Erkek Oyuncu Ödülü Ödülü’nü aldı.

İçerdekiler (Hüseyin Karabey), Festival’in ikinci uyarlamasıydı. Melih Cevdet Anday’ın güçlü piyesi, tek mekanda geçen hikayesiyle sinemaya uygun şekle nasıl getirilecek diye bekliyorduk. Doğrusu, o sıkışıklığı aşacak bir yönetmenlik başarısı yoktu filmde. Ama Settar Tanrıöğen, yine her zamanki oyunculuğunu konuşturuyordu. Dizi oyunculuğundan gelen Caner Cindoruk, kendini aşma yolunda büyük çaba harcıyordu filmde. Yine de oyuncu ödülü kadın oyuncu, Gizem Erman Soysaldı’ya gitti. Filmin tek kadın oyuncusu olmasına rağmen, Soysaldı’nın En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü alması ilginç bir detay. Film, bir de Jüri Özel Ödülü aldı.

Ulusal gösterimlerinin bir güzel sürprizi de vardı. Sibel’in gösteriminden önce, filmin erkek oyuncusu olan Erkan Kolçak Köstendil’in çektiği sıcak bir çingene romansı olan keyifli kısa film Suma(C)’nın gösterildi. Los Angeles Film Ödülleri’nden komedi dalında mansiyon alan yapım, genç oyuncunun gelecekte yöneteceği filmler hakkında ipuçları barındırmaktaydı.

Uluslararası yarışma filmlerini (Anons dışındakileri elbette) izleyemedik ulusalların koşturmacasında elbette. Ama her biri dışarıdaki festivallerden adaylıklar ve ödüller kazanmış, birbirinden kıymetli yapımlardı. Filmlerin bir kısmının yakında gösterime girecekleri duyurulurken, kalanların da Türkiye’deki festival yolculuklarına devam edeceklerini öğrendik. Bu filmler, Kül En Saf Beyazdır (Jia Zhangke), Blaze (Ethan Hawke), Şüphe (Lee Chang-Dong), Domestik (Adam Sedlâk), Tarihe Barbar Olarak Geçmek Umurumda Değil (Radu Jude), Budala Kardeşim Robert (Philip Gröning), Çifte Hayatlar (Olivier Assayas) ve Zavallı (Babis Makridis) idi.

Şüphe (Burning/Beoning, Lee Chang-Dong), Haruki Murakami’nin bir kısa öyküsünden uyarlanmış, gizemli bir dram. Mahalleden arkadaşı olan bir kadının bir Afrika ziyareti sonrası beraberinde getirdiği bir adamla hayatı değişen birinin öyküsünü anlatıyor. Cannes’da FIPRESCI Ödülü almıştı. Antalya’da da En iyi Film Ödülü’nün sahibi oldu. Yönetmen Chang-Dong, çeşitli festivallerden 48 ödül kazanmış bir sinemacı.

Şüphe

Adana’da Mansiyon Ödülü alan Tarihe Barbar Olarak Geçmek Umurumda Değil (I Do Not Care If We Go Down In History As Barbarians/Îmi este indiferent daca îistorie vom intra ca barbari, Radu Jude), 1941 yazında Bakanlar Kurulu’nda edilen bu sözün ardından Doğu Cephesi’nde başlayan etnik kıyımı anlatıyor. Karlovy Vary’de En İyi Film Ödülü almıştı. Yönetmeni biz, bizdeki festivallerde gösterilen Aferim!’den (2015) biliyoruz.

Kül En Saf Beyazdır (Ash is Pure White/Jiang hu er nv, Jia Zhangke), 2001 ile 2017 yılları arasında geçen vahşi bir aşk hikayesine odaklanıyor. Yönetmen, belgesel ve kısa filmden gelen bir sinemacı. Önceki filmleriyle katıldığı festivallerden 43 ödül toplamış yönetmen. Bu filminin de çeşitli festivallerden 9 adaylığı var.

Blaze (Ethan Hawke), müzisyen Blaze Foley’nin hayatından kesitlerin anlatıldığı bir biyografi. Sundance ve Louisiana Festivallerinden ödülleri var. Bizde oyunculuğuyla bilinen Ethan Hawke’ın yönettiği üçüncü uzun metraj.

Domestik (Adam Sedlâk), Çek Cumhuriyeti’nden gelen bir ilk film. Sağlıklı yaşam, spor, beslenme, supplementler ve ilaç kullanımıyla kafayı bozmuş modern bir çiftin yaşadıklarını anlatıyor. Hamburg ve Karlovy Vary’de adaylıklar almış film. Televizyon yönetmenliğinden gelen Sedlâk’ın ilk uzun metrajı.

Budala Kardeşim Robert (My Brother’s Name is Robert and He is an Idiot/Mein Bruder heißt Robert und ist ein Idiot, Philip Gröning), Robert ve Elena adlı ikizlerin ergenlik, felsefe ve seks hakkındaki kafa karışıklıkları üzerine bir film. Yapım, Berlin’de Altın Ayı için yarışmıştı.

Çifte Hayatlar (Doubles vies, Olivier Assayas), ortayaş krizi, değişen endüstri ve karıları nedeniyle başları belada bir editör ve bir yazarı anlatıyor. Film Şikago, Toronto ve Venedik’te adaylıklar almıştı. Assayas, filmleriyle defalarca adaylıklar kazanmış, çeşitli festivallerden de 27 kez ödülle dönmüş bir yönetmen. Sinemalarımızı en son 2016’da Personal Shopper ile ziyaret etmişti.

Zavallı (Pity, Babis Makridis) ise, ancak mutsuz olduğunda mutlu olabilen, üzgün olmaya bağımlı bir adamı anlatan, ilginç bir hikayeye sahip. Son zamanlarda çıkışta olan Yunanistan sinemasından gelen yapım, muhtelif film festivallerinden adaylıklara sahip. Yönetmenin ikinci uzun metrajı. Pity, Odessa ve Lüksemburg’dan ödüllü bir film.

110 ülkeden 3 bin 111 başvurunun yapıldığı ve 45’inin ana jürinin önüne çıkmaya hak kazandığı Uluslararası Kısa Film Yarışması’nın ödülleri, şöyle dağıldı: Grandfather (Amar Kaushik), kurmaca dalında; If The World Spinned (Leonardo Martinelli), deneysel dalda; The Voice Over (Claudia Cortes Espejo, Lora D’Addazio, Mathilde Remy), canlandırma dalında; Memorandum (Jennifer Lara) da, belgesel dalında en iyi film ödülleri alırken, Bitter Sea (Fateme Ahmadi), mansiyon ödülü aldı.

Ulusal kısalarda, Yıkık Kentler Senfonisi (Kerem Sürmeli) birinci, Sınıf (Elif Parlak) ikinci ve Taşköprü‘yü Kim Yaptı (Ümit Güç) üçüncü oldu.

Son olarak, Ulusal Öğrenci Filmleri Yarışması’nda, Her Şey Yolunda (Metehan Şereflioğlu) kurmaca dalında, Cehman (Müfit Güzel) deneyselde, 3 Duvar (Aysun Karaosman) canlandırma dalında, Kurbağa Avcıları (Batuhan Kurt) belgesel dalında en iyi filmler seçildiler. Çalıkuşu (Esra Yıldırım) ve Giderayak (Özgür Cem Aksoy) ise Jüri Özel Ödülü aldılar.

Ödül dağılımlarına ve yarışan filmlere böylece göz atmış olduk. Festivalde ayrıca “Dünya Festivallerinden”, “Akdeniz’in Ötesi”, “Ücra Köşeler”, “Ustaların Gözünden”, “Vizyon Sahibi Yönetmen”, “Yunan Yeni Dalgası” ve “Restore Edilmiş Filmler” başlıklarıyla pek çok filmin de özel gösterimleri yapıldı.

“Dünya Festivallerinden” bölümündeki filmlerden, Uzun Bir Günden Geceye Yolculuk’u (Long Day’s Journey Into Night/Di qiu zui hou de ye wan, Gan Bi) görme şansı buldum. İzleyeni moddan moda sokan, muhteşem bir seyirlikti. Sondaki bir saate yakın, üç boyutlu gerçekleştirilmiş tek çekim, dakikliği ve sanat yönetimiyle seyredeni sarsıyordu. O gün seyrettiğimiz dördüncü film olmasına rağmen, bizi aymayı başarmıştı film. Adana’dan önce uğradığı Cannes’da da ilgi görmüştü film ve ünü kulağımıza ulaşmıştı. Yönetmenin ikinci uzun metrajı olmasına rağmen hayli yenilikçiydi.

Uzun Bir Günden Geceye Yolculuk

“Akdeniz’in Ötesi” bölümünde özellikle Sicilian Ghost Story (Fabio Grassadonia, Antonio Piazza) ve Tunis By Night (Elyes Baccar) dikkat çekmekteydi. “Ücra Köşeler” programı dahilinde Gaspar Noé’nin Climax’ı vardı. Muhtemelen yine kışkırtıcı, deneysel anları olan bir filmdi. Cannes’da ilgi görmüştü film. “Ustaların Gözünden” bölümü filmlerinden biri Jean-Luc Godard’ın son filmi The Image Book’tu. “Vizyon Sahibi Yönetmen” bölümünde, festivalde bu ödülü alan Rus yönetmen Aleksey Fedorchenko’nun kısaları dahil, tüm filmlerinin toplu gösterimi vardı. Farklı montaj diliyle film gramerinizi bozan ilginç bir yönetmen Fedorchenko. Kendisine sorular yöneltme fırsatı bulduk. Sorularımızı internet üzerinden yanıtlamayı tercih etti.

“Yunan Yeni Dalgası” bölümü, bu akımı başlatan filmlerden Köpekdişi’ni (Dogtooth/Kynodontas, Yorgos Lanthimos) ve Zavallı ile yarışan Babis Makridis’in ilk filmi L’yi de içeriyordu.

“Restore Edilmiş Filmler” kısmındaki tüm filmler görülesiydi: Come and See (Elem Klimov, 1985), My Twentieth Century (Ildikó Enyedi, 1989), Brief Encounters (Kira Muratova, 1968), Fanny and Alexander (Ingmar Bergman, 1982) ve Kubrick’in 2001’ine ilham verdiği söylenen, cezbedici IXARIE XB-1 (Jindrich Polák, 1963).

Böylesi zengin bir içeriğe ev sahipliği yapan festivalin açılış filmi, dışarıda büyük ses getiren ırkçılık karşıtı Spike Lee filmi Blackklansman’dı. Siyahi bir polisin teşkilatta kendisini ispatlamaya çalışırken, bir anda ırkçı beyazların oluşturduğu bir klanla karşı karşıya kalmasını ve onu yenmesini esprili bir dille anlatıyordu yapım.

Festival filmlerini genel hatlarıyla tanımış olduk.

Festival, 600’den fazla kişiden oluşan, oldukça kalabalık bir konuk listesine sahipti. Bu nedenle misafirler, beş farklı otele dağıtılmıştı. Bu yoğunluğa rağmen, festival, önceki yıllardaki dağınıklığını büyük ölçüde çözmüş; aksaklıklar yok denecek kadar azalmış. Bu yıl festivalde 149’u uzun metraj olmak üzere, toplam 266 film gösterildi. Yabancı festivallerle kurulan sağlam ilişkiler sayesinde, oldukça iyi bir program oluşturmuş. Festival Direktörü İsmail Dikilitaş ile festival bürosunda kısa bir görüşme yapma fırsatı buldum. Kendisinden festival hakkında özet bilgiler aldım. Dikilitaş’ın festivali daha ileri bir noktaya taşımak için hedefleri var. Festivaldeki basılı materyal eksikliği gibi sorunları kabul etmekle birlikte, bunun dolardaki artış neticesinde oluşan aksamalar olduğunu iletti. Yine festival tarihçesinden ve zaman zaman verilen molaların nedenlerinden konuştuk. 1973 sonrası, ekonomik olanaksızlıklar, Belediye’nin festivale ara vermesine neden olmuştu. 1992’de yeniden başlatılan Altın Koza, 1998 Adana ve 1999 Marmara Depremi’ne duyarlılık gösterilerek, yapılmamış, onun yerine mağdur vatandaşlara yardımda bulunulmuş. 2005 yılından itibaren festival kesintisiz devam etmekte. İsmail Bey, bürodaki ekibiyle de beni tanıştırdı ve vedalaştık.

Festival Direktörü İsmail Dikilitaş’la

İlk gece, festivalin açılış töreniyle birlikte Onur Ödülleri de dağıtıldı. Şerif Gören’e Yaşam Boyu Başarı ödülü giderken, Cüneyt Arkın, Muhterem Nur, Ahmet Mekin, Süleyman Turan’a da Onur Ödülleri verildi. Sağlık sorunları nedeniyle törene katılamayan Arkın’ı eşi ve oğlu temsil etti. Törene bir video ile iştirak eden Arkın, konuklara duygusal anlar yaşattı. Törende Rus yönetmen Aleksey Fedorchenko da sinemadaki yenilikçi yaklaşımından dolayı Vizyon Sahibi Yönetmen ödülünü aldı. Konser ve kokteylle devam eden gece sonunda Avşar Sineması’nda açılış filmi olan, merakla beklediğimiz Blackklansman izlendi.

Onur Ödülü alan Ahmet Mekin’le

Kalan dört gün boyunca Cinemaximum Sineması’nda Ulusal Yarışma’da yarışan on beş filmi izleme fırsatı bulduk. Ulusallardan aylardır merakla beklediğim iki film olan Anons ve Kelebekler, anlatım ve oyunculuk açısından farklı işlerdi ve kaliteli işçilik barındırmaktaydılar. Ama bu denli iddialı yapımlardan beklemeyeceğim hatalar içeriyorlardı. Anons, bir dönem filmi olarak özellikle radyoevi sahnelerinde, zaman zaman çok açık veriyordu ki bu açıklar basitçe kamufle edilebilecek şeylerdi. Hilton’un modern ışıklandırması karşısındaki sahne de doğrusu beni hikayenin dışına alıverdi bir an. Olay gece geçiyordu ve yönetmenin daha da karanlık görüntüler istediğini gösterim sonrasındaki sunumda görüntü yönetmeni de belirtmişti. Yine de film bana olması gerekenden daha karanlık geldi. Kelebekler’de ise, hani, absürd anlatı deyip de geçemeyeceğimiz, cenazeye kız kardeşin açık saçıyla katılması, cenazeden önceki gece içen kardeşlerin bağıra bağıra şarkı söylemesi ve köyden kimsenin tepki göstermemesi gibi durumlar, yerli seyirciyi irrite edebilecek “hata”lardı. Bununla birlikte, iki filmin de eğlenceli, lezzetli olduklarını söyleyebilirim.

Gösterimlerin haricinde, festival programı dopdolu bir içerikle zenginleştirilmişti. “Çizgi Romandan Beyazperdeye”, “Türk Sineması Nereye?”, “Muhsin Ertuğrul Sineması”, “Şerif Gören’in Sinema Hafızası”, “Deha ve Şahsiyet Yapım Aşamasında Reji ve Kurgu Uyumu”, “Orhan Kemal Sineması ve Kayıp Senaryoları”, “Oyuncu ile Çalışmak” gibi söyleşiler, Suat Yalaz, Süleyman Turan, Barış Saydam, Kaya Özkaracalar, Engin Ayça, Yılmaz Atadeniz, Ayla Algan, Necip Sarıca, Şerif Gören, Sebahattin Çetin,Ezel Akay, Onur Ünlü, Işık Öğütçü, Gülsen Tuncer gibi isimleri dinleyicilerle bir araya getirdi. Erhan Tuncer, 25. Yıla özel 25 orijinal Yeşilçam senaryosunu sunarken, senaryo buluşmaları ve kısa film atölyeleri ve sunumlarıyla, özellikle de Cannes temsilcileriyle kısa filmcilerin buluşturulması ile yeni sinemacılara ufuk açıcı faaliyetlerde yer alma şansı sunuldu. Muhsin Ertuğrul, Yılmaz Güney ve Alican Sekmeç’in koleksiyonundan gerçekleştirilen 25. Yıl Festival Tarihi sergileriyle ve muhtelif konserlerle de festival zenginleştirilmişti.

Bence yukarıda verdiğim detaylarla festival, 25nci yılını kazasız belasız atlatmıştır. Ha, bu denli büyük organizasyonlarda birtakım şanssızlıklar, eksikler olmaz mı? Elbette olur. Gösterim salonlarının dağınık ve birbirine uzak noktalarda olması, festivalin takibini zorlaştıran bir etkendi. Bu sorun, konan servisler yardımıyla aşılıyordu gerçi. Bir de basılı materyal problemi vardı, dediğim gibi. Festival sonuna kadar program kitapçığı elimize geçmemişti. Keza, festival kitaplarının tümüne ulaşmakta da zorluklar yaşadık.

Adana, Büyükşehir olmanın şanına uygun olarak, düzgün bir festival yürütmenin yanı sıra, bir müzeler kenti olma yolunda da ilerlemektedir. Konumuz sinema olunca özellikle gezdiğim Sinema Müzesi’nden ve Sabri Şenevi ve dostlarının özel girişimi olan Sinema Evi’nden bahsetmek isterim son olarak.

Sinema Müzesi’nden

Büyükşehir Belediyesi Adana Sinema Müzesi, zengin içeriği ve bazılarını ilk defa gördüğüm orijinal afişlerle, sanatçı mumyaları ve eşyalarıyla cezbedici doğrusu. Yılmaz Güney’in kendi el yazısıyla yazdığı bir mektup, sigara tabakası, Altın Koza ödülü, bazı filmlerde kullandığı silahlar, Umut’taki kıyafetlerinin giydirildiği mumya heykeli ve Seyyit Han’daki başlığı; Nazım Hikmet’in kayıp filmi Güneşe Doğru’nun orijinal afişi, orijinal Killing kıyafeti, eski Altın Koza’ların gazete haberleri ve fotoğrafları, neler neler…

Yine de Sabri Şenevi’nin Sinema Evi, Sinema Müzesi’ne göre içeriği zayıf olmasına rağmen, çok daha sıcak. Sabri Bey, hem sinemaseverlere hem sinema çalışan ve meraklılarına ev sahipliği yaparken, arka avluya kurduğu projeksiyon makinesiyle beyaza boyadığı duvara yansıttığı filmleri ücretsiz olarak görmenizi sağlıyor. Yine eski yazlık sinema havasını yaşatan soğuk gazozlarını buz dolu tenekeden çıkarıp, kaşığın tersiyle açarak ikram ediyor size. Mütevazı bir makine, afiş, film ve plak koleksiyonuna sahip olan sinema evin zaman su gibi akıp, geçiyor.

Sabri Şenevi, tutkulu bir sinemasever…

Sinema Evi’nin perdesi.

Neticede güzel bir şehirde, güzel bir festival eşliğinde, harika zaman geçirmiş, yeni dostlar edinmiş, birbirinden değerli sanatçı ve sinema çalışanı ile tanışmış olduk. Darısı gelecek festivallerin başına…

FİLM FESTİVALLERİ ve Özelde ADANA FİLM FESTİVALİ

1920lerde, Hollywood film endüstrisinin az gelişmiş ülkelerin sinemaları ve belgesel ve avangard film gibi ticari olmayan hamleler üzerindeki nüfuzuna tepki olarak, film toplulukları ve sinema-kulüpleri ortaya çıktı ve empresyonist ve sürrealist sinemanın doğuşunun teşvik edildiği Fransa ve yerli filmler için tek istikrarlı pazar olan Brezilya gibi farklı ülkelere yayıldı. Bunlar arttıkça, çoğu uygulayıcı veya hevesli yönetmenler olan üyelerinin ulusal sınırları önemsemeksizin fikirlerini ve ilhamlarını paylaşabildikleri uluslararası toplantılar düzenlemeye başladılar. Bu aktiviteler, ilerideki film festivallerinin prototipleriydi.

İlk gerçek film festivali, İtalyan diktatör Mussolini’nin propaganda aracı sinemaya duyduğu şevkle hayata geçti. Hollywood ve diğer endüstrilerle olan mücadelede, devletin işlettiği İtalyan sinemasının gelişimini kamçılamak adına, yerli film endüstrisinin gelişimi için müsrifçe para saçıldı. Haber Alma Bakanlığı üzerinden desteklenen kültürel projeler arasında, zaten var olup, kendisini içerikçe daha çeşitli, disiplinler arası kılmak çabasıyla Ağustos 1932’de Uluslararası Sinematografik Sanat Gösterimi’ni doğuran Venedik İtalyan Sanatı Gösterimi Bineali vardı.

İlk sinema programı, korku klasiği Dr. Jekyll and Mr. Hyde (Rouben Mamoulian, 1931) ile başladı ve yedi ülkeden yirmi dört başka yapım da içeriyordu. Gösterimin amacı, sanatın ışığının ticari dünyayı aydınlatması olarak açıklandı, ama ana hedefin güç politikası olduğu kısa zamanda ortaya çıkacaktı. Her yıl yapılması planlanan festivalin ilk yılı olan 1935’e, 1932 programındaki halk oylaması ve “katılım diploması”nın yerine resmi ödüller koyulmasıyla, Avrupa faşizminin devam eden yükselişi damgasını vurdu. Bu, her yıl bir En İyi İtalyan Filmi ödülü verilmesinin yanı sıra, o zamanlar İtalya’nın müttefiki olan Nazi Almanyası’nın da En İyi Yabancı Film ödüllerini 1936 ve 1942 yılları arasında dört kere kazanmasının yolunu açtı. Jürideki Amerikalı ve İngiliz üyeler, bunun sonucunda istifa ettiler. Fransız katılımcılar da, Mussolini Kupası kararlarını protesto edip, 1937’de takdir gören Fransız yapımı, Jean Renoir’ın büyük savaş draması La grande illusion’a (1937) verilen ödülün festival yetkililerince veto edilmesine tepkiyle, sokağa döküldüler. Bu, artık kültür dünyasının gözünde siyasi ve ahlakça lekeli İtalyan mevkidaşlarını gölgede bırakmak için tasarlanan bir Fransız film festivalinin oluşmasına kadar vardı. Sinema otoritesi Robert Favre le Bret ve Action Artistique Français organizasyonunun başındaki Philippe Erlanger, böyle bir festival yaratmakla görevli komitenin başını çektiler. Yönetmen Louis Lumière, grubun başkanlığını yaptı. Mussolini’nin öfkesini göze alan Fransız hükümeti, gerekli fonu sağladı ve birkaç ay sonra, Fransız Rivierası’ndaki Cannes kenti, yeni etkinliğe ev sahipliği yapmak üzere hazırlığa başladı.

Venedik’in erken başarısı üzerine, başka, küçük festivaller türeyivermişti, ama film festivalini modern kültürel hayatın birleştiricisi olarak kurumsallaştıran, resmi olarak Cannes Uluslararası Film Festivali adını alarak, Eylül 1939’da başlayan Cannes’dı. Program, The Wizard of Oz ve Only Angels Have Wings gibi filmler içeriyordu. Gary Cooper, Mae West, Douglas Fairbanks, Norma Shearer ve Tyrone Power, Cannes’a Hollywood’un devasa MGM stüdyosu tarafından gönderilen “yıldızlar gemisi”ndeydiler. William Dieterle’nin The Hunchback of Notre Dame uyarlamasının festivalin açılış gecesi gösteriminin duyurusu olarak, sahile Nôtre-Dame Katedrali’nin karton bir modeli dikilmişti. Ancak, açılış filmi, gösterilecek tek film olacaktı. Almanya aynı gün Polonya’yı işgal etti ve festival yönetimi de kapılarını açtıktan birkaç saat sonra kapattı ve Eylül 1946’ya kadar açmamak durumunda kaldı. Venedik Festivali de 2. Dünya Savaşı kaosu nedeniyle üç yıl ara verdiği festivali, 1946’da yeniden başlattı. Projeksiyon arızaları ve Alfred Hitchcock gerilimi Notorious’un program dışı gösterimi gibi teknik sorunlara rağmen, Cannes’ın 1946 programı büyük bir başarıydı. Yine de, 1947’deki festival, İngiltere ve Sovyetler Birliği gibi büyük ülkelerin yokluğuyla fire verdi ve 1948 programı iptal edildi. 1951’e kadar Cannes tutarlı bir devamlılık sergileyemedi. Ancak tarihini daha büyük filmlerin müsait olduğu bahar aylarına kaydırdıktan sonra, binlerce gazeteciyi gün boyu süren basın gösterimlerine ve endüstri profesyonellerini Palais’te ve şehre yayılan salonlarda yapılan gösterimlere çekerek, dünyanın en prestijli ve etkin film festivali olarak hüküm sürdü.

 

Festivaller, dünya ölçeğinde savaş halinin mazi olduğu yirminci yüzyılın ikinci yarısında filmin süregiden sanatsal (ve ticari) önemini teyit ederek, 1950ler boyunca Avrupa’da ve başka yerlerde, artan oranda çoğaldı. Siyaset, Venedik ve Cannes oturduktan sonra, festival tarihinin bu safhasında önemini yitirdi, ama siyasi değerlendirmeler asla tümüyle sahneden kalkmadı. Büyük ve ihtiraslı Berlin Uluslararası Film Festivali, örneğin, 1951’de, Soğuk Savaş hızla tırmanışa geçmişken, kendini Doğu ve Batı arasında coğrafik ve sanatsal bir buluşma zemini şeklinde sundu. Bunun sonucunda, Doğu bloğunun sosyalist devletleri, zaman zaman bireysel filmler bu ülkeleri temsil etmişse de, 1975’e kadar resmi katılımda bulunmadılar.

1960larda doğacak festivallerin en önemlisi, New York Film Festivali’ydi. 1963’te, şehrin önde gelen kültürel alanlarından Lincoln Center’da kuruldu. Bir ölçüde Londra Film Festivali’ni model alsa da, programında çoğunlukta olan sanat filmlerinin, avangard çalışmaların ve belgesellerin estetik kökenini garantileyen sanatsal topluluk içinde (Metropolitan Operası ve New York Filarmoni Orkestrası gibi kurumların ev sahibiydi) Lincoln Center’ın muazzam prestijinin avantajını kullanmaktaydı. Böylesi sinema, sofistike seyircilerin, orijinal dilde, altyazıyla sunulan yenilikçi yabancı filmleri şaşırtıcı derecede benimsedikleri bir zamanda belki sınırlı, ama tutkulu bir kitle buldu. Cannes ve Berlin festivallerinin ağır programlarının aksine, New York Festivali, sınırlı sayıda film gösteriyordu (beş kişilik seçim komitesince belirlenen iki düzine uzun metraj, bir o kadar kısa metraj film) ve zaten oldukça seçici olan yapısının gösterilen her filmi “kazanan” yaptığını öne sürerek, ödüller vermeyi reddediyordu.

Film festivali tarihindeki iki anahtar hadise, 1970lerde gerçekleşti. İlki, başlangıçta, Kanadalı seyirciler için başka festivallerden büyük ilgi gören yapımları getirme taahhüdünü vurgulayan bir adla, Festivallerin Festivali denen Toronto Uluslararası Film Festivali’nin 1976’da başlamasıydı. İlk yılı, bazı Hollywood stüdyolarının ilgisizliği nedeniyle bozulsa da, sonraki yıllarda iç yapımlardan uluslararası sanat filmlerine ve ironik bir şekilde, benzer herhangi bir etkinlikte bulunacak olandan daha fazla Hollywood yapımına kadar geniş bir yelpazedeki bir yıllık listeyle, dünyadaki en kucaklayıcı festivallerden biri haline geldi. Kanada, ayrıca başka iki büyük festivale daha ev sahipliği yapmaktadır: Montreal Dünya Film Festivali ve Vancouver Uluslararası Film Festivali.

1970lerin diğer büyük gelişmesi, 1978’de Salt Lake City’de, Utah Film Komisyonunun, film üretimi için bir alan olarak devletin varlıklarını ön plana çıkartma aracı şeklinde tertiplenen, Birleşik Devletler Film Festivali’ni başlatmasıdır. Festival, enerjisini, ayrıca yurt çapında yeni bağımsız filmler için bir yarışmaya sponsor olduğu üç yıl boyunca, retrospektiflere ve tartışma ağırlıklı etkinliklere yoğunlaştırdıktan sonra, etkinlik, 1981’de Park City’deki daha küçük topluluğa kaydı ve daha yüksek bir profil arayışına girdi. 1985’te aktör Robert Redford ve dört yıllık Sundance Enstitüsü tarafından devralındı. Redford bu enstitüyü, Hollywood sisteminin dışında bağımsız film yapımını desteklemek için kurmuştu. 1986’da Sundance Film Festivali adını alarak, hem bağımsız hem de uluslararası yapımlar için geniş kapsamlı bir vitrin olduğu kadar, ilgi gören bir medya hadisesi haline geldi.

Dünya çapında ilgi toplayan festivallerin yanı sıra, binin üzerinde mütevazı etkinlik türemiştir. New York ve Fransa-Avignon’da gerçekleştirilen Fransız-Amerikan Film Atölyesi ve New York taşrasındaki, sinema ve yazılı dünya arasındaki ilişkileri öne çıkaran Lake Placid Film Forumu gibi bazıları, adlarında “festival”den başka bir şey kullanarak emsalsizlik oluşturmayı denediler. Afrika, Burkina Faso’daki Ouagadougou Festivali ve Asya’daki Şangay ve Tokyo festivalleri, Birleşik Devletler ve Avrupa dışındaki ana festivallerdendir.

Dünya festival tarihi kısaca bu şekildedir. Oscar Ödülleri, bir festival değildir, çünkü sadece ödül törenini içerir ve tek gece sürer.

Bizdeki ilk yerli sinema yarışması da böyle bir düzenlemedir ve festival kapsamına girmez. Bu faaliyet, 1948’de Yerli Film Yapanlar Cemiyeti tarafından “Yerli Film Müsabakası” adıyla düzenlendi. Ciddi anlamda ilk film festivalimiz, “Birinci Türk Film Festivali” adıyla, 1953’te, Türk Film Dostları Derneği’nce yapıldı. Kurumsallaşan ilk film festivalimiz ise 1963’te halihazırda zaten yapılmakta olan Aspendos etkinliklerinden Avni Tolunay’ın belediye başkanlığı esnasında film festivaline dönüştürülen Antalya Film Festivali’ydi.

Onu 1969’da başlayan Adana Altın Koza Film Festivali izledi. Antalya, yoluna 80lerdeki bir yıllık kesinti sayılmazsa, aralıksız devam ederken, Adana, zaman zaman ara vermek durumunda kaldı. Yine de bugün Türkiye’nin ikinci köklü film festivalidir.

Bir diğer majör film festivalimiz olan İstanbul Film Festivali ise İKSV tarafından, 1982 yılında başlatıldı ve Ankara Film Festivali’ne de bir başka vakıf olan Dünya Kitle İletişim Vakfı’nca 1998’de start verildi.

Bugün Türkiye’de bu saydıklarımız da dahil, küçüklü büyüklü, belli bir istikrarda devam eden 30 kadar film festivali bulunmaktadır. Son 10 yıl içinde 200 civarında film festivalinin kısa sürede sonlandığı görülmektedir.

Adana Altın Koza Film Festivali, ülkemiz film festivalleri arasında, zaman zaman kesintiye uğrasa da, devamlılığını korumuş, görevini yerine getirmiş bir organizasyondur. İlk kez 1969’da, ‘Altın Koza Film Şenliği’ adıyla Adana Belediyesi ve Adana Sinema Kulübü öncülüğünde gerçekleştirilmiştir. İlk yıl, Metin Erksan, Kuyu filmi ile En İyi Yönetmen ve En İyi Film, Fatma Girik, Ezo Gelin ile En İyi Kadın Oyuncu, Yılmaz Güney, Seyyit Han ile En İyi Erkek Oyuncu dallarında Altın Koza’yı alan ilk sanatçılar oldular.

1973’teki beşinci festivalden sonra, Altın Koza’ya, ekonomik olanaksızlıklardan, on sekiz yıl kadar ara verildi. 1992’de Adana Belediyesi, şenliği yeniden başlattı ve Altın Koza Kültür ve Sanat Festivali, bu yıl düzenlediği Ulusal Uzun Film Yarışması’nın yanı sıra Öğrenci Filmleri Yarışması‘nı da programına ekleyerek, Türkiye’de ilk kez bu alanda yarışma düzenleyen festival oldu.

1998’deki Adana ve 1999’daki Marmara depremlerine duyarsız kalamayan Büyükşehir Belediyesi yönetimi, o yılların Altın Koza bütçesini depremzedeler için kullanarak Festivali düzenlememe kararı aldı.

7 yıllık aradan sonra 12. Altın Koza, 2005 yılında tekrar başlatıldı. 2005’ten bu yana kesintisiz süren Festival, programına eklediği ‘Dünya Sineması’ ve ‘Akdeniz Filmleri Seçkisi’ ile uluslararası kimliğe bürünmüş, ‘Akdeniz Ülkeleri Uluslararası Kısa Film Yarışması’ ile de bu kimliğini pekiştirmiştir. Festival, her yıl Türk sinemacıların yanı sıra Avrupa’dan da yaklaşık 700 konuğu ağırlamakta ve yaklaşık 70 bin izleyiciye ulaşmaktadır.

Bu yıl, 25. Adana Altın Koza Film Festivali’nin konuğu olduk. Festival üçüncü günden itibaren konuk almaya başladığı için, ilk iki gün daha önce çoğunu ancak televizyondan ya da DVD kopyasından izleme imkanı bulduğumuz eski Altın Kozalı, birbirinden değerli filmi görme şansını kaçırdık. Neyse ki, önümüzde Ulusal Yarışma filmlerini ve bazı yabancı yapımları izleyebileceğimiz bir maraton vardı.

Festival, 600’den fazla kişiden oluşan, oldukça kalabalık bir konuk listesine sahipti. Bu nedenle misafirler, beş farklı otele dağıtılmıştı. Bu yoğunluğa rağmen, festival, önceki yıllardaki dağınıklığını büyük ölçüde çözmüş; aksaklıklar yok denecek kadar azalmış. Bu yıl festivalde 149’u uzun metraj olmak üzere, toplam 266 film gösterildi. Yabancı festivallerle kurulan sağlam ilişkiler sayesinde, oldukça iyi bir program oluşturmuş. Açılış filmi olarak Blackklansman (Spike Lee) iyi bir seçim. Yurt dışındaki festivallerde de büyük ses getirmişti.

İlk gece, festivalin açılış töreniyle birlikte Onur Ödülleri de dağıtıldı. Şerif Gören’e Yaşam Boyu Başarı ödülü giderken, Cüneyt Arkın, Muhterem Nur, Ahmet Mekin, Süleyman Turan’a da Onur Ödülleri verildi. Sağlık sorunları nedeniyle törene katılamayan Arkın’ı eşi ve oğlu temsil etti. Törene bir video ile iştirak eden Arkın, konuklara duygusal anlar yaşattı. Törende Rus yönetmen Aleksey Fedorchenko da sinemadaki yenilikçi yaklaşımından dolayı Vizyon Sahibi Yönetmen ödülünü aldı. Festivalde yönetmenin filmlerinin toplu gösterimi de yapıldı. Konser ve kokteylle devam eden gece sonunda Avşar Sineması’nda açılış filmi olan, merakla beklediğimiz Blackklansman izlendi.

Onur Ödülü alanlar toplu halde.

Kalan dört gün boyunca Cinemaximum Sineması’nda Ulusal Yarışma’da yarışan on beş filmi izleme fırsatı bulduk. Bu filmler, Dört Köşeli Üçgen (Mehmet Güreli), Aydede (Abdurrahman Öner), Babamın Kemikleri (Özkan Çelik), Halef (Murat Düzgünoğlu), Kelebekler (Tolga Karaçelik), Kaos (Semir Aslanyürek), Sibel (Çağla Zencirci & Giullaume Giovanetti), Güvercin (Banu Sıvacı), İçerdekiler (Hüseyin Karabey), Kardeşler (Ömür Atay), Anons (Mahmut Fazıl Coşkun), Güvercin Hırsızları (Osman Nail Doğan), Arada (Ali Kemal Çınar), Yuva (Emre Yeksan), Tuzdan Kaide (Burak Çevik) idi.

Ulusallardan aylardır merakla beklediğim iki film olan Anons ve Kelebekler, anlatım ve oyunculuk açısından farklı işlerdi belki ve teknik yönden de kaliteliydiler. Ama bu denli iddialı yapımlardan beklemeyeceğim hatalar içeriyorlardı. Anons, bir dönem filmi olarak özellikle radyoevi sahnelerinde, zaman zaman çok açık veriyordu ki bu açıklar basitçe kamufle edilebilecek şeylerdi. Hilton’un modern ışıklandırması karşısındaki sahne de doğrusu beni hikayenin dışına alıverdi bir an. Olay gece geçiyordu ve yönetmenin daha da karanlık görüntüler istediğini gösterim sonrasındaki sunumda görüntü yönetmeni de belirtmişti. Yine de film bana olması gerekenden daha karanlık geldi. Kelebekler’de ise, hani, absürd anlatı deyip de geçemeyeceğimiz, köy yerinde morg bulunması, cenazeye kız kardeşin açık saçıyla katılması, cenazeden önceki gece içen kardeşlerin bağıra bağıra şarkı söylemesi ve köyden kimsenin tepki göstermemesi gibi durumlar, yerli seyirciyi irrite edebilecek “hata”lardı. Bununla birlikte, iki filmin de eğlenceli, lezzetli olduklarını söyleyebilirim. Kelebekler, En İyi Yönetmen ve Senaryo ödüllerinin yanı sıra İzleyici Ödülü’nü alırken, Anons, En İyi Görüntü, Yılmaz Güney Özel ve FİLM-YÖN En İyi Yönetmen Ödüllerini kazandı.

Anons

Dört Köşeli Üçgen, entelektüel sinema örneği idi, fakat aktarıldığı kitabın felsefi seviyesini tam olarak yakalayamıyordu. Yine de yönetmenin, aynı zamanda yakın akrabası olan Salah Birsel’in anlatısını peliküle en iyi şekilde dökme çabası gözden kaçmıyordu. Elbette bir yönetmen yaklaşımı olarak kitaptan uzaklaşılan anlar var filmde bir görsel tat yakalamak adına. Siyah beyaz görüntülerin her biri komple sanatçı kimliğindeki Güreli’ye yakışır nitelikte ve yine yönetmen tarafından yapılan müzik enfes. Ki En İyi Müzik ödülü’nü En İyi Sanat Yönetimi ile birlikte bu film aldı.

Aydede, Babamın Kemikleri, Halef, Sibel, genel yapılarıyla kasaba filmleriydiler. Aydede’de komediden gelen Ezgi Mola, tüm gayretine rağmen, kasaba kadınının dramını yansıtmada inandırıcı olmayı başaramıyordu. Tüm çocuk oyuncuların, özellikle başroldeki Bilal Zeynel Çelik’in doğal oyunları ve E.T.Badi filmlerine yapılan sevimli göndermeler, filmin çekici unsurlarıydı. Babamın Kemikleri, köy sahnelerindeki kimi başarısız oyunculukları saymazsak, Cem Davran’ın oyunculuğu açısından bir aşamaydı. Halef, reenkarnasyon üzerine ilginç bir hikaye aktarmaktaydı ve oyunculuklar çok iyiydi. Ancak, iyi bir oyuncu olduğu muhakkak olan Muhammet Uzuner, Bir Zamanlar Anadoluda (Nuri Bilge Ceylan, 2011) filmi sonrası mahkum edildiği durağan oyunculuğun sınırlarını artık zorlamalı. Sibel, aslında daha güçlü adaylar da bulunmasına rağmen oyuncusuna ödül getirdiği, sadece ıslıkla iletişim kuran kadın karakteri sayesinde ilgiyi ayakta tutan bir yapımdı. Sibel, En İyi Kadın (Damla Sönmez herkesin aklındaydı zaten) ve Yardımcı Erkek Oyuncu (Emin Gürsoy) Ödülleri ile En İyi Film Ödülü’nü kazandı.

Sibel

Tuzdan Kaide, bir soyut anlatı denemesiydi ve bu anlatı yer yer ilginçleşmesine rağmen, uzun süresiyle bazen sıkıcı olabiliyordu. Yönetmen, 2014’te kurduğu deneysel film topluluğu ile çekeceği filmlerin yapısı hakkında bir fikir vermişti zaten. Buradaki çizgisel olmayan anlatı ve farklı oyunculuk denemeleri 68. Berlin Film Festivali’nde filmin ilgi görmesini sağlamıştı.

Arada, çok eğlenceli bir filmdi. Kürt vatandaşlarımızın dil sorununu ince bir espri anlayışıyla işleyen ve bu sorunun ülkemizdeki çözümsüzlüğüne bu şekilde ışık tutan filmin anlatısı, yönetmenin önceki filmleri Gizli (2015), Genco (2017) ile benzerlikler taşıyarak, ortak, tutarlı bir dil oluşturuyor.

Arada

Kaos, artık başyapıtını vermesini yıllardır dört gözle beklediğim Semir Aslanyürek’in yine bir yarım başarıya sürüklendiği, anlatım dili, mizansenleri ve oyunculukları ile eskimiş bir yapım. Bu arada benzer sıkıntıları olmasına rağmen nedense 7 Avlu (2011) bana çok çekici gelmişti.

İçerdekiler, Festival’in ikinci uyarlamasıydı. Melih Cevdet Anday’ın güçlü piyesi, tek mekanda geçen hikayesiyle sinemaya uygun şekle nasıl getirilecek diye bekliyorduk. Doğrusu, o sıkışıklığı aşacak bir yönetmenlik başarısı yoktu filmde. Ama Settar Tanrıöğen, yine her zamanki oyunculuğunu konuşturuyordu. Dizi oyunculuğundan gelen Caner Cindoruk, kendini aşma yolunda büyük çaba harcıyordu filmde. Yine de oyuncu ödülü kadın oyuncu, Gizem Erman Soysaldı’ya gitti. Filmin tek kadın oyuncusu olmasına rağmen, Soysaldı’nın En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü alması ilginç bir detay. Film bir de Jüri Özel Ödülü aldı.

Yuva, ülkemizde giderek yaygınlaşan çevre yıkımını vurucu bir dille aktarıyordu. Kardeşlerin filmi iki bölüme ayıran hikayeleri, karakterlerin değişimini verme açısından çok iyi açılımlar sağlıyordu. Hele İğneada Ormanları’ndan elde edilen görüntüler, doyumsuzdu. Vurucu sonuyla festivalin bütünlüklü hikaye anlatmayı başarabilen birkaç filminden biriydi.

Yuva

Kardeşler, Rusya’da yaşanan gerçek bir haberden yola çıkılarak bize aktarılmış hikayesiyle, çok iyi bir film olabilmenin kıyısından dönmüş bir yapım olarak göründü bana. Sonu aceleye getirilmiş gibi duruyordu ve çok da neden sonuç ilişkisi içermiyordu bu nedenle. Genç oyuncular, ortalamanın üstünde bir oyun vermişlerdi. Nitekim En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü bu iki oyuncu (Caner Şahin ve Yiğit Ege Yazar) paylaştılar. Kadın oyuncu Gözde Mutluer de Umut Veren Genç Kadın Oyuncu Ödülünü aldı.

Art arda gösterilen Aydede, Babamın Kemikleri, Halef ve Kelebekler filmleri, bize “Acaba festival boyunca cenaze filmleri mi izleyeceğiz?” dedirtmişken, son gösterimlerde de güvercinli filmler başlayıverdi. Güvercin ve Güvercin Hırsızları, iyi filmlerdi ve genç oyuncularından muhteşem performanslar almaktaydılar. Nitekim Güvercin Hırsızları’ndaki rolüyle Seyit Nazım, Umut Veren Genç Erkek Oyuncu Ödülü Ödülü’nü aldı.

Bence Festival’in SİYAD En İyi Film Ödülü almasına rağmen en hakkı yenmiş filmi, Güvercin’di. Güvercin, ortalamanın çok üzerinde bir ilk film olmakla birlikte, Adana’nın ele aldığı kesimini eksiksiz anlatan ve umut dolu sonuyla bizleri ferahlatırken, bu senenin başlı başına bütünlüklü bir hikaye anlatmayı başarabilen yegane Altın Koza finalistiydi bence. Hele son sekanstaki, Adana’nın yitmeye yüz tutan damlarının muhteşem görüntüsü eşliğindeki kapanış, büyüleyiciydi. Güvercinleriyle adeta yekvücut haline geleceği bir hazırlık döneminden gelip, gerçekten müthiş bir oyun veren genç oyuncu Kemal Burak Alper’e ödül verilmemesi, insanın içine oturuyor.

Güvercin

Ulusal gösterimlerinin bir güzel sürprizi de vardı. Sibel’in gösteriminden önce, filmin erkek oyuncusu olan Erkan Kolçak Köstendil’in çektiği sıcak bir çingene romansı olan keyifli kısa film Suma( C )’nın gösterilmesiydi. Los Angeles Film Ödülleri’nden komedi dalında mansiyon alan yapım, genç oyuncunun gelecekte yöneteceği filmler hakkında ipuçları barındırmaktaydı.

Uluslararası Yarışma Filmlerini görme fırsatı bulamadım, ancak listedeki sekiz filmi araştırdığımda tümünün de nitelikli, dışarıda övgüler alan yapımlar olduğunu gördüm. Filmlerin bir kısmının yakında gösterime girecekleri duyurulurken, kalanların da Türkiye’deki festival yolculuklarına devam edeceklerini öğrendik. Bu filmler, Kül En Saf Beyazdır (Jia Zhangke), Blaze (Ethan Hawke), Şüphe (Lee Chang-Dong), Domestik (Adam Sedak), Tarihe Barbar Olarak Geçmek Umurumda Değil (Radu Jude), Budala Kardeşim Robert (Philip Gröning), Çifte Hayatlar (Olivier Assayas), Zavallı (Babis Makridis) ve bizden Anons’tu.

Şüphe

Bunların dışında pek çok özel gösterim de yapıldı. Bunların çoğu, muhtelif festivallerden seçme filmlerdi. Ulusal Yarışma filmlerinin gösterildiği sinemada yakalayabildiğimiz için izleme şansı bulduğumuz Uzun Bir Günden Geceye Yolculuk (Bi Gian), izleyeni moddan moda sokan, muhteşem bir seyirlikti. Sondaki bir saate yakın, üç boyutlu gerçekleştirilmiş tek çekim, dakikliği ve sanat yönetimiyle seyredeni sarsıyordu. O gün seyrettiğimiz dördüncü film olmasına rağmen, bizi aymayı başarmıştı film.

Uzun Bir Günden geceye Yolculuk

Gösterimlerin haricinde, festival programı dopdolu bir içerikle zenginleştirilmişti. “Çizgi Romandan Beyazperdeye”, “Türk Sineması Nereye?”, “Muhsin Ertuğrul Sineması”, “Şerif Gören’in Sinema Hafızası”, “Deha ve Şahsiyet Yapım Aşamasında Reji ve Kurgu Uyumu”, “Orhan Kemal Sineması ve Kayıp Senaryoları”, “Oyuncu ile Çalışmak” gibi söyleşiler, Suat Yalaz, Süleyman Turan, Barış Saydam, Kaya Özkaracalar, Engin Ayça, Yılmaz Atadeniz, Ayla Algan, Necip Sarıca, Şerif Gören, Sebahattin Çetin,Ezel Akay, Onur Ünlü, Işık Öğütçü, Gülsen Tuncer gibi isimleri dinleyicilerle bir araya getirdi. Erhan Tuncer, 25. Yıla özel 25 orijinal Yeşilçam senaryosunu sunarken, senaryo buluşmaları ve kısa film atölyeleri ve sunumlarıyla, özellikle de Cannes temsilcileriyle kısa filmcilerin buluşturulması ile yeni sinemacılara ufuk açıcı faaliyetlerde yer alma şansı sunuldu. Muhsin Ertuğrul, Yılmaz Güney ve Alican Sekmeç’in koleksiyonundan gerçekleştirilen 25. Yıl Festival Tarihi sergileriyle ve muhtelif konserlerle de festival zenginleştirilmişti.

Bence yukarıda verdiğim detaylarla festival, 25nci yılını kazasız belasız atlatmıştır. Ha, bu denli büyük organizasyonlarda birtakım şanssızlıklar, eksikler olmaz mı? Elbette olur. Gösterim salonlarının dağınık ve birbirine uzak noktalarda olması, festivalin takibini zorlaştıran bir etkendi. Bu sorun, konan servisler yardımıyla aşılıyordu gerçi. Bir de basılı materyal problemi vardı. Festival sonuna kadar program kitapçığı elimize geçmemişti. Keza, festival kitaplarının tümüne ulaşmakta da zorluklar yaşadık.

Uzunca bir girizgahla film festivali hadisesinin dünyadaki ve Türkiye’deki tarihçesini anlatarak, hem bu organizasyonların önemini, hem de sanat ve siyaset alemini nasıl etkilediğini anlatmaya çalıştım yazının başında. Aslına bakarsanız, bizim festivaller bu gücün tamamiyle farkındalar ve şehirlerinin tanıtımı için de bunu etkin şekilde kullanıyor çoğu film festivalimiz. Ulusal Yarışmadan vazgeçerek Antalya’nın yarattığı boşluk, Adana’yı bir anda ön plana çıkarmıştır.

Adana, Büyükşehir olmanın şanına uygun olarak, düzgün bir festival yürütmenin yanı sıra, bir müzeler kenti olma yolunda da ilerlemektedir. Konumuz sinema olunca özellikle gezdiğim Sinema Müzesi’nden ve Sabri Şenevi ve dostlarının özel girişimi olan Sinema Evi’nden bahsetmek isterim son olarak.

Sinema Müzesi’nden

Gösterimlerin başladığı saate kadarki beş saatlik boşluk, sabahları kahvaltıdan sonra kenti gezme fırsatı veriyordu bize. Yine böyle bir sabah uğradığım Büyükşehir Belediyesi Adana Sinema Müzesi, içerdiği zengin materyalle ve bazılarını ilk defa gördüğüm orijinal afişlerle, sanatçı mumyaları ve eşyalarıyla doyurucu bir içerik sunuyordu ziyaretçilerine. Yılmaz Güney’in kendi el yazısıyla yazdığı bir mektup, sigara tabakası, Altın Koza ödülü, bazı filmlerde kullandığı silahlar, Umut’taki kıyafetlerinin giydirildiği mumya heykeli ve Seyyit Han’daki başlığı; Nazım Hikmet’in kayıp filmi Güneşe Doğru’nun orijinal afişi, orijinal Killing kıyafeti, eski Altın Koza’ların gazete haberleri ve fotoğrafları, sinemasever ziyaretçileri heyecanlandırıyor doğrusu.

Yine de Sabri Şenevi’nin Sinema Evi, müze yapaylığından uzak yapısıyla, Sinema Müzesi’ne göre zayıf içeriğine rağmen hem de, bana çok daha sıcak geldi. Sabri Bey, hem sinemaseverlere hem sinema çalışan ve meraklılarına ev sahipliği yaparken, arka avluya kurduğu projeksiyon makinesiyle beyaza boyadığı duvara yansıttığı filmleri ücretsiz olarak gösterime sunuyor. Yine eski yazlık sinema havasını yaşatan soğuk gazozlarını buz dolu tenekeden çıkarıp, kaşığın tersiyle açarak ikram ediyor size Sabri Bey. Mütevazi bir makine, afiş, film ve plak koleksiyonuna sahip olan sinema evinde zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.

Sabri Şenevi, tutkulu bir sinemasever…

Sinema Evi’nin perdesi.

Neticede güzel bir şehirde, güzel bir festival eşliğinde, harika zaman geçirmiş, yeni dostlar edinmiş, birbirinden değerli sanatçı ve sinema çalışanı ile tanışmış olduk. Darısı gelecek festivallerin başına…

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir