İSTANBUL FİLM FESTİVALİ

38. İstanbul Film Festivali

Bu yıl 38ncisi yapılmakta olan İstanbul Film Festivali’ne İzmir Kitap Fuarı’nda kitabım olduğu için birkaç gün geç katılabildim. Doğrusu bahar başlangıcı için biraz yağmurlu ve serin giden havalara iyi bir seçenek sunuyor festivalin salonları. Bu salonların dağınık olmaları, festivalin en başta gelen dezavantajı. Zira Fransız Kültür’den Nişantaşı’ndaki Cinemaximum City’s’e atlayan ve yolu hesaba katmayan bir program yapmışsanız, arada kaçırdığınız seanslar olabiliyor. İlk gün Paterloo’yu kaçırmam gibi. Bunun dışında, etkinlikler geçtiğimiz yıllarda daha yoğundu sanki, eğer bu da dezavantajlardan sayılabilirse. Ama İFF, İFF’dir yine de ve gördüğüm kadarıyla seanslardaki doluluk oranı hiç de azımsanacak gibi değildi.

Görebildiğim filmler şunlardı:

In Fabric/Lanetli Kumaş (Peter Strickland)’ta, daha önce Berberian Sound Studio ve Burgundy Dükü filmlerini gördüğüm ve klasik bazı film türlerine saygı duruşu niteliğindeki kendine özgü anlatım tarzı ile beni kendine çeken yetenekli yönetmen, bu defa İtalyan giallo ve korku filmlerini baz alarak, Argento’nun kırmızı dehşeti ile Bava’nın grotesk açılarından da yoğun bir şekilde faydalanıp, ortaya nevi şahsına münhasır bir film koymuş. Bunu yaparken de günümüz tüketim toplumunu alabildiğine eleştirmekten de geri durmamış. Lanetli, katil elbisenin cinayetleri sizi zaman zaman gülümsetse de o gerilime kapılıp gitmekten kendinizi alamıyorsunuz. Filmin her anı simgesel öğelerle dolu. En belirgini, bir Yunan lokantasındaki ilk randevu sahnesi mesela. Adamın adı Adonis; Yunan mitolojisinde erkek güzelliğinin simgesi olan bir tanrı bu Adonis. Neticede ustaca yazılıp detaylandırılmış, seyri çılgın bir deneyim olan, iyi bir seyirlik Lanetli Kumaş.

L’Heure de la Sortie / Okul Çıkışı (Sebastien Marnier): Film, Christophe Duffosé’nin aynı adlı romanından perdeye uyarlanmış. Gerilimi her daim ayakta tutan yapısıyla merak uyandırsa da, bu kıyamet senaryosu, film bittiğinde pek çok karşılıksız soru bırakıyor kafada. Dünyanın sonuna takılı kalmış ortaokul çağında çocuklar, en son gerçekleştirmeyi planladıkları intihar boyutunda eylemi haklı kılmak için derledikleri görüntüler, birbirlerine yaptıkları ölümcül işkenceler ve onları takip ederken insanlıktan çıkıp deliren, hatta intihar eden öğretmenler. Neden? Neden? Bir sürü nedeni yanıtsız, havada bırakarak bitiyor film ve sizi de çaresiz, öylece ortada bırakıveriyor.

To the Ends of the World / Dünyanın Sınırında (Guillaume Nicloux), Çinhindi’ndeki savaş ortamında geçen bir tür imkansız aşk, bir Romeo ve Jülyet çeşitlemesi gibi. Uzun zamandır perdede izlemediğimiz Gerard Depardieu’yü tekrar izlemek hoş olsa da, Coppola’nın Kıyamet’ini anımsatan yapısına rağmen oldukça ağır ilerliyor ve insanı zorluyor film. Yine de yönetmenin ve ekibinin sergilediği teknik ustalık saygıyı hak ediyor.

Monsters / Canavarlar (Marius Olteanu): Yepyeni bir Romanya filmi izlemek açısından ilginçti film. Filmin yönetmeni ve senaristi olan Olteanu hoşgörüsüzlüğü, iletişimsizliği bir çiftin 24 saati içinde vermeye çalışıyor ve bunu büyük oranda da başarıyor. Lakin film fazlasıyla konuşkan ve bu durum zaman zaman sarkmalara yol açıyor. Bazı sahnelerin gereksiz olduğu hissine kapılıyorsunuz.

Jumpman/Gözü Kara (Ivan I. Tverdovsky): Yapım, bir nevi süper kahraman ya da üstün özellikli insan filmi. Filmde annesi tarafından bir yetimhaneye terk edilen Denis’in hikayesi anlatılıyor. Denis, kolay kolay yara bere almamaktadır, neredeyse ölümsüzdür. Yıllar sonra pişman olup onu yetimhaneden kaçıran annesi, onun bu özelliğini paraya çevirmenin yolunu bulur. Zengin arabalarının önüne atlayıp kendisine çarpmalarını sağlayacak ve adamları soyacaklardır! Yönetmen bu tür konuları seviyor. Daha önceki Zoology adlı filminde de kuyruklu bir kadın vardı. Çocuğun çevresindeki her katmandan insanın çocuğun bu özelliğinden faydalanması, gelir elde etmesi üzerinden günümüz toplumuna da açık bir eleştiri getirildiği söylenebilir. Filmdeki tüm oyuncular, ama özellikle Denis’i oynayan genç oyuncu, harika.

This Changes Everything/Bu Her Şeyi Değiştirir (Tom Donahue): Bu hem eğlenceli hem de düşündürücü belgesel, Hollywood özelinde tüm dünyada kadın yönetmen ve oyunculara uygulanan ayrımcılığı belgeleriyle gözler önüne sererken, sinemanın emekleme yıllarında büyük ağırlığa sahip kadın sinema çalışanlarının sayılarının, bu sanat sektör haline gelip para kazandırdıkça nasıl azalıp günümüzdeki seviyeye geldiğini vurucu bir dille anlatıyor. Geena Davis’ten Meryl Streep’e, Reese Witherspoon’dan Natalie Portman’a kadar onlarca kadın yönetmen, yapımcı ve aktris, hem kendilerine uygulanan tacizleri, hem de sinemada nasıl ikinci derecede kalmaya zorlandıklarını büyük bir açık yüreklilikle anlatıyorlar.

God Exists, Her Name is Petrunia (Teona Strugar Mitevska), Kuzey Makedonya, Belçika, Slovenya, Fransa, Sırbistan ortak yapımı olup, Berlin’de yarıştığından bu yana kendinden bahsettiriyordu. Otuzlu yaşlarda, “evde kalmış”, kendinden adeta nefret eden kilolu bir kız olan Petrunia, hayattan iyice yıldığı bir anda, çok da bilinçli olmaksızın denk geldiği bir Teofanya bayramı ayininde denize atılan haçı bulmak için suya dalan onlarca gençle birlikte denize atlar ve haçı bulur. Haçın iyi şans getireceğine inanılır ve gelenekte bu işi yalnızca erkekler yapar. Bu durum tüm kasabayı kızdırır. Bir kadının gelenekleri yıkıp erkeklerin önüne geçmesi olacak şey midir? Petrunia tüm zorlamalara rağmen haçı vermemeye kararlıdır. Zorica Nusheva, Petrunia rolünde harikalar yaratırken, altıncı uzun metrajını çeken kadın yönetmen Teona Strugar Mitevska da hikayeye hakkını veren bir yönetmenlik sergilemiş.

Murder Me, Monster (Alejandro Fadel), 2018’de Cannes’da dikkat çekmiş, ilginç bir Güney Amerika korkusu olarak hayli etkileyici. Deneyimli yönetmen Fadel, esas canavar içimizde misali bir yaklaşımla seyircinin kendi korkularıyla yüzleşmesine yardımcı oluyor. Canavarı tümden görmek seyircinin ona acımaya başlamasına neden oluyor.

Talking About Trees (Suhaib Gasmelbari), Berlin’den ödüllü, sıcak bir belgesel. Yönetmen, bazıları zamanında ülkenin önemli yönetmenleri olan yaklaşık elli yıllık dost dört adamın kurdukları Sudan Sinema Kulübü bünyesindeki mücadelelerini anlatıyor. İdealist ve o derece insancıllar ki yaptıkları tüm faaliyetleri ücretsiz gerçekleştiriyorlar. Eski filmleri toplayarak bir arşiv kurmak, artık kapalı durumdaki metruk sinema salonlarını yeniden diriltmek hayalindeler. Bu dört ihtiyarın kimi zaman komik, kimi zaman hüzünlü mücadeleleri seyirciyi kolayca avucunun içine alıyor.

The Waiter (Steve Krikris), oyunculuk ve reklamdan gelen yönetmenin üzerinde yedi yıl uğraştığı ilk uzun metrajı. Bu Yunan filmi, takıntılı, yalnız yaşayan bir garsonun yaşadığı tuhaf macerayı ele alıyor. Kırklı yaşlarda, kendi dünyasında yaşayan garson Renos’un rutini, komşusunun ortadan kaybolmasıyla bozuluyor. Sürprizli hikayesiyle insanı sarsan güzel bir kara film örneği olmuş.

Shadow (Zhang Yimou), yönetmeninn bu başta yeni bir Kaplan ve Ejderha vakası mı dedirten, yine aynı kılıç dövüşü türüne girmekle beraber, aslında hayli farklı yapıda bir film. Muhtelif festivallerden şimdilik 11 ödül toplamış olan Çin, Hong Kong yapımında bir kumandan, Kralın tahtını kurtarmak için kendisine benzeyen bir “gölge kumandan” yetiştiriyor. Ancak hedefine sadık kalması için de onu hep ailesiyle ödüllendireceğini söylüyor. Tablo gibi görüntüleri ve bale benzeri enfes dövüş kareografilerinin dışında usta işi bir kurguyla ilerleyen hikaye, usta yönetmenin hayranlarını yanıltmıyor.

The Man Who Surprises Everyone (Natasha Merkulova & Aleksey Chupov): Rusya, Fransa, Estonya ortak yapımı film, katıldığı festivallerden on üç ödülle dönmüş. Artık son evresine girdiği kanser hastalığından dolayı iki aylık ömrü kaldığını öğrenen Igor, gerçeği kabullenip kendini salar önce, ama karısının ısrarıyla tedavi yolları aramaya başlar. Son çare olarak gittikleri şifacı ona Azraili aldatmak için kılık değiştiren ördekten bahseder. Bundan etkilenir ve Azraili aldatmak için büyük bedeller pahasına kadın kılığına girer Igor. Filmin neredeyse hiç müzik kullanmaksızın dramı aktarışına hayran kaldım doğrusu. Her bir oyuncu görevini başarıyla yerine getiriyor.

Görülmüştür (Serhat Karaaslan): Bir cezaevinde mahkum mektuplarını okuyup sansürleyen Zakir, bir yandan da yazarlık kursuna gider. Kurstaki bir ödev gereği sansürlediği mektuplardan birinden çıkan, mahkumlardan Recep ve karısı Selma’ya ait bir resmi alır. Bu resim onda takıntıya dönüşecektir. Başrol oyuncusu Berkay Ateş’in televizyon yıldızı oluşu beni başta uzak tuttu filmden, ama oyuncu rolün altından başarıyla kalkmış, hem de dizideki tiklerinden sıyrılarak! Ama en güzeli, uzun zamandır seyrine hasret kaldığımız Füsun Demirel’i görmekti. İyi, sürprizli bir yapımdı.

Kızkardeşler (Emin Alper): Bu filmi yönetmenin Tepenin Ardı’ndan bu yana merakla bekliyorduk. Almanya, Hollanda ve Yunanistan’ın da ortak yapımcı olduğu film, farklı yaşlardaki üç kız kardeşin kasabaya besleme olarak gönderilip, orada tutunamayarak geri gelmelerini, yine de tekrar kasabaya dönmek için taşıdıkları hırsı yansıtışlarını yetkin bir dille anlatıyor. Güçlü oyunculuklar ve başarılı mizansenle destekli filmin Emin Alper’i de aktör olarak göstermesi güzel bir sürprizdi.

Decembers (Enrique Castro Rios): Alçakgönüllü bir yönetmenle tanışmış olmak büyük bir keyifti. Aslen belgeselci olan ve filmi destekleyen belgesel görüntülerle de bunu bize sık sık hatırlatan yönetmen, bize ABD’nin 1989’daki Panama işgalini ve o işgalde ölen bir gazetecini ruhunun on yıl sonra geri dönerek aile arasındaki huzursuzlukları çözmeye çalışmasını öykülüyor. Bunu yaparken öyle incelikli bir sinema kullanıyor ki yönetmen, sizi alıp o diyarlara götürüyor. Özellikle tüm bir olayı özetleyen yatak odası sekansı beni adeta vurdu. Kadın kilise için hazırlanırken kendi gençliği, oğlunun küçüklüğü ve oğlunun büyük hali aynı odadadır. Anlatılmaz, yaşanır denebilecek bir sahne doğrusu.

Suç Unsuru (Süleyman Arda Eminçe): Bir ilk film. Başından geçen trajikomik bir olayı temel alan film, tek mekanda geçmesine rağmen burayı iyi, ekonomik kullanabilen, alçak gönüllü bir yapım. Küfür kullanmaksızın da güldürmenin mümkün olduğunu kanıtlıyor yapım. Aynı evi paylaşan iki arkadaş, bir sabah evleri polis tarafından basılınca ne olduğunu şaşırır. Komiser Baran ve ekibi, aldıkları emir doğrultusunda, evlerinde suç unsuru arayacaklardır. Fakat bu unsurun ne olduğunu iki taraf da bilmez. Genç oyuncular üzerlerine düşeni yaparken, Komiser Baran rolündeki, dizilerdeki şaşkın komik rollerine alıştığımız Bülent Çolak, dram da içeren oyunuyla şaşırtıyor.

Aden (Barış Atay): Oyunculuktan gelip ve 2015 yapımı olan Eksik ile yönetmenliğe başlayan Barış Atay’ın, Onur Orhan’ın senaryosundan çektiği bir kıyamet sonrası filmi. Bizde hiç örneği olmayan bir türü denemiş yönetmen. Dişi olanı hamile olan bir çift, yıkıma uğramış bir dünyada yaşanabilir bir yerleşke, “cennet” aramaktadır. Yolları sırlarla dolu, bir nevi iktidar mücadelesi veren iki kardeşin kaldığı bir eve düşer. Dini referanslarla ilerleyen hayli ilginç yapısıyla, oyunculuklardaki çok da göze batmayan zayıflıklar ve kıyafetlerin yıpranmamış, tertemiz görüntüsüne rağmen kendini izlettiriyor film. Belli bir gerilim duygusu içerdiğini de kabul etmeliyim.

Son Çıkış (Ramin Matin): Yarışma dışı gösterilen bir kara komediydi. Bezgin bir mimar büyük şehrin debdebesinden bunalıp, İstanbul’dan müthiş bir ortam olacağını düşündüğü, güneydeki organik tarım yapan bir komüne gitmek üzere, havaalanına doğru yola çıkar. Plansız kentsel dönüşümle betona boğulan bir İstanbul semtinde meteliksiz ve telefonsuz kalarak kapana kısılır. Nihayet komüne ulaştığında da karşılaştığı hayal kırıklığıdır. Çıkışsızlık temalı, yine küfre dayanmamasıyla sempati toplayan komedi, Türkiye’deki plansız inşaat endüstrisine de ince eleştiriler getiriyor.

Sınır/Border (Ali Abbasi): Let the Right One In (Tomas Alfredson, 20018) filminin uyarlandığı tuhaf vampir romanının yazarı John Ajvide Lindqvist’in bu defa iki trolün ilginç aşkını anlattığı romanıyla bu filme konu oluyor. Şüphelendiği, kendi cinsinden olduğu için de ayrıca ilgi duyduğu adamı kafaya takan sınır polisi trol Tina, öğrendiği sırların ardından aşkıyla görevinin arasında kalır. Yapım “Nordik kara film” olarak tanımlanıyor. Shelley (2016) ile dikkat çeken yönetmen Ali Abbasi, bu filmle En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı Oscarı’na aday olmuş, Cannes’da da Belirli Bir Bakış Ödülü almıştı.

Adaletsiz/Dragged Across Concrete (S. Craig Zahler): Bone Tomahawk (2015) adlı ilk filmiyle festivallerde ilgi gören, övgü alan western roman ve senaryoları yazmış yönetmenin ikinci filmi. Yönetmen, senaryosunu da yazdığı bu bir nevi modern westernde, görevden uzaklaştırılan çaresiz iki polisin bir vurgun yapma çabalarını anlatıyor. Kadroda Mel Gibson, Vince Vaughin, Don Johnson, Udo Kier gibi usta, yıldız isimler var. Zaman geçirtiyor ve kimi anları ilginç. Bir Heat (Michael Mann, 1995) değil elbette.

Nebula/Dead Horse Nebula (Tarık Aktaş): Yönetmenin ilk uzun metrajı. Senaryoyu da kendi yazmış. Deneysel bir yapısı olduğu söylenebilecek film herkese hitap etmemekle birlikte, 2018’de Locarno’da Gelecek Vaat Eden En İyi Yönetmen Ödülü almıştı. Küçükken açık arazide bir at ölüsü bulan Hay, o günkü deneyiminden çok etkilenir ve yıllar sonra yaşadığı bir kurban olayı geçmişte yaşadığı bu çocukluk anısının tekrar canlanmasına neden olur.

Festival boyunca izlediğim filmlerin dökümü burada sona eriyor. Festival sonunda 16 Nisan Salı gecesi Rahmi Koç Müzesi’nde gerçekleşen ödül töreni hayli kalabalık ve eğlenceliydi. Yaşanan kimi aksaklıklar, İFF törenlerinin değişmez konuğu kara kedinin sunuculardan rol çalması, gecenin nazarlığı oldu. 52 filmin yarıştığı festivalin galipleri şöyleydi:

Uluslararası Yarışma:

Başkanlığını usta yönetmen Lynne Ramsay’in üstlendiği jürinin takdiriyle:

Altın Lale: Bolsae / House of Hummingbird / Sinekkuşu (Bora Kim), “inceliği, güzelliği, duygusal etkisi ve yetkinliğiyle genç bir kızın dünyadaki yerini ve yaşamında bir pırıltı bulma çabasını çok güzel çizdiği için” aldı. Kore yapımı filmin kadın yönetmeni Kim, oldukça heyecanlıydı. Ülkesinde kadın yönetmenlerin film çekmesinin önündeki engellerden bahsetti ve aldığı ödülün belki bu engelleri yıkmada bir adım olacağını söyledi.

Jüri Özel Ödülü: Talking About Trees / Ağaçlardan Bahsetmek (Suhaib Gasmelbari), “başarısızlıklar bazen öyle büyük olur ki umut yeşermek zorundadır; ‘dehşete dair suskunluğu ima ettiği için ağaçlardan bahsetmenin neredeyse suç sayıldığı bir dönem’” gerekçesiyle aldı. Bu filmden önceki yazımda övgüyle bahsetmiştim. Yönetmeninin ve birbirinden heyecanlı oyuncularının törende olmalarını çok isterdim, ama gelememişlerdi.

Ulusal Yarışma:

Başkanlığını Ümit Ünal’ın üstlendiği jüri, yarışan 9 filmi değerlendirdi.

Altın Lale: Kız Kardeşler / A Tale of Three Sisters (Emin Alper), hakkıyla aldı. Bu filmden de daha önce bahsetmiştim. Film yurt dışında da ilgi görüyor. Emin Alper’in destek sağlamak için çektiği zorluklar biliniyor. Bu filmle ilk filmini kat kat aştığı da bir gerçek. En İyi Yönetmen, En İyi Özgün Müzik (Giorgos ve Nikos Papaioannou) ve En İyi Kadın Oyuncu Ödülleri de Kız Kardeşler’e gitti. Hatta kadın oyuncu ödülünü kız kardeşlerin üçü (Cemre Ebüzziya, Ece Yüksel ve Helin Kandemir) paylaştılar.

Jüri Özel Ödülü: Yuva (Emre Yeksan) aldı. Adana Film Festivali üzerine olan yazımda bu filmden detaylıca bahsetmiştim. Hakikaten zor şartlar altında çekilmiş, farklı hikayesiyle de insanı yakalayan bir yapım. Yuva, En İyi Erkek Oyuncu (Kutay Sandıkçı) ve En İyi Görüntü Yönetmeni (Jakub Giza) ödüllerini de aldı.

En İyi Senaryo: Görülmüştür (Serhat Karaslan) filmi aldı. Daha önce ele aldığım film, aslında basit bir konuyu ele alma şekliyle evrensele taşımayı başarıyordu ve sinemamızda pek girilmeyen, hapishanelerin mektup sansüründe çalışan memurlarına değiniyordu. Film, En İyi Kurgu ödülünü de (Ali Aga) aldı.

Mansiyon: Aden (Barış Atay)

Ulusal Kısa Film Yarışması:

En İyi Kısa Film: Avarya (Gökalp Gönen) filmi, “kuvvetli atmosferi ve yarattığı özgün karakterler sebebiyle” aldı.

Ulusal Belgesel Yarışması:

En İyi Belgesel: Tanrı Göçmen Çocukları Sever mi Anne? (Lusin Bitmez), “yerinden olan bireylerin karşılaştığı zorlukları göze batmayan bir bakış açısı ve beceriyle işlediği; saygıyı eksik etmeyen sıcak bir yaklaşımla, geleceğe umutla uzanarak çocuklar ve ailelerine odaklanıp geniş toplumun ufak bir evrenini çizdiği için” bu ödülü aldı.

Sinemada İnsan Hakları Ödülü:

Ödül: “Şiirsel olmakla birlikte aynı zamanda insanı düşünmeye sevk edebildiği için” Enrique Castro Ríos’ın yönettiği Diciembres / Decembers / Aralık’ta filmine verildi. Bu filmi önceki yazımda ele almış ve çok etkilendiğimi belirtmiştim.

Mansiyon: #Female Pleasure / #Dişil Haz (Barbara Miller)

Seyfi Teoman En İyi İlk Film Ödülü:

Ödül: Nebula (Tarık Aktaş)

FIPRESCI Ödülleri:

Uluslararası Yarışma: Talking About Trees / Ağaçlardan Bahsetmek (Suhaib Gasmelbari)

Ulusal Yarışma: Kız Kardeşler (Emin Alper)

Ulusal Kısa Film Yarışması: Gümüş (Deniz Telek)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir